İttifaktan düşmanlığa: AKP – Cemaat

“Yeni Türkiye” denilen garabetin kurucu güçleri olan AKP ile Gülen Cemaati arasındaki savaş, gündemin tek belirleyici unsuru. MİT soruşturmasıyla kamusal alana taşan, dershaneler çatışmasıyla şiddetlenen, yolsuzluk soruşturmalarıyla bir meydan muharebesine dönüşen savaş, Recep Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen’in söyledikleri ve yaptıklarına bakılırsa kolay biteceğe de benzemiyor.

1 (2)Tarafların her ikisi  demokrasi, barış ve temiz toplum için mücadele ettiği iddiasında. Dini ve etik değerlerin de alet edildiği bu savaşta tarafların ihtiyaç duyduğu yalanlar, kendilerine gönül verenler nezdinde gerçeklerden daha çok itibarlı. Ancak yapılan savunmalara kimse aldanmasın. her ikisi de sistemin ve toplumun demokratikleşmesini değil, kendi otoritesini hâkim güç kılmak üzerinden içinde örgütlenmek istedikleri devleti ele geçirmek isteyen güç odakları. Bu savaş ne demokrasi ve temiz toplum ne de birilerinin iddia ettiği gibi barış ya da sivilleşme için yaşanıyor. Sadece devletin sahibi kim olacak diye savaşılıyor. Ancak bu savaşı bugün yaşananlara bakarak okumak hatalı. Çünkü ikili arasındaki ittifakın da husumetin de geçmişi hayli eskiye, 1970’lere dek uzanıyor. Bu husumetin en önemli nedeni ise Fethullah Gülen ve cemaatinin her zaman hâkim otoriteden, devletten yana saf durmayı düstur edinmesiydi. Geçmişin devlet iktidarı Necmettin Erbakan ve Milli Görüş Hareketini
İslamda radikalleşmenin temsilcisi olarak görüyordu. İşte bu radikalleşmenin karşısına çıkarılan ılımlı İslamın temsilcisi konumundaki Gülen ve cemaati adeta Milli Görüş’ten korkanların panzehiri olarak sunuldu. Başka bir deyişle Fethullah Gülen kendisine biçilen rolü ve verilen görevi bile isteye kabul etti.

AKP’ye kadar ilk ve tek ittifak

AKP’nin bağrından doğduğu Milli Görüş ile Nurculuğun içinden koparak bağımsız ve geleceğin en güçlü dini grubu olan Gülen Cemaati arasındaki ilk ittifak 1973 seçimlerinde oldu. Milli Görüş’ün kurucusu Erbakan, siyasete girdiği Milli Nizam Partisi’nin 1971 darbesiyle kapatılmasının ardından Milli Selamet Partisi’yle yoluna devam ediyordu. MSP’nin siyaset sahnesinde güçlü bir aktör olmaya başlaması, Nur cemaatinden bağımsızlığını ilan etmek için uygun zaman kollayan küçük bir grubun lideri olan Gülen için de bir fırsat doğurmuştu. MSP’nin de Nurcuları yanına çekmek istemesiyle Erbakan ile Gülen arasında bir yakınlaşma başladı. Fethullah Gülen, 1973 seçimlerinde çevresindekileri de MSP’ye oy vermesi için yönlendirmesi ikili arasındaki ilk ittifaktı. AKP iktidarına kadar iki yapı arasında gerçekleşen bu tek ittifak döneminde İzmir’i merkez alan ve yakın çevredeki birkaç ilde etkinliği olan Fethullah Gülen de Nurculardan kopuşunu ilan etti. Gülen’in küçük grubu, ittifak kurduğu MSP’nin tüm ülkeye yayılan il ve ilçe teşkilatlarıyla neredeyse köylere kadar ulaşabilmenin yolunu da böylece buldu.

Ancak MSP’lilikle Gülenci olmanın iç içe geçtiği bu ittifak kısa sürede sonlanırken, AKP iktidarına kadar da iki grup beraber durmak bir yana aksine birbirlerine rakip oldular. Gülen, yeterince güçlendiğine inanarak MSP’lilikten kurtulması gerektiğine karar verdi. Sahip oldukları yurt ve dershanelerin sorumluları, Cemaat’in çeşitli kurumlarındaki görevler gibi çekirdek kadrolar MSP’li olanların elinden alınarak Fethullahçı olanlara veriliyordu. Hep MSP kadrolarının değiştirilmesi dikkat çekince partililer durumu anladı.

