Komünist Manifesto..
İşte, nihayet, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’sunun tam metni ile birlikte, tarihin bu en önemli siyasi belgesinin içerdiği tahlillerin zenginliğini ve açıklayıcılığını çok yetkin bir biçimde sunan bir çalışma.
Komünist Manifesto’nun berrak tarihsel referanslar ve yorumlarla tüm yönleriyle açıklamalı olarak sunulduğu, ek metinlerle ve kapsamlı bir sözlükçe ile güçlü bir biçimde desteklenen, bu son derece güzel bir biçimde düzenlenmiş ve sunulmuş baskısı, metni gerek öğrenciler gerekse de genel okuyucu için çok daha canlı ve anlaşılabilir hale getirmektedir.
İlk olarak yazıldığı 1848 yılından bu yana Manifesto herhangi bir modern metinden çok daha fazla dile çevrilmiştir. Yasaklanmış, sansürlenmiş, yakılmış ve “öldüğü” ilan edilmiştir. Ne var ki, metinin etkisi yıldan yıla artmaktadır ve Manifesto felsefe, siyaset, sosyoloji, ekonomi ve tarih eğitiminde okunması zorunlu kitaplar arasında yer almaya devam etmektedir.
Kısa bir süre önce ABD’de yayımlanan dünyaca ünlü New Yorker dergisi, Karl Marx’ı çağımızın “Yeni Düşünürü” olarak nitelendirdi. Elinizdeki bu kitap bunun neden böyle olduğunu göstermektedir.
Komünist Manifesto – Tarihin En Önemli Siyasi Belgesi İçin Bir Yol Haritası
Yayına Hazırlayan: Phil Gasper… ve Kemal Ülker’in özenli çevirisiyle…
Kitabın içinden “Özetle Marksizm” makalesini aşağıya koyuyoruz… İyi okumalar… 17-25 Kasım İstanbul TÜYAP Kitap Fuarında buluşmak üzere… 2. Salon 201B no.lu Standa tüm okurlarımızı bekliyoruz…
Özetle Marksizm
1. Marx’ın düşüncelerinin, onun adına hareket ettiğini öne sürenlerin birçoğundan, belki de diğer tüm düşünürler için olduğundan daha fazla ayırt edilmesi gerekir. Marx dogmatik düşünceden nefret etti (bir keresinde kendisinin izleyicisi olduğunu iddia eden bir gruba şakayla karışık bir biçimde, “Tek bildiğim benim Marksist olmadığımdır!” diyerek yanıt verdi) ve kendisini radikal demokrasi ve insanlığın özgürlüğünün savunucusu olarak gördü. Kapitalizmi, insanların çoğuna sahip oldukları potansiyeli gerçekleştirme fırsatı vermediği için, akıl dışı bir sistem olmakla suçladı. Kapitalizmin savunucuları, sorunları her ne olursa olsun, onun özgürlüğe dayanan bir istem olduğunu öne sürerler. Marx, bunun bir yanılsama olduğunun görüleceğini düşündü.
2. Marx, herhangi bir toplumu anlayabilmek için, bu toplumun üretimi nasıl düzenlediğini incelememiz gerektiğini düşünen bir maddeciydi. Marx’a göre, bu, iki şeye bağlıdır: (a) üretim güçleri –toprak, hammaddeler, teknoloji, beceriler ve bilgi ve (b) üretimin toplumsal ilişkileri –üretim güçlerini kim tarafından ve nasıl kontrol edildiği. Marx, (a) ile (b)’nin birbiriyle bağlantılı olduğunu öne sürer –üretim güçlerinin gelişmişlik düzeyinin verili bir aşamasında, ancak belirli üretim ilişkilerinin ortaya çıkması mümkündür. Üretim güçleri ile üretim ilişkilerinin birbirleriyle çatışmaları da olasıdır. Üretim güçleri, üretim ilişkilerinin onlara köstek olmaya başladığı, ket vurur hale geldiği bir biçimde değişim gösterebilir. Ya da, üretim ilişkilerinin mevcut üretim güçleri ile bağdaşamaz hale gelecek bir biçimde evrilebilir.
3. Üretim ilişkileri toplumun sınıf yapısını tanımlar. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde toplumlar, en yukarı yer alanların zenginliği kontrol ettiği ve alttakilerin bu zenginliği üreten işin çoğunu yaptığı, farklı sınıflara bölünmüş olarak var oldular. Bu sömürü ilişkisi, sınıf çatışmasının temelini oluşturur. Köleci toplumlarda, köleler çalışırken köle sahipleri zenginliği kontrol ederler. Feodal toplumlarda, lortlar köylülerin sahibi değildir, ancak yasal olarak köylülerin ürettiği zenginliğin çoğunu alma hakkına sahiptirler. Modern kapitalizmde köleliğin yasadışı olmasına ve toplum içinde bireylerin yerini belirleyen yasaların artık bulunmamasına rağmen, Marx’a göre, kapitalistlerin (burjuvazinin) işçilerin (proletaryanın) ürettiği zenginliğin çoğunu kontrol ettiği bir sınıflı toplumda yaşıyoruz. Kapitalist bir toplumda herkes yarışa eşit olarak başlayacak olsa bile, rekabet nedeniyle kısa bir süre sonra bazıları diğerlerinden daha fazlasını kontrol eder hale gelecek ve çoğunluğun elinde satmak için sadece emek güçleri kalacaktır.
