“Ülkemizde, 1215 İngiltere’si kadar bile hukuk güvencesi yok”

Avukat Haluk Yurtsever, hukukun tarihsel gelişiminden Türkiye’de siyasetin hukuk üzerindeki tahakkümüne; milletvekillerinin dokunulmazlık meselesinden işçi sınıfının güncel sorunlarına kadar birçok gündemi değerlendirdi. Ülkemizde giderek dibe sürüklenen siyasi ortamın tersine döndürülebilmesi için yeteri kadar bir direncin örgütlenemediğini belirten Yurtsever, bu noktada özellikle hukukçulara da büyük görevler düştüğünün altını çizdi.  

(Röportaj: Ahmet Kaan PEKÇOK – Emin Arın ATABEK / Yaşar Üniversitesi Hukuk Fakültesi)

Hukukun tarihsel süreçteki yerini ve gelişimini kısaca anlatabilir misiniz?

Hukuk; ilkel toplumdan örgütlü topluma, yani devletin ve sınıfların olduğu topluma, geçişle birlikte başlamıştır diyebiliriz. Başlangıçta, ilk insan topluluklarında artık ürün ortaya çıktıktan sonra devletin de ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Devletin ilk kurucuları-öncüleri olarak da büyücüler ortaya çıkıyor. Ve toplumun yaşama kurallarını da büyücüler belirliyorlar.

Aydınlanma Çağı’na kadar üstyapının tümü ‘din’ tarafından belirleniyor. Üstyapı, hukukun da içinde bulunduğu bütünleşik bir normlar bileşimidir. Yani sanat, kültür, devlet, hiyerarşi vs. hepsini içine alır.

İnsanlık evrimi içinde, özellikle feodal toplumlarda, hak ve hukuk konusu başka bir kimlik kazanmaya başlamıştır. Bu da farklı sınıfları temsil edenler arasındaki bir “denge” durumu olarak kendini göstermiştir. Bana göre bunun en iyi örneği, ruhban sınıfının ve toprak sahiplerinin öncü oldukları ve kralın, yetkilerini üç alanda sınırlandırmaya zorladıkları bir ferman olan 1215 Magna Carta Libertatum’dur. Din adamları ve toprak sahipleri bu fermanla krala diyor ki, “Sen bir insanı mahkeme kararı olmadan tutuklayamayacaksın, dilediğin gibi vergi toplayamayacaksın, istediğin insanı askere alamayacaksın.” Bunları kabul ettiriyorlar. Buradan farklı sınıfların farklı siyasi tezleriyle ortaya çıkıp, birbirlerini sınırlandırmaları ile hak ve hukuk kavramlarının başka bir nitelik kazandığını anlıyoruz. Bu açıdan bakıldığında, hukuk, esasen sınıflar arası bir mücadele alanıdır. Ve bu durum mücadelenin dönemlerine, alanlarına ve sınıf mücadelesinin şiddetine göre daralıp genişleyen, gerileyen veya ilerleyen, değişken bir niteliğe sahiptir.

Bu arada şunun da reddedilmemesi gerektiğinin kanısındayım; dünyanın bütün bu mücadeleler ve evreler sonucunda oluşan, “evrensel” denilebilecek hukuk normları da vardır. Burada altını çizmemiz gereken bir nokta da şudur; bugün doğrudan doğruya sermaye gelirleriyle yaşayan ve burjuvazi gibi geniş olmayan, daralmış kapitalist sınıf ve dünyada yaşanılan olağanüstü eşitsizlik, artık bütün bu normları, hukuk değerlerini yeniden kazanmak ya da kaybetmek noktasında insanları bir ikilemle yüz yüze bırakıyor. Üstelik bunların gelişmiş kapitalist ülkelerde bile eskisi kadar güvence altında olmadığını bilmemiz ve bu durumu mutlaka göz önünde bulundurmamız gerekiyor.

Hukukun aslen bir sınıf mücadelesi alanı olduğunu belirttiniz. 20. yy.’dan günümüze kadarki süreci nasıl yorumluyorsunuz?13557872_1376967225666269_8897717487467585821_n