Gülen Cemaati içinde, “MSP’lilik- Fethullahçılık” tartışmaları başladı. Cemaatçiler, siyaset yerine başka hizmetlerin yaygınlaştırılması gerektiği ve Erbakan gibi devlete muhalif olarak hizmet edilemeyeceğini söylüyordu. Hatta aksine, devletten yana durmanın mesafe kat etmekte yardımcı olacağını savunuyorlardı. Cemaat ve parti için kalan tartışmaları ortalığa döken, Gülen’in 24 Haziran 1980’de verdiği bir vaazda isim vermeden MSP’yi ve yayın organı Milli Gazete’yi eleştirmesi oldu. MSP’li gençliğin bir kısmında cüppe ve sarık giyme modasının yaygınlaştığı o tarihlerde Gülen verdiği vaazda, “Cüppeyle, sarıkla bu işler olmaz, paçavra gibi bir gazeteyle bu iş yürümez” deyince tartışmalar ortalığa döküldü.

Gülen’in bu sözleri, özellikle kırsal kesimdekiler başta olmak üzere çoğunluğu MSP’lilikten henüz kopmamış olan cemaat içinde büyük tepki çekti. Söz konusu vaazın olduğu kaset hemen piyasadan çekilerek imha edildi. Fethullahçılarla MSP’lilerin ilk gerginliği olan bu olayda cemaatçiler partililerin öfkesi yatışsın diye yanlış anlaşıldıklarını söyleyip sessiz kalmayı tercih etse de büyük bir kopuş yaşandı. Kısa süre sonra gelecek olan 12 Eylül 1980 darbesiyle MSP kapatılıp Erbakan da cezaevine gönderilince, Gülencilerle yaşanan kavga o dönem için noktalandı. Darbeyle birlikte Gülen için de İslamcı camianın en kitlesel grubuna dönüşen ve lidersiz kalan MSP tabanıyla bölünmeler yaşayan diğer cemaat ve tarikatları hareketinin içine çekmenin de yolu açılmış oldu.

Gülen, 28 Şubat’ın savunucusu

AKP’nin iktidara geldiği 2002 seçimlerine kadar Gülen Cemaati ile Milli Görüş arasında birçok ayrışma yaşandı

İkili arasındaki, günümüze kadar uzanan süreçteki en büyük kırılma 28 Şubat 1997’deki darbe sırasında oldu. Siyasal İslamın Türkiye’de legal siyaset alanında 1990’larda başlayan yükselişiyle işbaşına gelen Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan ortaklığındaki hükümetten memnun olmayan asker 28 Şubat 1997’de bir kez daha sahneye çıktı. Ordunun demokrasi ve siyaseti karanlığa gömen gölgesiyle “şeriatçılık” adı altında bir cadı avı başlamıştı. Tıpkı sistemin işine gelmediği herkesin yakın geçmişte “Ergenekoncu” şimdi de “Paralelci” denilerek fişlenmesine benzer bir şekilde siyasetçisinden öğretmenine, bürokratından sermaye sahibine kadar herkes şeriatçı, tarikatçı ya da cemaatçi olmakla suçlanıyor, bu suçlamalarda yürütülen psikolojik savaş unsurlarıyla destekleniyordu. Türkiye siyasi ve toplumsal tarihinin yaşadığı fiili son askeri darbe olan 28 Şubat’la birlikte seçimlerle işbaşına gelen RP hükümetten düşmekle bırakılmayıp kapatılacaktı. Fethullah Gülen ve cemaatinin siyasi ve toplumsal alandaki en büyük rakibi bir kez daha oyun dışına itilecekti. Hem de Fethullah Gülen’in katkılarıyla. Darbenin Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini hızlandırdığı iddiasındaki Gülen’e göre 28 Şubat’ta muhtıra verildiğini söylemek askerin günahına girmekti. Gülen’e göre hükümeti düşüren MGK kararları tavsiyenameydi. Gülen savunmakla kalmadığı darbeyi meşru kılmak adına Erbakan’a istifa çağrıları yapmıştı. MGK kararlarını silah zoruyla dayatanların, Cumhuriyet ve laikliğin en büyük tehdit altında olduğu bir dönem olduğu için sorumluluk bilinciyle hareket ettiklerini ve masum olduklarını ifade eden Gülen, darbecilerin sevap alacaklarını bile söylemişti. Gülen’in bu tutumuyla Milli Görüş’le arasına kalın bir duvar örülmüş oldu.

