Savaşlar Yalan Söylüyor

Sebastio Salgado

Savaşların saygın nedenlerle gerçekleştirildiği söylenir: uluslararası güvenlik, ulusal onur, demokrasi, özgürlük, düzen, Uygarlığın gereği ve Tanrı’nın isteği. Kimse itiraf etme dürüstlüğünü göstermez:  “Ben çalmak için öldürüyorum.”

Kongo’da, 2002 sonlarında yarıda kalan dört yıllık savaş süresince en az üç milyon sivil öldü. Koltan yüzünden öldüler, ama bunu onlar bile bilmiyordu. Koltan çok nadir bir mineral, tuhaf ismi kolombit ve tantalit isimli iki nadir mineralin karışımından oluşuyor. Cep telefonlarının, uzay gemilerinin, bilgisayarların ve füzelerin üretiminde elzem olduğu keşfedilinceye kadar çok az değeri vardı koltanın. Ama o zaman altından daha değerli oldu.2

Bilinen bütün koltan rezervlerinin hemen hepsi Kongo kumlarında. Kırk yıldan fazla bir zaman önce, Patrice Lumumba altından ve elmastan bir sunakta kurban edildi. Ülkesi onu her gün yeniden öldürüyor. Yoksullar yoksulu Kongo, mineral açısından çok zengin ve doğanın bu hediyesi tarihin lanetine dönüşmeye devam ediyor.

Afrikalılar petrole Şeytan’ın boku derler. 1978’de Sudan’ın güneyinde petrol bulundu. Yedi yıl sonra rezervlerin bilinenin iki katından da fazla olduğu ve büyük bölümünün ülkenin batısındaki Darfur bölgesinde yer aldığı öğrenildi.Orada yakın zamanlarda bir katliam oldu ve hala sürüyor. Hükümetin tanklar ve helikopterlerle destek verdiği Arap milisleri ilerlerken pek çok, bazı hesaplamalara göre iki milyon, siyah köylü kaçtı ya da dayanamayıp öldüler: kurşunlarla, bıçakla ya da açlıktan.

Bu savaş, Arap Müslüman çobanlar ile siyah Hıristiyan ve animist çiftçiler arasındaki etnik ve dini çelişki kisvesine sokuluyor. Ama yanan köyler ve yerle bir edilen tarlaların toprağı delip geçen petrol kulelerinin dikilmeye başladığı yerde olduğu görülüyor.Haksız yere sarhoşlara atfedilen bariz gerçeklerin inkarı, hamdolsun ağzına tek damla içki koymayan gezegenimizin başkanının en belirgin alışkanlığıdır.

O bala, bir günden ötekine, kendi Irak savaşının petrolle hiçbir ilgisi olmadığını açıklamayı sürdürüyor. “Bilgiyi sistematik olarak saklayarak bizi aldattılar” yazıyordu Irak’tan, ta 1920’de Arabistanlı Lawrence diye biri: “İngiltere halkı Mezopotamya’ya geldiğinde içinden saygınlık ve şerefle çıkılması zor bir tuzağa düştü.” Ben tarihin tekerrür etmediğini biliyorum, ama bazen şüpheye düşüyorum.3

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Peki Chavez karşıtı saplantı? Dokuz temiz seçim kazanmış diktatörü demokrasi adına öldürmekle tehdit eden bu kudurmuş kampanyanın Venezüella petrolüyle hiç mi ilgisi yok? Ya İran’daki nükleer tehlike için sürekli atılan alarm çığlıkları? İran’ın dünyadaki en zengin gaz rezervlerine sahip olmasıyla hiçbir ilgisi yok mu? Eğer yoksa, nasıl açıklanır bu nükleer tehlike? Hiroşima ve Nagazaki’deki sivil halkın üzerine nükleer bombaları boşaltan ülke İran mıydı?

Kalifomiya merkezli Bechtel firması, Cochabamba suyunun haklarını kırk yıllığına almıştı. Yağmur suyu dahil bütün suyu. Kurulur kurulmaz tarifeleri üç katına çıkardı. Bir halk ayaklanması patladı ve şirket Bolivya’dan gitmek zorunda kaldı.

Başkan Bush atılana acıdı ve Irak suyunu ona vererek teselli etti. Kendisi çok cömert bir insan. Irak’ın yıkımı hak etmesinin sebebi yalnızca masalsı petrol zenginliği değil: Dicle ve Fırat tarafından sulanan bu ülke çok daha beterine müstahak, çünkü tüm Ortadoğu’nun en zengin tatlı su kaynağı.

Dünya susamış. Kimyasal zehirler nehirleri çürütüyor, kuraklıklar yok ediyor, tüketim toplumu her seferinde daha çok su tüketiyor ve su da her seferinde daha az içilebilir, her seferinde daha kıt. Herkes böyle söylüyor, herkes böyle biliyor: Petrol savaşları yarın su savaşları olacak.