20 yy. deyince insan hakları kavramı ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi akla gelse de aslından bunların tarihsel arka planına dayanarak ele almak gerekir. Mesela, 1789 Fransız Devrimi üç sloganla şekilleniyor: ‘Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik’. Ancak bana göre “kardeşlik” kısmı tartışılması gereken bir durum zira onun yerine bugün “mülkiyeti” koydular. Bunun yanında, hâlâ eşitlik ve özgürlüğün de sosyalistlerce de kullanılması gösteriyor ki, bu kavramların da içeriğinde, tanımında birtakım eksiklikler var. Burjuva devrimleri, kendinden önceki toplumlara göre ileri adım sayılacak önce erkeklerin sonra kadınların katılımıyla yasa önünde tüm yurttaşların eşitliği ile temel hak ve özgürlükler denilebilecek ifade özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, konut dokunulmazlığı gibi hakları sağlamıştır. Bu hakların da zaman içinde geliştiği açıktır. Fakat bu hakların toplumsal içeriğini tartışmadığımız zaman, bunların sadece kâğıt üzerinde kalan biçimsel eşitlikler olduğunu görüyoruz. Söz gelimi, konutu olmayan bir insan için konut dokunulmazlığının bir anlamı yoktur, seyahat edecek parası olmayan bir insan için seyahat özgürlüğünün bir anlamı yoktur, çalışamayan işsiz bir insan için çalışma hakkının bir anlamı yoktur. Bugün bunlara yenilerini de ekleyebiliriz. Bu gidişle insanların soluk alma hakkı bile olmayacaktır. Kısacası bu hakların kullanım hakkına dönüşebilmesi, yine bir mücadelenin sonucu ortaya çıkmıştır ve toplumsal dönemlere göre değişik içerikler kazanmıştır.

Burada bir parantez açarak, burjuva devrimleri ve arkasından izleyen sanayi kapitalizminin ölçütleriyle, bugünkü mâli oligarşinin egemen olduğu kapitalizmin farklılığının da altını çizmemiz gerekiyor. Zira şu anda kapitalizm ciddi bir krizin içinde ve 2008’de başlayan kriz hiçbir şekilde ötelenememiştir. Ve bu kriz, kapitalizme daha önce elindeki bir takım yumuşatıcı reform araçlarını, sus payı olanaklarını daraltmıştır. Bu nokta önemli, çünkü kapitalizmin 1945-1980 arası dönemini ele aldığımız zaman –ki bu kapitalizmin altın dönemi diye de anılır- bugün konuştuğumuz hukuk kavramlarının, hem kişisel hak ve özgürlükler hem sosyal hak ve özgürlükler, hem de genel olarak hukukun evrensel ilkelerine uygun bir hukuk pratiği açısından daha ileride olduğunu görüyoruz. Tabii kapitalizmin anayurtları için geçerli olmak üzere. Ama bunun geçici bir dönem olduğu anlaşılmıştır.

Bahsettiğimiz 1945-80 arası dönemin üç temel özelliği var. Birincisi, sanayii üretiminin hızla yükseldiği bir sanayii kapitalizmi dönemi, ikincisi, 1929 Büyük Krizi’nden ve 2. Dünya Savaşı’ndan çıkmış bir kapitalizmdir. Zaten bu dönemdeki canlılığının nedeni de savaşın neden olduğu, yıkımın getirdiği yeni yatırım alanlarının, sermayenin değerleneceği yeni alanların ortaya çıkmasıdır. Üçüncüsü de, 1917’de başlayan bir başka sosyal sistem kurma mücadelesinin 1945’te yeni bir aşamaya ulaşmış olmasıdır. Kapitalist sistemin yanı başında; sosyalist, komünizme geçme iddiasında olan bir toplumsal düzen 1917’de başlamış, 1945’te savaştan güçlenerek ve kendisini büyüterek çıkmıştır. Buna çok uzun olmayan bir aralıktan sonra Çin  de katılmıştır ve dünyada “reel sosyalizm” diye tabir edilen bir başka sistem serpilmeye başlamıştır. Bunun kapitalizm üzerindeki basıncının azımsanmaması gerekir. Ancak belirtmek gerek ki, bu durum dünyanın geri kalanı için de aynı şekilde olmamıştır. Az gelişmiş ülkeler ve Asya ile Afrika’daki toplumlarda bu dönemin özellikleri olarak ulusal kurtuluş savaşları, bağlantısız ülkeler hareketi gibi bu kazanımları doğrudan alamayan fakat bu yola giren ülkeler ortaya çıkmıştır.

Bütün bu süreçten günümüze geldiğimiz zaman, bu krizin aynı zamanda bir uygarlık krizi olduğunu da düşünürsek, kapitalizmin eski çağlara dönmesi gibi bir tez ileri sürmemekle birlikte sözünü ettiğimiz kazanımların hepsinin -özellikle de emekçilerin kazanımlarının ve hukuk alanında tüm dünya yurttaşların kazanımlarının- tehlike altında olduğunu, bunların yeniden hayata geçirilebilmesi için kullanılmaları ve uğruna mücadele edilmeleri gerektiğini düşünüyorum. 12321438_259719787706470_8307631158180851709_n

Türkiye’deki siyasi konjonktürü de göz önüne alarak, yargı mekanizmasının işleyişini nasıl yorumluyorsunuz?