ABD ve İsrai l’e karşı yaklaş ım farkı

İkiliyi karşı karşıya getiren bir diğer olay ise ABD’nin 1991 Körfez Savaşı sırasında Irak’a saldırması sırasında oldu. ABD bombardımanları nedeniyle Irak’ta her gün, aralarında çocuklar ve kadınların da bulunduğu sivil halktan çok sayıda kişi ölüyordu. Türkiye’deki, geleneksel olarak anti- Amerikancı ve anti-Siyonist tutum alan İslamcı camia da tepkiliydi. Ancak Fethullah Gülen yaptığı bir konuşmada, Irak’ın İsrail kentlerine yönelik füze saldırısında ölen ve yaralanan İsrailli bebeklerin kendisini çok üzdüğünü belirterek ağladığını söyledi. İslamcı camiadaki Siyonist düşmanlığının had safhaya çıktığı bir dönemde yapılan bu konuşma büyük tepki çekti. Dönemin RP’li siyasi aktörlerinden ağır eleştiriler yöneltildi. Cemaat’in yayın organı Zaman gazetesi de Gülen’i savunmak için, Irak’ın yanında olduğunu açıklayan Erbakan’ın, ABD müttefiki olan Suudi Arabistan kralına savaşta başarılar dileyen mesaj göndermesini haberleştirdi. Zaman gazetesi Erbakan’ı ikiyüzlülükle suçluyordu. Aslında günümüzde de yansımalarını gördüğümüz bu farklılık iki hareketin ABD ve İsrail’e karşı tutum alışlarıyla yakından ilgiliydi. Erbakan ve dolayısıyla Milli Görüş hareketi katı bir “Batı ve Siyonizm düşmanlığı” içinde kendini var etmişti. Milli Görüş çizgisinin aksine Gülen ve cemaati ise bu iki güce rağmen bir güç odağı olunamayacağının bilincinde bir İslami cemaat olarak kendini var kıldı. Yani dünyanın egemen gücü ve tetikçisi iki gücün gölgesinde ve onların etki alanında büyüyen bir güç olmayı tercih etti.

Başörtüsündeki tutumlar

Cuntacıların, darbe öncesinin siyasi liderlerini beş ve 10 yıl sürelerle siyasetten yasaklayan halkoylamasında da hem Gülen hem de İslamcı camianın büyük çoğunluğu cuntanın yanında yer aldı. Ancak İslami camianın iki büyük hareketi olarak aynı tabanı hedef kitle seçen Milli Görüş hareketi ve Gülen Cemaati’ni 1980 darbesi sonrasında bir kez daha karşı karşıya getiren ilk somut olay ise başörtüsü sorunu yüzünden oldu. Üniversitelerde başörtüsü yasağı, darbe sonrasında ilk öğrenci eylemlerinin de nedeniydi. Tüm yurda yayılan protestolarda aktif olarak yer alan yapı ise İslamcı muhafazakâr tabanın sorunlarına eğilerek partisinin etki alanını genişletmeye çalışan Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’ydi. Fethullah Gülen ise bir kez daha devletin safında yer almayı tercih etmişti. 26 Kasım 1989’da İzmir Hisar Camii’nde verdiği vaazında Gülen, türban gösterilerini eleştiriyordu. Gülen vaazında, “Türban yürüyüşlerinde yer alan kadınların çoğu çarşafa bürünmüş erkeklerdir. Diğerleri ise aslında başı açık olup da provokasyon amacıyla yürüyüşe katılan kadınlardır. Bu gösterilerin arkasında, dinsizler, komünistler vardır” deyince RP kadroları için bulunmaz fırsat doğdu. Gülen, başörtüsü gibi hassas bir konuda da devlet refleksi gösterince, hakkındaki “devlet ajanlığı” iddiaları RP kadrolarınca bir kez daha dolaşıma sokuldu. Ağır eleştiriler yöneltildi.