4. Bu nedenle, Marx kapitalizmin eşitler arasında mübadeleye dayanmadığını öne sürer. İşçiler, yoksulluğa düşmemek için, emek güçlerini kapitalistlere satmak zorunda bırakılırlar. Kapitalistler işçilerin emek gücünü, işçiden, onun alacağı ücretten daha fazlasını alabileceğini düşünürse satın alacaklardır. Dolayısıyla, kökeninde, tıpkı köleci ve feodal toplumlar gibi, kapitalizm de sömürüye dayanır. Kapitalistler işçilerine olabildiğince az para ödemeyi ve onları olabildiğince fazla çalıştırmayı isterler. Kısmen bu nedenle, işçilerin çoğu işlerini tatmin edici bulmamaktadır –çalışmak ödüllendirici olmaktan ziyade yabancılaştırıcıdır.
5. Üretim güçleri ve ilişkileri, birlikte toplumun ekonomik temelini oluştururlar. Marx’a göre, bu ekonomik temel toplumun geri kalanını, özellikle siyasi ve hukuki üst yapısını şekillendirir. Ekonomik egemenliği elinde tutan sınıf diğer yerlerde de egemenliğe sahiptir. Bu sınıf siyasi devleti kontrol eder ve (bilinçli ya da bilinçli olmayan bir biçimde) kendi çıkarlarını korumak için, ekonomik gücünü, toplumun temel –toplumsal, hukuki, dini, felsefi, sanatsal vb.- kurumlarını ve düşüncelerini şekillendirmek için kullanır; böylece statükoyu destekleyen bir ideolojiyi yayar. Kapitalist toplumlarda, burjuvazinin ekonomik gücü gerçek demokrasinin içini boşaltır. İşçi sınıfı içinde ırk, cinsiyet ve milliyet temelinde bölünmeleri körüklemek de egemen sınıfların çıkarınadır.
6. Marx kapitalizmi sadece sömürücü ve yabancılaştırıcı değil, aynı zamanda akıl dışı bir sistem olmakla da suçlar. Kapitalizm teknolojik harikalar yaratmış ve üretim düzeyini çok büyük ölçüde artırmış olmakla birlikte, aynı zamanda devasa eşitsizlikler de yaratmıştır. Herkese yetecek olandan fazla yiyecek üretilen bir dünyada, dünya nüfusunun yarısı yeterince yiyecek bulamamaktadır. Kapitalizm aynı zamanda, çılgın hızlı ekonomik büyüme, birçok işletmenin yok olmasına ve milyonlarca insanın işlerini kaybetmelerine neden olan ekonomik krizlerin izlemesiyle birlikte, belirli aralıklarla, kendi ölçütlerine göre de başarısızlığa uğrar. Marx’a göre, bu tür ekonomik krizler kapitalizmin kaçınılmaz özelliğidir.
7. İktisatçı Adam Smith, kişisel çıkarın peşinden gitmenin, kamu yararına katkıda bulunmanın en iyi yolu olduğunu öne sürmüştü. Ancak, kişisel çıkarın peşinde koşmanın herkesin durumunu kötüleştirdiği birçok durum vardır. Örneğin, bir işletme karşılanmamış bir talebi fark ederse, kârını artırmak üzere bu yeni üretime yatırım yapabilir, ancak bağımsız olarak hareket eden diğer işletmeler de aynı şeyi yaparak, pazara aynı anda gelen devasa bir yeni mallar fazlasının ortaya çıkmasına neden olabilirler. Kapitalist sistemde üretim esas olarak koordinasyondan yoksun olduğundan, Marx’ın adlandırdığı biçimde, bu tür aşırı üretim krizleri yaygın olarak görülür ve bunlar bütün ekonomiyi bir kargaşanın içine sürükleyebilirler. Tekil şirketler riski göze almadıkları sürece, daha saldırgan rakipleri tarafından oyun dışı bırakılma tehlikesiyle karşı karşı olduklarından, bu tür sorunlardan kaçınmanın kolay bir yolu bulunmamaktadır. Toplumun üretim güçleri artıkça, bunlar kapitalist üretim ilişkileriyle giderek daha fazla çatışır hale gelirler ve krizler giderek kötüleşir. Marx sınıflı topluma yönelik diyalektik bir kavrayışa sahiptir, çünkü içsel çelişki ve çatışmaların en nihayetinde dramatik değişimlere yol açacağını görüyordu.
8. Kapitalizm sadece düzenli olarak yaşadığı ekonomik krizlerle altüst olmaz, Marx aynı zamanda onun çevresel tahribat ve savaşa neden olduğuna da inanır. Kapitalizm, doğası gereği, doğal çevre ile durmadan çatışan sürekli büyümeye dayanır. Küresel ısınma bunun uğursuz bir güncel örneğidir –bununla ilgili bir şeyler yapabilmek için, fosil yakıt tüketimimiz keskin bir biçimde azaltmamız gerekmektedir. Ancak, (petrol, kömür ve otomobil şirketleri dâhil) en güçlü şirketlerin birçoğu bu tür tüketim aracılığıyla devasa kârlar elde ettiklerinden, alternatif, yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesi için çok az şey yapıldı. Güçlü devletler kendi kapitalist sınıflarının ekonomik çıkarlarını savunduğu için, Marx aynı zamanda savaşın kökeninde kapitalist rekabetin yattığına inanır. Büyük şirketler, pazarları kontrol etme ve kaynaklara erişim sağlayabilmelerinde kendilerine yardımcı olması için gözlerini bağlantılı oldukları devletlere çevirirler.
