“Afişe Çıkmak” Duvarlar Dile Geldi, Solun Serüvenini Anlattı
İstanbul Tütün Deposu (DEPO) duvarları, bugünlerde Türkiye sol tarihinin 17 yılını taşıyor üzerinde. 1963-1980 arası sol hareketin görsel tarihi, afiş, dergi, gazete, plak olarak DEPO’nun duvarlarında sergileniyor. Bir duvarda da sinevizyonla, 1978 1 Mayıs’ının Almanya’da saklanarak korunabilen çekimleri ilk kez gösteriliyor.
Sergi, Yılmaz Aysan’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Afişe Çıkmak 1963-1980: Solun Görsel Serüveni” kitabının cisimleşmiş hali. Aysan, solun fikirlerini, dertlerini, kavgalarını sözlü, görsel ve işitsel nasıl sunduğunu araştırmış, bunları derlemiş toplamış, dönemin tanıkları ile de görüşerek solun serüvenini sunmuş.
Bu serüven içinde yakın tarihimizi kavgası, şenliği ve mücadelesiyle afişlerden okumak, dönemi sanatın penceresinden görmek isterseniz, 23 Mart tarihine dek sergiyi gezebilirsiniz. Hepsinin arkasında yatan hikayeler, hangi koşullarda, kimler tarafından, nasıl üretildikleri ise kitapta mevcut.
Bir Pazar günü DEPO’da Yılmaz Aysan’la Sendika.Org için Özen Taçyıldız konuştu…
Kitabınızda “afişe çıkmak” ifadesini iki şekilde kullanıyorsunuz. Biri insanların afişleme yapması, diğeri de fikirlerin afişe çıkmış olması. Afişe çıkmayı bu kadar önemli kılan nedir solun görsel tarihi içinde?
Solun görsel tarihinin başlangıcı afişe çıkmakla başlıyor. Sol her zaman olduğu gibi o dönemde daha da güçlü bir muhalefet. 1960lardan söz ediyoruz. Daha özgürlükçü, daha eşitlikçi, daha kardeşçe fikirleri savunan insanlar bunlar ve bu insanlar fikirlerini dışarıya vuracak mecralar bulmakta zorlanıyorlar. Yani gazeteler, o dönemin devlet radyosu veya dergiler bu fikirleri yansıtmıyor. Bunlar daha ziyade hükümetin veya merkez sağ-merkez sol partilerin kontrolünde.
İnsanların fikirlerini duyurabilmek için yapabilecekleri en güzel yöntem, bu fikirleri afiş, duvar yazıları haline getirip şehir duvarlarında şehirde yaşayan insanlara sunmak. Dolayısıyla afişe çıkmak zorundaydılar.
Tabii kendine göre bazı kuralları var. O kurallar çerçevesinde gece yarısından sonra sokaklara dökülüp örgütlü bir şekilde bu afişleri duvarlara yapıştırmak durumunda kalmışlardı. Afişe çıkmak burada hem o duyguyu ifade ediyor ama bir yandan da fikri olan insanların bunları açıkça dile getiriyor olması da bir anlamda bence afişe çıkmak.
Afişe çıkmayı örgütlü bir süreç olarak tarif ettiniz. Kitabınızda bu noktada dikkat çekici olan bir şey var; ODTÜ Devrimci Afiş Atölyesi. Siz de ODTÜ’de okuduğunuz dönemde buna tanık olmuşsunuz. Bu atölyede afişlerin hazırlanması, üretilmesi ve dağıtım sürecinden biraz bahseder misiniz?
Şimdi afişe çıkmadan önce başka bir tabir daha var o da “afişe gitmek”. Afişe gitmek şu anlama geliyor. “Arkadaşlar afişe gidiyoruz” dendiğinde insanlar toplanır, “hadi toplanın hep beraber bir afiş yaratalım…” Buna “afişe gitmek” deniyor. Bir araya geliyorlar, o günkü konu neyse, mesela bir gereklilikten ötürü bir afiş yapılması isteniyor. “Bunu nasıl, hangi kelimelerle ifade edebiliriz ve bu ifade ettiğimiz kelimelerin yanına nasıl bir görsel koysak da kelimeler daha çarpıcı hale gelse…” Bunu kolektif yapıyor gençler. Kitapta benim bulup konuşabildiklerim var atölyeden ama çok daha kalabalık olduklarını biliyorum.