Öncelikle bizim ülkemizde en başta bahsettiğim 1215 İngiltere’si kadar bile hukuk güvencesi olmadığını söylemek gerekir. Şu an Türkiye’de Sulh Ceza hakimleri bütün tutuklama kararlarını veriyorlar. Dikkat ederseniz bunların hepsi AKP tarafından tek tek örgütlenmiş insanlardır ve buralardan Tayyip Erdoğan’ın isteği dışında bir karar çıkması çok zordur. Öyle ki, “Mızrak çuvala sığmaz.” diye bir söz vardır, bunlar her mızrak için uygun bir çuval uyduruyorlar. Mesela, cumhurbaşkanına hakaretten dolayı bir insanın tutuklanması, hukuk normları açısından akla, mantığa uygun bir durum değildir. Fakat bizde bu oluyor. Keza akademisyenler bir bildiriye imza attıkları için tutuklanabiliyorlar. Ya da şu sıralar mecliste dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin geçici bir anayasa değişikliği konusu gündemde. Bu durumu, hiçbir hukuk çuvalına sığmayacak bir mızrak olarak nitelendirebiliriz. Şöyle düşünün;  siz, bir tarihte milletvekili seçilmiş insanlar için anayasal bir hak olan dokunulmazlığı geçmişe yönelik olarak –eski Arapça tabirle makable şâmil olarak- ortadan kaldırabilir misiniz? Böyle bir şeyin hukuk mantığıyla bağdaşması mümkün değildir. İşte bugüne baktığınızda, hükümetin böyle bir girişimi olmasına rağmen ve üstelik 7 Haziran’dan bu yana AKP’nin yedek lastiği olduğu çok açık olan MHP’nin yanına bu sefer CHP de katılıyor. Bu durumu hukukla açıklamamız mümkün değil. Bu; şu an Türkiye’deki güç dengesinin, hukuk normlarının ve hemen her şeyin çivisinden çıkmış olduğu bir toplumun vahim bir tablosudur. Dolayısıyla Türkiye’de ne yazık ki hukuk ve özellikle yargı erki, öteden beri siyaset tarafından çok fazla güdülen ve kendi özerk, felsefi derinliğini gerçekleştirememiş, nosyonu gelişmemiş, son dönemlerdeki üniversite enflasyonu ile birlikte sulanmış ve zayıflamış bir duruma düşmüştür.

Türkiye’deki emek gündemi ve bu bağlamda işçi sınıfının güncel sorunları hakkında neler söylemek istersiniz?

Öncelikle işçi sınıfının sorunları demişken, Marx’ın Kapital’de anlattığı üç temel noktayı hatırlatmak gerekir. Bir tanesi, iş süresi ile ilgilidir yani iş günü kavramıdır. İkincisi emek gücünün ya da iş gücünün değeridir; yani asgari ücrettir. Üçüncüsü de, emek ve üretim sürecinin koşullarıdır. Marx; işçi sınıfının 10 saatlik iş gününü kazanmasını, işçi sınıfının kapitalizme karşı ekonomi-politik zaferi olarak nitelemiştir. Keza 1 Mayıs’ın tarihsel süreçteki yerinin önemi de 8 saatlik iş günü ile alakalıdır; haftada 5 gün, haftada toplam 40 saatlik çalışma süresi ve bunun dışındaki her saatin fazla mesai olarak ücretlendirilmesi işçi sınıfının tarihsel bir kazanımıdır. Çalışma koşulları dendiğinde ise, güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları gelir. Bunun karşısında kapitalizm, sınırsız bir sömürü ile sınırsız zamanda çalıştırarak, işçinin kendini yeniden biyolojik bir varlık olarak üretmesi için gerekli olan en az miktarı vererek, bu arada onun yaşam süresini hiç dikkate almayarak ve aynı zamanda üretime mâliyet girdisini azaltacak her türlü ( iş güvenliği, sağlıklı beslenme, kimyasal ortamdan uzaklık gibi ) unsurun da asgarisini yapar. Özetle, bunların hepsi sınıf mücadelesinin konusudur ve sınıf, mücadele ederse kazanır. Tabii bunların da dünyanın farklı ülkelerindeki uygulamaları farklıdır ve bu noktada sınıf mücadelesindeki örgütlülük düzeyi önemlidir. Örneğin Şili’deki madenlerde yaşam odaları bulunurken, Soma’dan sonra öğrendik ki Türkiye’deki madenlerde böyle bir uygulama yok. Bu durum ancak Şili’nin tarihindeki sınıf mücadelesi ile izâh edilebilir. Bu noktadan şuraya gelelim. Türkiye’deki işçi sınıfının sorunları saymakla bitmez ve halihazırda sınıfa yönelik ciddi bir sermaye saldırısının devam ettiğini görüyoruz.