9. Marx’a göre, kapitalizm sömürücü, yabancılaştırıcı, demokratik olmayan, akıldışı, çevreyi tahrip eden ve savaşa eğilimli bir sistemdir. Ama aynı zamanda bir alternatif olasılığını da yaratır. Kapitalizm, Marx’ın örgütlenmesini engelleyen ayrılıkların üzerinden gelebilmesi ve çıkarları için kolektif olarak mücadele edebilmesi durumunda muazzam potansiyel güce sahip olduğuna inandığı, devasa bir kentli işçi sınıfı yaratır. Uzun vadede, kapitalizm, bu sistemde yaşayan insanların büyük çoğunluğuna tatmin edici bir yaşam sağlayamaz. Koşullarını iyileştirme mücadelesi içinde, işçiler en nihayetinde kendilerini kapitalizmin kendilerine verebileceklerinin sınırlarına gelip dayanmış olarak bulurlar. İşçiler kolektif güçlerini genel grevler ve kitlesel gösteriler yoluyla sistemi kilitlenme noktasına getirmek için kullanabilirlerse, kapitalistleri iktidardan indirecek ve ekonominin ve toplumun demokratik işçi denetimi altında olduğu yeni bir toplumsal düzen yaratan bir halk devrimini gerçekleştirebilirler.
10. Marx, bu alternatifin –sosyalizmin ya da komünizmin- neye benzeyeceği konusunda nispeten az şey söyler, ancak ekonominin demokratik denetime tabi olduğu, çok daha fazla toplumsal eşitliğin ve bulunduğu rekabet yerine işbirliğine dayana bir toplum tahayyül eder. Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortadan kalkmasıyla birlikte, tüm baskı biçimlerinin maddi temeli ortadan kalkacaktır. Özellikle, kadınların tam kurtuluşu gerçekleşecektir. Piyasa mekanizmaları yerini adım adım çevreye saygılı demokratik planlama biçimlerine bırakacak; üretim bir azınlığa kâr sağlamak üzere değil, insan ihtiyaç ve isteklerini karşılamak amacıyla düzenlenecek ve çalışmak nefret edilen bir angarya olmaktan çıkıp, tatmin edici olacak bir biçimde düzenlenecektir. Kapitalizmin böyle bir alternatifinin bulunup bulunmadığı sorusu, yirmi birinci yüzyılda insanlığın önünde duran belki de en önemli sorudur. Yirminci yüzyılın başlarında Polonyalı-Alman devrimci Rosa Luxemburg, insanlığın önündeki alternatifleri ya sosyalizm ya barbarlık olarak tanımlamıştı. Sonuç olarak, bu, bizim seçimimiz olabilir.
Manifesto 166 Yaşında..
1872 ALMANCA BASKIYA ÖNSÖZ – B / II
Son yirmibeş yıl içerisinde durum ne denli değişmiş olursa olsun, bu Manifesto’da geliştirilmiş bulunan genel ilkeler, ana çizgileriyle, bugün de her zamanki kadar doğrudur. Şurada ya da burada bazı ayrıntılar daha iyi hale getirilebilir. İlkelerin pratikteki uygulanışı, Manifesto’nun kendisinin de belirttiği gibi, her yerde ve her zaman o günün koşullarına bağlı olacaktır ve, bu nedenle, İkinci Bölümün sonunda önerilen devrimci önlemlere hiç bir özel ağırlık verilmemiştir. Bu pasaj, bugün, birçok bakımdan, çok farklı bir biçimde ifade edilebilirdi. Modern sanayiin son yirmibeş yıl içerisinde gösterdiği büyük gelişme ve işçi sınıfının bununla beraber ilerleyen parti örgütlenmesi karşısında, ilk kez Şubat Devriminde ve, daha önemlisi, proletaryanın ilk kez iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komününde edinilen pratik deney karşısında, bu program, bazı ayrıntıları bakımından, bugün eskimiş bulunuyor. Komün özellikle bir şeyi, “işçi sınıfının mevcut devlet mekanizmasını salt elinde tutmakla onu kendi amaçları için kullanamayacağı”nı tanıtlamıştır. (Bkz: bu noktanın daha da geliştirildiği Fransa’da İç Savaş; Uluslararası İşçi Birliği Genel Konseyinin Çağrısı, London, Truelove 1871, s. 15.) Ayrıca, apaçık ortadadır ki, sosyalist yazının eleştirisi, bugün için yetersiz kalıyor, çünkü bu ancak 1847′ye kadar uzanıyor; aynı zamanda, komünistlerin çeşitli muhalefet partileriyle olan ilişkileri konusundaki sözler (Bölüm IV), ilke olarak hâlâ doğru olmakla birlikte, pratik olarak eskimişlerdir, çünkü siyasal durum tamamıyla değişmiştir ve tarihsel gelişim orada sayılan siyasal partilerin büyük bir kısmını yeryüzünden silip götürmüştür.