Önce afişi tasarlıyorlar. Sonra bunu afişi talep eden insanlarla tartışıyorlar. Mesela tipik bir örnek “Süt ağalığına son” afişidir. Bu okulla, öğrencilikle, şehirle ilgisi olmayan bir şeydir, bir yerde köylüler isyan ediyorlar. Çok yaygın bir örgütlenme var, “Bunu nasıl ifade edelim, işte inek çizelim”
Sonraki aşamada bunu imal ediyorlar. Matbaaya gitmek, matbaayla çalışmak devletin kontrolünde olan bir şey. Ayrıca çok pahalı bir iş ve de yavaş. Bir matbaaya bir iş verdiğiniz zaman belki bir hafta sonra alıyorsunuz. Bunun için kendileri matbaa yapıyorlar. O dönem o ruh o kadar yapıcı bir ruh ki… “Öğrenelim nasıl yapılıyor bu iş” diye İstanbul’dan insanlar getiriyorlar. Matbaa nasıl kurulur, nasıl baskı yapılır, bunu anlatıyorlar. O yetmiyor onun üzerine bir de…
Kendileri matbaa yapıyorlar…
Dev-Genç iddianamesinde “delil” listesinde sıralanan afişlerden tek kalan
Tabii. Fakat öyle bir noktaya geliyor ki “süt ağalığı” afişi gibi, her yerden her çeşit talepler geliyor. Yetişemez hale geliyorlar. Bunun üzerine diyorlar ki “Bir el kitabı hazırlayalım. Bir de bir serigrafi kiti hazırlayalım ve bunu Türkiye’ye Dev-Genç örgütlerine dağıtalım.” Böylelikle bu afiş yapımı yaygınlaşıyor. Zaten kitapta bir sayfa, Dev-Genç iddianamesinde yer alan suç delili afişler listesi var. Bunlar Türkiye’nin değişik yerlerinde yine o örgütlenme içinde yapılmış afişler. Ben sadece bir tanesini bulabildim onun, kitapta var. Geri kalan hepsi kayıp, keşke onlar da olsaydı derleyip kitaba koyabilseydim.
Kitapçıktan bahsetmişken bir de kendi yaptıkları makine olan “Doç Ofset” meselesi var.
Evet, diyorlar ki “Artık bu serigrafiyle böyle bas bas gitmiyor, daha hızlı bir şey bulalım.” Düşünüp taşınıp okulun atölyelerinden buldukları parçalardan bu aleti imal ediyorlar ve daha hızlı afiş yapmaya başlıyorlar. Makinenin bir özelliği de kolayca sökülüyor her bir parçası. Kesinlikle ne polisin ne jandarmanın gelip bu aleti bulma şansı yok. Bunu makine mühendisi bir arkadaşımız yapıyor, lakabı “Doç.” Makinenin adı da “Doç Ofset” kalıyor. Ben aradım, makine mühendisi Gürol Gerçel’i buldum. Geçen sene vefat etti. 4 sene önce buldum, çok şaşırdı tabii ve aklında kaldığı kadarıyla nasıl yapılmış olduğunu anlattı ki kendisini kaybetmeden bu bilgiyi almak iyi oldu.
Siz de söylediniz; çok hızlı bir üretim süreci olması gerekiyor mecburen, her yere afiş yetiştiriyorlar. Peki, sizin gözünüzde bunların estetik niteliği nedir?
Bu insanlar hem politik aktivistler hem de bir yandan sanatçı ve tasarımcılar. Bir de şöyle bir sözleri var kendi kendilerine söyledikleri: “Bir şey yapıyorsak güzelini yapalım.” Mesela Taylan Özgür afişine bak, 69 yılında yapılan Taylan Özgür afişine. Bugün için de çok üstün standartlı bir baskı kalitesi var. Öğrenciler kendi imkanlarıyla yapmışlar ve bunu öyle bir hale getirmişler ki bunu bir manifesto gibi yapıyorlar; yani “Siz Taylan Özgür’ü öldürürseniz biz de yapabileceğimiz en güzel anmayı hem toplantı olarak hem afiş olarak yaparız.” Bir onur meselesi olarak yapıyorlar. İşin estetik yanına her zaman önem vermişler.
70’lerin sonunda olaylar çok kanlı ve çok hızlı bir hale dönüştüğünde “Biz bu afişi nasıl daha çarpıcı yapabiliriz”den çıkıyor iş. O dönemin afişlerine bakarsan çoğu yazıdan oluşuyor. Yazılar da sanki böyle bir feryat gibi, bir çığlık gibi: “Faşist katliamlara son”, “İşgallere son” gibi. Cinayetler, baskı, terör… İnsanları biraz bundan uzak tutuyor.