Bu saldırıları kısaca özetlersek; kıdem tazminatı kaldırılmak isteniyor, sendikal örgütlenme olabildiğince kısıtlanıyor, hiçbir güvencesi olmayan ve kadrolu hâle getirilmeyen taşeron işçilerin koşulları, sözüm ona taşeronluğa son veriliyor gürültüsü içinde daha da kötü hâle getiriliyor. Bütün bu konular, yani taşeronlaşmanın ortadan kaldırılması, iş gücünün gerçek değerine yaklaşacak bir asgari ücretin varlığı ve işyerlerinde işçi cinayetlerini sona erdirecek bir iş güvenliğinin var olabilmesi esasen mücadele ile dayatılmasına ve işçi sınıfının fiili kontrolüne bağlıdır. Örneğin, iş güvenliğini sağlamanın en iyi yolu yönetmelikleri kusursuz bir şekilde yapmak değil, işyerlerinde işçilerin iş güvenliği önlemlerine katılmalarını sağlamaktır. Bu olmadığı zaman “patron-devlet-özel güvenlik şirketleri” üçlüsü mevzuatta olduğu halde fiilen yükümlülüklerini yerine getirmiyorlar; Soma ve diğer birçok yerde yaşadığımız tam olarak budur.

Buradan yola çıkarak, bu 1 Mayıs’ta bu istemlerin somut olarak toplum tarafından duyulacağı bir aktivite göstermek gereklidir. Tabii ki Taksim’in bu bağlamda yeri ayrıdır. O Meydanı bırakmamak gerekir zira o meydan aynı zamanda “o” meydan değildir çünkü Gezi Direnişi’nden sonra Tayyip Erdoğan,  kendisinin canına ot tıkayacak gerçek tehlikenin meydan hareketleri-sokak hareketleri olduğunu çok net görmüştür. Bunu önlemek adına toplumu meydansızlaştırma diyebileceğimiz bir operasyonu gündeme getirmiştir. Dolayısıyla alanlarla ilgili mücadele önemlidir ama bu mücadeleyi yapmak, Türkiye’nin başka alanlarında mücadele etmemenin mazereti olamaz.

Son olarak, hukuk fakültesi öğrencilerine ve hukukçulara yönelik bir mesajınız var mı?

Öncelikle şunu söylemeliyim, bana göre ülkede olması gerektiği kadar bile hukuksal direniş yok. Mesela 60’lı-70’li yıllardaki Türkiye’nin daha devrimcileştiği, solun toplumsallaştığı dönemde, hatta 12 Eylül’de bile söylemlerini çekinmeden ortaya koyan direngen, inatçı hukukçular vardı. Ayrıca bu hukukçuların ille de solcu olması da gerekmiyordu, hukuku hukuk için de savunmuşlardı. Neticede hukukun ve yargılamanın normları, usûlleri, kuralları ve tarafları vardır. Bunlar önemsiz değildir. İddia makamı, savunma makamı, yargıç vardır. Savunmanın hem biçimsel hem de içeriğe ilişkin hakkı/hukuku vardır. Bunlar zaman içinde eritilmiştir. Bir defa, biçimselleşmiş, formatlı, kalıplı bir hale gelmiştir. Şu an Türkiye’de adliyede, yargı sisteminde herhangi bir hukuk veya ceza yargısına gittiğiniz zaman, orada kullanılan, yazılıp çizilen cümlelerin %90’ı birbirinin tıpatıp aynısıdır. Mesela bir tutuklama hâlinin devamı için mahkeme karar verirken, bir kalıp cümleyi oraya yerleştirdiği zaman “gerekçelendirmiş” oluyor. Oysaki hukuk canlı bir şeydir; bir olayla, bir başka olay arasında farklılıklar vardır. Bunların ayrı ayrı değerlendirilmesi, yargılanması gerekir. Yoksa bunları bir kutuya koyarsınız ve “bunun cezası budur” deyip işin içinden çıkarsınız. Dolayısıyla daha önce de bahsettiğimiz gibi hukuk, bugün her zamankinden daha önemli bir şekilde, bir sınıf mücadelesi konusu hâline gelmiştir. Hukukun kendini savunmasında herkese ama en çok “genç hukukçulara” büyük görev düşmektedir. Bir yandan “bu burjuva hukukudur” deyip küçümsememek ve hukuku, hakları, biçimsel avantajları iyi öğrenmek, bilgiyle hukuk alanında müdahale etmek ve aynı zamanda militanlıkla müdahale etmek gereklidir. Bu ikisi birleştiği zaman sistem çok fazla direnemez çünkü en başta söylediğim, hiçbir çuvala sığmayacak o mızraklar, sonunda o mızrakları yapanlara batmaya başlar.


*İcab­-ı Hal Dergisi Nisan 2016/ Sayı 15’ten alıntıdır.