Bununla birlikte, Manifesto, üzerinde artık hiç bir değişiklik yapma hakkımız olmayan tarihsel bir belge haline gelmiştir. Belki de ileride, 1847′den günümüze dek olan boşluğu dolduran bir giriş ile birlikte, bir başka baskı çıkabilir; bu yeniden basım, bize bunu yapma zamanı bırakmayacak kadar ani oldu.
Londra, 24 Haziran 1872 KARL MARX /
FRİEDRİCH ENGELS
1872′de Leipzig’de çıkan
Almanca baskı için
Marx ve Engels tarafından
yazılmıştır
1882 RUSÇA BASKIYA ÖNSÖZ
Komünist Parti Manifestosu’nun Bakunin’in çevirisiyle yapılan ilk Rusça baskısı, Kolokol[8] basımevi tarafından altmışların[7] başlarında yayınlandı. O sıralar Batı, buna (Manifesto’nun Rusça baskısına), yalnızca yazınsal bir ilgi gösterdi. Böyle bir görüş bugün olanaksızdır.
Proleter hareketin o sıralar (Aralık 1847) hâlâ ne denli sınırlı bir alanı kapsadığını, Manifesto’nun son kesimi -komünistlerin çeşitli ülkelerdeki çeşitli muhalefet partileri karşısındaki konumu- en açık bir biçimde gösteriyor. Burada özellikle yer almayanlar Rusya ve Birleşik Devletler’dir. Bu, Rusya’nın tüm Avrupa gericiliğinin son büyük yedeğini oluşturduğu, Birleşik Devletler’in göç yoluyla Avrupa’nın proleter güç fazlasını emdiği sıralardı. Her iki ülke de, Avrupa’ya hammaddeler sağlıyor ve, aynı zamanda da, onun sınai ürünleri için bir pazar oluşturuyorlardı. O sıralar, her ikisi de, bu nedenle, şu ya da bu şekilde, mevcut Avrupa düzeninin temel dayanaklarıydılar.
Ama durum bugün ne kadar da farklı! Rekabeti ile Avrupa’daki -büyüklü küçüklü- toprak mülkiyetinin temellerini sarsan devasa bir tarımsal üretim için Avrupa göçü, Kuzey Amerika için pek uygundu. Buna ek olarak, bu, Birleşik Devletler’e, muazzam sınai kaynaklarını, Batı Avrupa’nın ve özellikle İngiltere’nin bugüne dek varolan sınai tekelini kısa zamanda kıracak bir enerjiyle ve ölçekte kullanma olanağını da verdi. Her iki durum da, bizzat Amerika üzerinde, devrimci bir tepki yaratıyor. Tüm siyasal yapının temelini oluşturan çiftçilerin küçük ve orta boy toprak mülkiyetleri, dev çiftliklerin rekabeti karşısında adım adım çöküyor; aynı anda, sanayi kesimlerinde ilk kez bir proletarya kitlesi ve müthiş bir sermaye yoğunlaşması gelişiyor.
Ya Rusya! 1848–49 Devrimi sırasında, yalnızca Avrupalı hükümdarlar (prensler) değil, Avrupa burjuvazisi de, henüz uyanmaya başlayan proletarya karşısında tek kurtuluşlarını Rus müdahalesinde buldular. Çar, Avrupa gericiliğinin başı ilân edildi. Bugün ise, Gaçina’da,[9] devrimin savaş tutsağıdır, ve Rusya ise, Avrupa’daki devrimci eylemin öncüsü durumundadır.
Komünist Manifesto’nun amacı, modern burjuva mülkiyetinin yaklaşmakta olan kaçınılmaz çözülüşünü ilân etmekti. Ama Rusya’da, hızla gelişen kapitalist vurguna ve henüz gelişmekte olan burjuva toprak mülkiyetine karşılık, toprağın yarısından fazlasına köylülerin ortaklaşa sahip olduklarını görüyoruz. Şimdi sorun şudur: Büyük çapta zayıflamış olsa bile, gene de, ilkel bir ortak toprak sahipliği biçimi olan Rus obşina’sı,[1*] doğrudan doğruya komünist ortak mülkiyetin üst biçimine geçebilir mi? Ya da, tersine, ilkönce, Batının tarihsel evrimini oluşturan aynı çözülme sürecinden mi geçmelidir?
Buna bugün verilebilecek tek yanıt şudur: Eğer Rus Devrimi, Batıdaki bir proleter devriminin habercisi olur ve bunlar, böylelikle, birbirlerini tamamlarlarsa, Rusya’daki mevcut ortak toprak sahipliği, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.
