Modernliğin Abideleri: Müzeler ve Hayvanat Bahçeleri

Sanayileşmiş dünya çocuklarının etrafı hayvan imgeleriyle çevrilidir: oyuncaklar, çizgi filmler, envai çeşit süs eşyası… Çocukların hayvanlara duydukları, kendiliğinden gibi görünen bu merak, durumun her zaman böyle olduğunu düşünmemize sebep olabilir. Kuşkusuz, ilk oyuncakların bazılarında (insanların çok büyük kısmı oyuncaktan habersizken), hayvan figürleri kullanılmıştı. Aynı şekilde, dünyanın dört bir yanında, çocukların oynadıkları oyunlar ya gerçek ya da hayalî hayvanları içermiştir. Ama hayvan röprodüksiyonları, ancak 19. yüzyılda, orta sınıf ailelerin çocuklarının ortamının ayrılmaz parçası olmuştur.

Daha önceki asırlarda, hayvan oyuncaklarının oranı azdı ve bunlar gerçekçi değil sembolikti. Geleneksel bir tahta at ile atlıkarınca arasındaki farkta bunu görmek mümkündür: İlki, çocukların üzerine bindikleri süpürge sapı gibi bir sopa ile başı andıran bir figürden ibaretti; ikincisi ise, en ince ayrıntılarına kadar işlenmiş, gerçekçi biçimde boyanmış, deri yuları ve gerçek atlardan alınmış yeleleriyle koşan bir at gibi hareket etmek üzere tasarlanmış bir at “röprodüksiyonu”dur. Atlıkarınca bir 19. yüzyıl icadıdır.

Hayvan oyuncaklarının gerçeğe yakın olması yönündeki bu talep, imalatta farklı yöntemlerin benimsenmesine yol açtı. İlk pelüş hayvanlar üretildi, bunların en pahalı olanlarında gerçek hayvan derisi –çoğunlukla ölü doğan buzağıların derileri– kullanılıyordu. Aynı dönemde, çocukların yatarken yanlarına aldıkları –ayı, tavşan gibi– yumuşak hayvan oyuncakları ortaya çıktı. Gerçekçi hayvan oyuncaklarının imalatı ile, halka açık hayvanat bahçelerinin kuruluşu aynı döneme denk geliyordu.

 

Atlıkarınca ustalarından Amerikalı Charles W. Dare’e ait, kuyruğu at kılından yapılmış bir atlıkarınca, 1800’ler.

Paris’teki Botanik Bahçesi’nde 1793’te açılan hayvanat bahçesinde hayvanları resmeden sanatçılar. 7 Ağustos 1902 tarihli L’illustration dergisinden.

Halka açık hayvanat bahçelerinin kurulması, hayvanların gündelik hayattan kayboldukları bir dönemin başlangıcına rastlar. İnsanların hayvanlarla karşılaşmak, onları gözlemlemek için gittikleri hayvanat bahçeleri, aslında bu tür karşılaşmaların imkânsızlığını kanıtlayan abidelerdir. Modern hayvanat bahçeleri, tarihi insanlık kadar eski olan bir ilişkinin mezarına yazılmış birer kitabedir.

Hayvanat bahçeleri ilk kurulduğunda –Londra’da 1828, Paris’te 1793, Berlin’de 1844– ülkelerin başkentlerine hatırı sayılır bir saygınlık kazandırmıştı. Bu saygınlık, özel kraliyet hayvan koleksiyonlarına atfedilen prestijden farklı değildi. Bu koleksiyonlar, imparatorun ya da kralın gücünün ve zenginliğinin göstergeleriydi. Aynı şekilde, 19. yüzyıldaki kamusal hayvanat bahçeleri de modern sömürgeci gücün kanıtlarıydı. Hayvanların yakalanıp tutsak edilmesi, bütün uzak ve egzotik toprakların fethini simgeliyordu.

Fakat, 19. yüzyıldaki diğer tüm kamu kurumları gibi, hayvanat bahçesi de, her ne kadar emperyalizm ideolojisine dayanak oluştursa da, yurttaşlıkla bağlantılı bağımsız bir işlevi yerine getirme iddiası taşımalıydı. Bu, hayvanat bahçesinin farklı türde bir müze olduğu, halkı bilgilendirme ve aydınlatma amacı taşıdığı iddiasıydı. Bu nedenle hayvanat bahçelerinin uyandırdığı ilk sorular tabiat bilimiyle ilgiliydi; sonra, böylesi gayri tabii bir ortamda bile hayvanların doğal yaşamlarının incelenebileceği düşünüldü.

Hayvanat bahçeleri, gerçekçi hayvan oyuncakları ve hayvan imgelerinin ticari olarak yaygınlaşması… Bunların tümü, hayvanların gündelik hayattan kopmasıyla başladı. Bu icatların, söz konusu kopuşu telafi ettiği düşünülebilir. Ama gerçekte bunlar, hayvanların bizden ayrılması gibi, aynı amansız sürecin parçasıydı. Hayvanat bahçeleri, hayvanların nasıl yaşamın kıyısına itildiğini gösteriyordu. Gerçekçi oyuncaklar, yeni hayvan kuklalarına olan talebi artırdı: kentli pet. Hayvanların imgelerde yeniden üretilmesi –biyolojik üremeleri gittikçe daha az tanık olunan bir manzara haline geldikçe–, hayvanların hiç olmadıkları kadar uzak ve egzotik kılınmalarına yol açtı.

Hayvanlar her yerde kayboluyorlar. Hayvanat bahçelerinde, kendi kayboluşlarının canlı abideleri konumundalar. Kapitalizm kültürü açısından bu tarihî kaybın geri dönüşü yoktur.

John Berger’in “Why Look at Animals?” adlı metninden kısaltılarak çevrilmiştir. Why Look at Animals içinde (Londra: Penguin Books, 2009) s. 12-38.