Afişlere baktığımızda memleketin genel havasını, dönemin dertlerini yansıtıyorlar. ODTÜ’yü konuştuk mesela. Yapılan afişler üniversitedeki boykot, işgalden başlayıp evrilerek Türkiye’ye ilişkin meselelere ilişkin olmuş. Peki afişler memleketin genel havasını, ortalama insanı etkilemiş midir, nasıl etkilemiş olabilir?
Kesinlikle etkilediğine inanıyorum. Ben o zaman 18 yaşında biri olarak sokakta afiş gördüğümde etkilendiysem… Bir de şunu unutmamak lazım, o dönem şehirlerde sokaklar bomboş, billboard falan gibi bir konsept yok. Bütün duvarlar tertemiz. Şimdi öyle bir ortam yok. O dönemde boş bir şehrin içine sabah uyandığında, sokağa çıktığında, işe giderken duvarlarda renkli, çarpıcı afişler gördüğünde, onları okumamak, onlardan etkilenmemek mümkün değil. Fakat sadece onlar yok tabi o dönemde. Birbirini destekleyen, bütünleyen dergiler, gazeteler, tiyatro afişleri, plaklar…
Evet her şey çok özenli. Yeni Türkü’nün bir konseri için tümüyle elle hazırlanan kitapçıkta her şarkıya ayrı bir çizim yapılmış mesela.
Tabii bunun nedeni sanatçılar siyasetin içinde. O dönem bir sanatçının DİSK’in sergisine bir resim veriyor olması onun prestijini arttırırdı. O dönemde siyaseti herkes hep beraber yapıyordu. Dolayısıyla bu işin içinde şairler de vardı, şiirler sloganlar yazabilen. Ressamlar, çizerler vardı, sürece katkıda bulunan insanlar. Hayatın bütün alanında bir mücadele var, bunlar farklı siyasete bölünmüş olsalar bile temel olarak anlaştıkları bazı kavramlar var ve bu kavramları müziğiyle, tiyatrosuyla, afişiyle, resmiyle birlikte yapıyorlar. Dolayısıyla kalite daha özenli.
O dönem bu işleri yapan insanlar bugün kendi işinde çok iyi olan, saygın isimler. Böyle etkileşimli bir süreç galiba.
Politik aktivizmle sanat birbirleriyle uyumlu kavramlar tabi.
Peki aynı dönem için sağın görsel tarihi yapılmaya kalkılsa…
Yok öyle bir şey…
Konulabilecek hiç bir şey mi yok?
Çok nadir. Dergileri falan vardı, kapaklarında çok dogmatik şeyler. Bu dogmayı da işte en fazla yazıyla veya kendine ait birtakım renklerle ifade eden dergi kapakları yapılırdı. Yapabildikleri tek şey gördükleri afişleri yırtmak, karalamak… Belki bir-iki tane arada yapılmıştır. Tabii ihtiyaçları da yoktu. Ellerinde zaten başka propaganda olanakları var.
Afişe çıkmanın bugün eski cazibesi yok mu?
Aslında afiş var bugün de. Beyoğlu’nda dolaşıyorsun bakıyorsun çok fazla afiş var. Bu afişler daha ziyade müzikle, sergilerle, sanat etkinlikleri ile ilgili. Çok güzel çok yaratıcı afişler var. Ne yazık ki içlerinde bir tane siyasi afiş yok. Stencilleri daha yaratıcı buluyorum. 70lere en yakın onlar. Çünkü çok basit. Kısıtlı şeyle çok yaratıcı şeyler çıkarıyor. Toplumsal eleştiri getiren bazı stenciler görüyorsun. Festus Okey gibi… Afiş canlılığı başka bir alanda yapabiliyorsa neden siyasette yapamasın? Daha kolay yöntemler olduğu için artık sosyal medya gibi veya internet gibi hani biraz kolaycılık olarak görüyorum.
O dönemin üretim süreciyle de ilgili olabilir mi? Mesela DİSK, 1 Mayıs afişi için yarışma düzenliyor, jürisi var, seçilen afişler beraberce sendikalarda boyanıyor. Şu an öyle bir şey olsa muhtemelen bir reklam ajansına verilecek, onlar yapacak, afişleri yapıştıracak olanlar da başkaları. Bu süreç parçalandığı için çok bütünlüklü hissedemiyor mu insanlar?