Londra, 21 Ocak 1882 KARL MARX FRİEDRİCH ENGELS
1882′de Cenevre’de çıkan
Manifesto’nun
İkinci Rusça baskısında
yayınlanmıştır
1883 ALMANCA BASKIYA ÖNSÖZ
Bu baskının önsözünü, ne yazık ki, tek başıma imzalamak zorundayım. Marx, Avrupa’nın ve Amerika’nın tüm işçi sınıfının herhangi bir başka kişiye olduğundan çok daha fazla şey borçlu olduğu bu adam, Highgate Mezarlığında yatıyor ve mezarının üstünde ilk çimler büyümeye başladı bile. Manifesto’yu gözden geçirmek ya da eksikliklerini gidermek, onun ölümünden sonra, hele hiç düşünülemez. Bu yüzden, burada, şu, noktaları vurgulayarak belirtmeyi daha da gerekli buluyorum:
Manifesto’ya egemen olan temel düşünce —iktisadi üretimin ve her tarihsel dönemin buradan çıkan toplumsal yapısının, o dönemin siyasal ve fikir tarihinin temellerini oluşturduğu; bunun sonucu olarak, (ilkel komünal toprak mülkiyetinin çözülüşünden bu yana) tüm tarihin bir sınıf savaşımları tarihi, sömürülen ile sömüren arasındaki, toplumsal gelişmenin çeşitli aşamalarında egemen olunan ile egemen olan sınıflar arasındaki savaşımların tarihi olduğu; ne var ki, bu savaşımın, şimdi, sömürülen ve ezilen sınıfın (proletaryanın), aynı zamanda toplumun tümünü sömürüden, ezilmekten ve sınıf savaşımlarından sonsuza dek kurtarmaksızın, onu sömüren ve ezen sınıftan (burjuvaziden) kendisini artık kurtaramayacağı bir aşamaya ulaştığı düşüncesi— bu temel düşünce, yalnızca ve tamamıyla Marx’a aittir.[2*]
Bunu, daha önce de, birçok kez belirttim; ne var ki, bunun bizzat Manifesto’nun önünde de yer alması şimdi özellikle zorunludur.
Londra, 28 Haziran 1883 FRİEDRİCH ENGELS
Manifesto’nun 1883′te
Hottingen-Zurich’te çıkan
Almanca baskısında yayınlanmıştır.
1890 ALMANCA BASKIYA ÖNSÖZ
Yukarıdakilerin[3*] yazılışından bu yana Manifesto’nun yeni bir Almanca baskısı zorunlu hale geldi ve Manifesto’ya ilişkin olarak burada sözü edilmesi gereken pek çok şey de oldu.
İkinci bir —Vera Zasuliç’in yaptığı— Rusça çeviri, 1882′de Cenevre’de çıktı; bu baskının önsözü Marx ve benim tarafımdan yazılmıştı. Ne yazık ki, özgün Almanca elyazması kaybolmuştur, bu yüzden Rusçasından tekrar çevirmem gerekiyor ki bununla metin bir şey kazanacak değildir. Orada şöyle deniliyor: [… ][4*]
Hemen hemen aynı sırada, Cenevre’de, bir yeni Lehçe çevirisi çıktı: Manifest Komunistyczny.
Ayrıca, Danimarka dilinde bir yeni çevirisi de, 1885′te Kopenhag’da, “Sozial-Demokratisk Bibliotek”te çıktı. Ne yazık ki, çeviri tam değildir; çevirene güçlük çıkardığı anlaşılan bazı önemli pasajlar atlanmıştır ve ayrıca, şurada burada, dikkatsizlik belirtileri görülmektedir ki, bunlar çok daha rahatsız edicidir, çünkü eğer çevirmen biraz daha çaba gösterseydi kusursuz bir iş çıkartabilirdi.
Bir yeni Fransızca çevirisi 1886′da Paris’te Le Socialiste’de çıktı; bu, o güne kadar çıkmış olanların en iyisidir.
Bu çeviriye dayanılarak, aynı yıl İspanyolca bir çevirisi ilkin Madrid’de, El Socialista’da çıktı, sonra da broşür olarak yayımlandı: Manifesto del Partido Comunista por Carlos Marx y F. Engels, Madrid, Administracinón de El Socialista, Hernán Cortéas 8.
İlgi çekici bir olay olarak da, 1887′de, bir Ermeni çevirmenin elyazmalarının İstanbullu bir yayıncıya sunulmuş olduğunu belirteyim; ama adamcağızın üzerinde Marx’ın adı bulunan bir şeyi basacak yüreği yoktu ve yazar olarak çevirmenin kendi adını koymasını önerdi, ama çevirmen bunu reddetti.
Aslından azçok farklı Amerikan çevirilerinden birinin, ve derken bir başkasının İngiltere’de birçok kez basılmasından sonra, nihayet aslına uygun bir çeviri 1888 yılında çıktı. Bu çeviri dostum Samuel Moore tarafından yapılmıştı ve baskıya gönderilmeden önce üzerinden birlikte bir kez daha geçtik. Başlığı şöyledir: Manifesto of the Communist Party, by Karl Marx and Frederick Engels. Authorized English Translation, edited and annotated by Frederick Engels, 1888. London, William Reeves, 185 Fleet St. E. C.. Oradakı bazı notları bu baskıya da aldım.
Manifesto’nun kendisine ait bir yaşam öyküsü vardır. Çıktığında bilimsel sosyalizmin (ilk önsözde[5*] sözü edilen çevirilerin de tanıtladığı gibi) o sıralar hâlâ sayıca hiç de fazla olmayan öncüsü tarafından coşkuyla karşılanan Manifesto, Haziran 1848′de Paris işçilerinin yenilgileriyle birlikte başlayan gericilik tarafından, çok geçmeden, arka plana itildi ve nihayet Kasım 1852′de,[10] Köln Komünistlerinin mahküm edilmeleriyle, “yasa uyarınca”, aforoz edildi. Şubat Devrimi ile başlamış olan işçi hareketinin sahneden çekilmesiyle, Manifesto da arka plana geçti.