Aslında su savaşları başlamış durumda. İşgal savaşları bunlar ama işgalciler ne bomba atıyorlar, ne de birlikleriyle çıkarma yapıyorlar. Yoksul ülkeleri sıkıyönetime tabi tutup ya özelleştirme ya da ölüm diyen bu uluslararası teknokratlar sivil giysilerle yolculuk ediyorlar. Silahlan, ölümcül gasp ve ceza araçları, ne Üzerlerinde belli oluyor ne de gürültü çıkarıyor.

Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu aynı kıskacın iki dişi, şu son yıllarda on yedi yoksul ülkede suyun özelleştirilmesini dayattılar.

Bunlar arasında bazıları dünyanın en yoksul ülkeleri olan Benin, Nijer, Mozambik, Ruanda, Yemen, Tanzanya, Kamerun, Honduras, Nikaragua… Gerekçe reddedilir gibi değildi: ya suyu teslim edin ya da ne borçlarda af olacak ne de yeni borçlar. Uzmanlar bunu egemenliği parçalamak için değil devletin yetersizliği yüzünden geri kalmış ülkelerin modernizasyonuna yardım etmek için yaptıklarını açıklayacak kadar da sabırlıydılar. Eğer özelleştirilen su faturaları nüfusun büyük çoğunluğu tarafından ödenemez olursa, daha da iyi: Bakalım bu sayede uyuyan çalışma ve kişisel gelişim arzulan sonunda uyanacak mıydı, görülecekti.

Demokraside kim yönetir, kimsenin oy vermediği büyük sermayelerin uluslararası görevlileri mi?

Geçen yılın ekim ayı sonlarında, bir referandum Uruguay’da suyun kaderine karar verdi. Nüfusun büyük çoğunluğu, ezici bir ço­ğunluk suyun bir kamu hizmeti olması gerektiğini, herkesin hakkı olduğunu teyit edecek şekilde oy kullandı.

İktidarsızlık geleneğine karşı demokrasinin bir zaferiydi bu; bize ne suyu ne herhangi bir şeyi idare edebileceğimizi öğreten geleneğe ve kamu malını, herkesin malı kimsenin malıdır anlayışıyla harcayıp heder eden politikacıların yol açtığı itibarsızlığa karşı bir zafer.

Uruguay referandumuna hiçbir uluslararası tepki gelmedi. Büyük iletişim araçları su savaşının, hep kazananlar tarafından kaybedilen bu meydan muharebesinden habersizdiler ve bu örnek dünyanın hiçbir ülkesine bulaşmadı. Bu şimdiye kadar bilinen ilk su referandumuydu, aynı zamanda sonuncusu oldu.

2005-Eduardo Galeano, Biz Hayır Diyoruz..!5

 

“Ününün doruğundayken ortalıktan bir anda kaybolmuş. Üç yıl kimse bulamamış. Bir gün elinde 240 bin kare fotoğraf ile çıkmış ve uluslararası bir kampanya ile hepsini satmış! Parasıyla da üç yıl boyunca fotoğraflarını çektiği Brezilyalı topraksız köylülerin yaşadığı binlerce dönüm araziyi satın alarak, köylülere dağıtmış!”

Salgado, 1986 ve 1992 yılları arasında o ana kadar ki en …büyük projesi olan “Workers/İşçiler (1993)” üzerinde çalışırken ve bu albümü hazırlarken 26 ülke gezerek müthiş bir işçi profili çıkartır! Kimi eleştirmenlere göre “Workers”, Karl Marx’tan sonra yazılmış en iyi “manifesto”dur! Seçilen konuların marksizm ile ilişkisi olması, biçimsel olarak da, kimi zaman göze batacak kadar koyu tonlar ve buna bağlı olarak dışavurumcu etkiler bu paralelliğin izleri olarak görülebilir.Salgado’nun başarısının diğer bir sırrı da entelektüel birikimini pozitif bir biçimde çalışmalarına yansıtmasıdır. Ekonomi üzerindeki birikimi yoksulluk, üçüncü dünya ve sanayileşme kavramlarına eleştirel yaklaşımını belli bir paradigma içerisine oturtmasını sağlamıştır.

“Dünyanın yaşayan en büyük iki fotoğrafçısından birisi”;

“Kodak sadece Salgado yüzünden Tri-Max filmlerin üretimini durdurmaktan vazgeçmiş. Leica ise yeni bir objektifi piyasaya çıkarmadan önce ona gönderirmiş. Eğer o beğenmezse, piyasaya sürmezmiş”

Salgado. Tam adıyla; Sebastião Riberio Salgado… Ünlü fotoğrafçı. Ekonomist. Legion D’Honeur ile ödüllendirilen gazeteci. Çektiği tek kare fotoğrafla ünlü fotoğraf ajansı Magnum’u batmaktan kurtaran kişi. Muhalefet kendisine Brezilya cumhurbaşkanlığını önerdiğinde, “Politikacı olursam, yalan söylemeyi öğrenirim” diyerek nazikçe reddeden aydın…

İnsanlığa daha fazla Salgado lazım…

*fotoğraflar :Sebastio Salgado