Bilemiyorum. DİSK’in afiş yarışması düzenlemesi ve afiş seçilmesi, ona Yaşar Kemal gibi çok önemli insanların katılıyor olması… Bir itibar meselesi. Bugün algı biraz değişik. DİSK 1976’da bir dayanışma sergisi düzenliyor. O dönemin bütün bilinen hala da çok ünlü olan ressamları buraya eserler veriyorlar. Şimdi mesela DİSK böyle bir şey istese bugün güncel, meşhur sanatçılardan kaç tanesi acaba katkıda bulunur? İkisi çok farklı dünyalar. Ama şu da var, bir yandan da ODTÜ Atölyesi mesela küçük bir grup ama binlerce, yüz binlerce kişilik bir çevreye hitap ediyorlar. Ama yapanlar 5-10 kişi. Gene şimdi de 5-10 kişi biraraya gelip afiş üretebilir. Yöntemleri de çok ucuzladı. Şu anda da yapılabilir çok şey var. Biraz tembellik bence…
Evet kitabınızdaki röportajlara, tanıklıklara bakınca o dönem çok muazzam bir şey yapılmış. Ama insanlar ne kadar büyük bir şey yaptıklarının çok farkında değiller sanki. O dönem farkında mıydınız ne yaptığınızın?
1960’lar Brezilyası’nın sosyo-politik problemlerine yoğunlaşan “Cinema Novo” hareketinden yönetmen Glauber Rocha, 1964’te “Deus e o Diabo na Terra do Sol” (Tanrı ve Şeytan Güneş Toprağında) filmini çeker. Basına dağıtılan bu görüntü 1966’da İstanbul Sinematek Derneği yayını Yeni Sinema dergisinde Cinema Novo’yu tanıtan yazıda kullanılır. 1969’da ODTÜ SFK’nın broşüründe kullanılarak sol literatüre girmiş olur
Hayır hiç kimse değildi. Gençlik odur işte, yapıyorsun. Şimdi bakınca önemliymiş bunların yapılmış olması.
Kitabın kapağına koyduğunuz “Devrimci Gençlik Çocuğu” diye tabir edilen figürü de sormak istiyorum. Kitapta öyküsü var, bir sinema dergisinden uzanıp geliyor bugüne ve hala da kullanılıyor. O dönem gençlik için neyi ifade ediyordu o figür, hala kullanılıyor olmasının sebebi ne sizce?
Evet o figürde bir sihir var. Tam olarak ben de çözemedim, başkası da. Bu haykıran genç, herhalde gençlerin içindeki doğal, bozuk düzene muhalefetin, isyanın sembolü. Onu gördükleri için bence kullanıldı, kullanılmaya devam etti. İşin ilginç tarafı kadınlar da bu ambleme çok sempatik yaklaşıyorlar. “Neden bu kadın değil” diyen olmadı. Herkes orada kendisini, kendi isyanını görüyor. Yüzündeki ifade, yumruğunu kaldırması… Hepsi bir isyan sembolü. 1964’te başlıyor bir filmden, oradan militan sinemaya geçiyor. ODTÜ SFK broşürü kapağında ilk defa siyasi anlamda kullanılıyor. Şöyle güzel bir yanı var. O dönemde her seferinde yeniden çiziliyor, her çizilişinde farklılaşıyor. Bugün en üzüldüğüm şey onun teknik ortama aktarılmış haliyle kullanılıyor olması. Halbuki bugün onu kullanan gençler bir daha çizebilirler.
Kitapta ilginç bir şey daha var. Devrimci Yol’un figürünü siz çizmişsiniz. O süreç nasıldı?
Evet böyle bir arayış vardı, fakat bir işaret, amblem, sembol henüz bulunamamıştı. Ben zaten o sırada afişler, çeşitli başka şeyler yapıyordum. Bu bana bir talep olarak gelince ben çok heyecanlandım. Çünkü dönemin en güçlü ve en yaygın hareketi. “Acaba iyi bir şey yapabilecek miyim” diye böyle bir strese girdim ve ciddi bir çalışma yaptım. Epeyce üzerinde çalıştım, hakikaten iyi bir şey yapmaya çalışıyordum.
Yıldız-yumruk-güneş figürleri onlardan gelen bir şey ama değil mi?
Tabii. “Şartımız bu” demediler tabi ama “bunlarla ne yapılabilir” gibi konuştuk. Orada istenen farklı, heyecanlı bir işaret yakalamaktı. Herkes kendisini farklılaştırmak istiyor. Başkalarında olmayan bir sembolü kullanmak istiyor. Orada o yıldızla yumruğun bütünleşmesinde bir aksiyon hissediliyor. Yani kuyruklu yıldız gibi arkasından akıyor gibi, güç veriyor gibi bir ifade var orada. 1977… Aradan geçti 36 sene. Eskimedi. Gurur duyduğum bir iş. Hala sevilip kullanılması mutlu ediyor.