Avrupa işçi sınıfı, egemen sınıfların gücüne karşı yeni bir saldırı için yeniden yeterli güç topladığında, ortaya Uluslararası İşçi Birliği çıktı. Amacı, Avrupa’nın ve Amerika’nın tüm militan işçi sınıfını tek bir büyük ordu içinde kaynaştırmaktı. Bu yüzden, Manifesto’da ortaya konmuş bulunan ilkelerden hareket edemezdi. İngiliz sendikalarına, Fransız, Belçika, İtalyan ve İspanyol prudoncularına ve Alman lasalcılarına[6*] kapıları kapamayacak bir programa sahip olmak zorundaydı. Bu program —Enternasyonalin Tüzüğünün girişi— Bakunin’in ve anarşistlerin bile teslim ettikleri bir ustalıkla Marx tarafından hazırlanmıştı. Manifesto’da ortaya konmuş bulunan düşüncelerin nihai zaferi için Marx, yalnızca ve tamamıyla işçi sınıfının eylem birliği ve tartışma sonucu zorunlu olarak göstereceği fikri gelişmeye güveniyordu. Sermayeye karşı savaşımdaki olaylar ve iniş-çıkışlar, başarılardan çok yenilgiler, savaşçılara, o güne kadarki her derde deva düşüncelerinin yetersizliğini göstermemezlik ve zihinlerini de, işçilerin kurtuluşu için gerekli gerçek koşulların adamakıllı kavranmasına daha açık hale getirmemezlik edemezdi. Ve Marx haklıydı. Enternasyonalin dağıtıldığı 1847′deki işçi sınıfı, kurulduğu 1864′tekinden tamamıyla farklıydı. Latin ülkelerindeki prudonculuk ile Almanya’daki özgül lasalcılık ölmekteydi, ve zamanın katmerli tutucu İngiliz sendikaları, 1887′de, yaptıkları Swansea Kongresi’nin başkanının,[7*] onlar adına, “Kıta sosyalizmi bizim için korkunçluğunu yitirmiştir” diyebileceği noktaya giderek yaklaşıyorlardı. Oysa 1887′de, Kıta sosyalizmi, hemen tamamıyla, Manifesto’da sunulan teoriden ibaretti. Böylece, Manifesto’nun tarihi, bir ölçüde, 1848′den bu yanaki modern işçi sınıfı hareketinin tarihini yansıtmaktadır. Şu anda Manifesto, kuşkusuz ki, tüm sosyalist yazının en yaygın, en uluslararası ürünüdür, Sibirya’dan Kaliforniya’ya dek tüm ülkelerin milyonlarca işçisinin ortak programıdır.
Ama çıktığında, gene de, ona sosyalist Manifesto diyemezdik. 1847′de, sosyalist denilince, iki tür insan anlaşılıyordu. Bir yanda çeşitli ütopik sistemlerin yandaşları vardı, özellikle, o tarihte her ikisi de salt mezhep durumuna düşüp giderek ölmekte olan İngiltere’deki ovıncılar ile Fransa’daki furiyeciler. Öte yanda ise, toplumsal bozuklukları çeşitli her derde deva yollarla, her türden bölük-pürçük çalışmalarıyla, sermayeye ve kâra hiç bir zarar vermeksizin gidermek isteyen çok çeşitli türden toplumsal şarlatanlar. Her iki durumda da, işçi hareketinin dışında duran ve daha çok “eğitim görmüş” sınıflardan destek arayanlar. Ama, işçi sınıfının salt siyasal devrimlerin yeterli olmadığına inanan, toplumun köklü bir biçimde yeniden inşaasını isteyen kesimi, kendisine o sıra komünist diyordu. Bu henüz yontulmamış, yalnızca içgüdüsel ve çoğu kez de biraz kaba bir komünizmdi. Ama, gene de, ortaya iki ütopyacı komünizm sistemini, Fransa’da Cabet’nin “İkaryan” komünizmini, ve Almanya’da da Weitling’inkini çıkartacak kadar güçlüydü. 1847′de, sosyalizm bir burjuva hareketi, komünizm ise bir işçi sınıfı hareketi anlamına geliyordu. Sosyalizm, hiç değilse Kıtada, çok saygıdeğerdi, komünizm için ise, durum bunun tam tersiydi. Ve “işçilerin kurtuluşu işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır”[11] kanısını daha o sıralar kesinlikle taşıyor olduğumuzdan, bu iki addan hangisini seçmemiz gerektiği konusunda hiç bir duraksama gösteremezdik. O günden beri bunu yadsımak da aklımızdan geçmiş değildir.
“Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!” Ama, kırkiki yıl önce proletaryanın kendi istemleriyle ortaya çıktığı ilk Paris Devriminin arifesinde bu sözleri dünyaya duyurduğumuzda, buna çok az ses karşılık verdi. Bununla birlikte, 28 Eylül 1864′te Batı Avrupa ülkelerinin çoğunun proleterleri, şanlı anılara sahip Uluslararası İşçi Birliğini kurmak üzere birleştiler. Entemasyonalin kendisinin ancak dokuz yıl yaşadığı doğrudur. Ama onun yarattığı bütün ülkelerin proleterlerinin ölümsüz birliğinin hâlâ yaşamakta olduğunun ve her zamankinden daha güçlü yaşamakta olduğunun en iyi tanıtı günümüzdür. Çünkü şu satırları yazmakta olduğum bugün,[12] Avrupa ve Amerika proletaryası, ilk kez seferber edilmiş olan, tek bir ordu olarak, tek bir bayrak altında, tek bir ivedi amaç için —1866′da Enternasyonalin Cenevre Kongresi, ve gene 1889′da Paris İşçi Kongresi tarafından ilân edildiği gibi, sekiz saatlik normal işgününün yasalaşması için— seferber edilmiş olan savaş kuvvetlerini gözden geçiriyor. Ve bugünkü görkemli gösteri, bütün ülkelerin kapitalistlerine ve toprak beylerine, bütün ülkelerin işçilerinin bugün gerçekten de birleşmiş oldukları gerçeğini gösterecektir.
Bir de Marx bunu kendi gözleriyle görebilmek için hâlâ yanımda olsaydı!
Londra, 1 Mayıs 1890 FRİEDRİCH ENGELS
Manifesto’nun
1890′da Londra’da çıkan
Almanca baskısında
yayınlanmıştır
1892 LEHÇE BASKIYA ÖNSÖZ
Komünist Manifesto’nun yeni bir Lehçe baskısının zorunlu hale gelmiş olması, çeşitli düşüncelere yolaçmaktadır.
Birincisi, Manifesto’nun, son zamanlarda, Avrupa kıtasında büyük sanayiin gelişmesinin bir göstergesi haline gelmiş olması dikkate değerdir. Belirli bir ülkede büyük sanayiin genişlemesi oranında o ülkenin işçileri arasında, işçi sınıfı olarak, mülk sahibi sınıflar karşısındaki konumları konusunda aydınlanma özlemi de büyümekte, sosyalist hareket bunlar arasında yaygınlaşmakta ve Manifesto’ya olan talep artmaktadır. Böylece, yalnızca işçi hareketinin durumu değil, büyük sanayiin gelişme derecesi de, her ülkede, Manifesto’nun o ülke dilinde dağıtılan nüsha sayısıyla oldukça doğru bir biçimde ölçülebilir.
Buna göre, bu yeni Lehçe baskı, Polonya sanayiinde kesin bir ilerlemeyi göstermektedir. Ve on yıl önce yayınlanmış baskısından bu yana bu ilerleme gerçekten de olmuştur, bu konuda hiç bir kuşkuya yer olamaz. Rus Polonyası, Kongre Polonyası,[13] Rus imparatorluğunun büyük sanayi bölgesi haline gelmiştir. Rusya’nın büyük sanayiinin gelişigüzel dağılmış olmasına karşılık —bir kısmı Finlandiya Körfezi civarına, diğeri merkeze (Moskova ve Vladimir), bir üçüncüsü Karadeniz ve Hazer denizi kıyılarına, ve diğerleri de başka yerlere dağılmıştır—, Polonya sanayii, nispeten küçük bir alan içerisine sıkışmıştır ve böylesine bir yoğunlaşmadan ileri gelen üstünlüklere ve sakıncalara sahiptir. Rakip Rus fabrikatörleri, Polonyalıları ruslaştırma arzusuyla yanıp tutuşuyor olmalarına karşın, Polonya’ya karşı koruyucu gümrükler isteminde bulunmakla, bu üstünlükleri kabullenmiş oldular. Sakıncalar —Polonyalı fabrikatörler ve Rus hükümeti açısından— kendilerini, sosyalist düşüncelerin Polonyalı işçiler arasında hızla yayılışında ve Manifesto’ya olan talebin büyümesinde de göstermektedir.
Ama Polonya sanayiinin Rusya’nınkini geride bırakan hızlı gelişimi, kendi payına, Polonya halkının tükenmez yaşam gücünün yeni bir kanıtı ve yaklaşmakta olan ulusal kurtuluşunun yeni bir güvencesidir. Ve bağımsız güçlü bir Polonya’nın yeniden kurulması yalnızca Polonyalıları değil, hepimizi ilgilendiren bir sorundur. Avrupa ulusları arasında içtenlikli bir uluslararası işbirliği, ancak eğer bu ulusların herbiri kendi ülkelerinde tamamıyla özerkseler olanaklıdır.
Sonuç olarak, burjuvazinin işinin proletarya bayrağı altında proleter savaşçılara yaptırmakla kalmış olan 1848 Devrimi, vasiyetnamesinin icracıları Louis Bonaparte ve Bismarck’ın aracılığıyla, İtalya’nın, Almanya’nın ve Macaristan’ın da bağımsızlığını sağlamıştır; ama 1792′den bu yana devrim için bu üçünün birarada yaptıklarından daha çoğunu yapmış olan Polonya, 1863′te on kat daha büyük Rus kuvveti karşısında boyun eğdiğinde, tek başına bırakılmıştı. Soyluluk, Polonya’nın bağımsızlığını ne koruyabilir ne de tekrar elde edebilirdi; bugün ise bu bağımsızlık, burjuvazi için en azından önemsizdir. Ama bu Avrupa uluslarının uyumlu işbirliği için gene de bir zorunluluktur.[8*] Bu, ancak genç Polonya proletaryası tarafından elde edilebilir, ve ancak bu ellerde güvenlik içinde bulunur. Çünkü Polonya’nın bağımsızlığına Avrupa’nın geriye kalan işçileri de, bizzat Polonyalı işçiler kadar gerek duyuyorlar.
Londra, 10 Şubat 1892 FRİEDRİCH ENGELS
Przedswit, 27 Şubat 1892,
n° 35, ve K. Marx i F. Engels,
Manifest Komunistyczny,
Londyn, 1892′de yayınlanmıştır
1893 İTALYANCA BASKIYA ÖNSÖZ
İtalyan Okura
Komünist Parti Manifestosu’nun yayınlanışının, 18 Mart 1848 ile, o güne dek bölünmelerle ve iç çelişmelerle zayıflamış ve böylece yabancı egemenlik altına düşmüş, biri Avrupa kıtasının, ötekisi Akdeniz’in merkezinde yer alan iki ulusun silahlı ayaklanmaları olan Milano ve Berlin devrimleri ile çakıştığı söylenebilir. İtalya’nın Avusturya İmparatoruna bağımlı olmasına karşılık, Almanya Rus çarının, daha dolaylı olsa bile daha az etkin olmayan boyunduruğu altına girdi. 18 Mart 1848′in sonuçları, hem İtalya’yı ve hem de Almanya’yı bu yüzkarasından kurtardı; bu iki büyük ulus, 1848′den 1871′e kadar geçen zaman içerisinde yeniden kurulabilmişler ve her nasılsa kendi başlarına kalabilmişlerse, bu, Karl Marx’in dediği gibi, 1848 Devrimini bastıranların, kendilerine karşın gene de bu devrimin vasiyetnamesinin icracıları olmaları sayesindedir.
Bu devrim her yerde işçi sınıfının eseri olmuştur; barikatları kuran ve bunu hayatıyla ödeyen işçi sınıfıydı. Hükümeti devirmekteki niyeti, açıkça, burjuva rejimini devirmek olanlar yalnızca Paris işçileriydi. Ama, kendi sınıfları ile burjuvazi arasındaki onmaz uzlaşmaz karşıtlığın bilincinde olsalar bile, gene de, ne ülkenin ekonomik gelişmesi, ne de Fransız işçi kitlesinin zihinsel gelişmesi, henüz toplumsal bir yeniden kuruluşu olanaklı kılacak aşamaya ulaşmış değildi. Bu nedenle, devrimin meyvelerini toplayan, son tahlilde, kapitalist sınıf oldu. Öteki ülkelerde, İtalya’da, Almanya’da, Avusturya’da, işçiler, daha baştan, burjuvaziyi iktidara getirmekten başka bir şey yapmadılar. Ama herhangi bir ülkede ulusal bağımsızlık olmadıkça, burjuvazinin egemenliği olanaksızdır. Bu yüzden, 1848 Devrimi, o zamana dek birlik ve özerklikten yoksun bulunan uluslara, kendisiyle birlikte, birlik ve özerklik getirmek zorunda kaldı: İtalya’ya, Almanya’ya, Macaristan’a. Sıra Polonya’ya da gelecektir.
Böylece, 1848 Devrimi bir sosyalist devrim olmamışsa da, bunun için yol açmış, ortam hazırlamıştır. Büyük sanayiin bütün ülkelerde gelişmesiyle birlikte, burjuva rejimi, son kirkbeş yıl içerisinde, ortaya, her yerde, kalabalık, yoğun ve güçlü bir proletarya çıkardı. Böylece, Manifesto’nun dilini kullanacak olursak, kendi mezar kazıcılarını yarattı. Her ülkenin özerkliği ve birliği sağlanmadıkça, proletaryanın uluslararası birliğini ya da bu ulusların ortak amaçlara doğru barışçı ve akılcı bir işbirliğini gerçekleştirmek olanaksız olacaktır. İtalyan, Macar, Alman, Polonyalı ve Rus işçilerin 1848 öncesi siyasal koşullar altında uluslararası eylem ortaklığı yaptıklarını düşünün bir!
Böylece, 1848′de verilen savaşlar boşuna verilmemişlerdir. Bizi o devrimci dönemden ayıran kırkbeş yıl da boşa gitmemiştir. Meyveler olgunlaşıyor, ve benim bütün dileğim, Manifesto’nun ilk yayınlanışı nasıl uluslararası devrimin habercisi olduysa, bu İtalyanca çevirinin yayınlanışının da İtalyan proletaryasının zaferinin habercisi olabilmesidir.
Manifesto, kapitalizmin geçmişte oynadığı devrimci rolün tam hakkını vermektedir. İlk kapitalist ulus İtalya idi. Feodal ortaçağın sonuna ve modern kapitalist çağın başlangıcına, dev bir kişi damgasını vurdu: hem ortaçağın son şairi ve hem de modern zamanların ilk şairi bir İtalyan, Dante. 1300′de olduğu gibi, bugün de, yeni bir tarihsel çağ yaklaşıyor. İtalya, bize, bu yeni, proleter çağın doğuş anına damgasını vuracak yeni Dante’yi verecek mi?
Londra, 1 Şubat 1893 FRİEDRİCH ENGELS
Karlo Marx e Federico Engels,
Il Manifesto del Partito Comunista,
Milano 1893′te yayınlamıştır.