Ülkemin Ruhları Gurbette Yaşayanlarına

10406564_330665683753667_1565343980448213949_nBu yazı ülkesini, topraklarını başka yerde barınamayacak kadar çok seven ama ruhları uzun zamandır gurbette dolaşan yalnızlar için yazıldı.
Kendilerini toplumda kuşatılmış, mutsuz ve bölünmüş hissettikçe, ruhlarını uzak diyarlara sürgüne gönderenler ne yazık her geçen gün artıyor.
Öyle ki karpuz gibi ikiye parçalanmış durumdayız.
Parçalardan birincisi, artık çağdaş ülkelerin bile demokrasi dışı uygulamalarını eleştirdiği, baskıcı ve tehlikeli bulduğu birisini Çankaya’ya çıkarıp, tek adamlığını ilan etmesi için var güçleriyle hazırlık yaparken, diğer kesim 12 yıl yetmezmiş gibi belki de onu mumla aratacak bir döneme doğru sürüklendiğimizden dolayı kaygılı, öfkeli, ”Pılıyı pırtıyı toplayıp ülkeden gitmeli.” noktasında.

İşte birbirlerine böylesine yabancılaşmış yurttaşların çığ gibi çoğaldığı bir ülkede nasıl yaşanır sorusuna açık, belirgin yanıtlar ararken izledim o filmi. Dilerseniz parçalanmışlığımızı daha iyi kavramak amacıyla, kısa bir sinemasal yolculuğa doğru uzanalım şimdi.

ferhan-ulkemin-ruh13Yer, Buenos Aires.

Arjantinli yönetmen Gustavo Taretto’nun ”Medianeras” adlı filmi, karşılıklı apartmanlardaki tek odalı dairelerinde, birbirlerinden habersiz ama benzer şeyleri yaşayan iki yalnız insanın hikâyesini işliyor. Mariana ve Martin’in yalnızlık üzerine kurulmuş hayatları, çağımızdaki iletişimsizliği, kalabalıkların arasında boğulan kent insanının tekliğini, açmazlarını, içine kapanmışlığını simgeliyor. Taretto filmin ilk dakikalarında kamerasını çirkin, çarpık yapıların, eğri büğrü binaların arasında, üstünde, sağında solunda gezdirirken, kim olduğunu henüz bilmediğimiz birisinin konuşmaları eşliğinde izliyoruz görüntüleri.

”Buenos Aires denetimsiz ve çarpık biçimde büyüyor. Terk edilmiş bir ülkenin aşırı kalabalık kenti. Burada binlerce bina gökyüzüne doğru yükseliyor, gelişi güzel biçimde. Fransız tarzının yanında tarz yoksunu bir bina. Gördüğünüz çarpıklık muhtemelen bizi temsil etmekte; estetik ve ahlâki çarpıklıklarımızı. Hiçbir mantığı olmayan binalar zinciri kötü planlamanın ürünü, tıpkı hayatlarımız gibi; nasıl yaşamak istediğimize ilişkin hiçbir fikrimiz yok. Buenos Aires’te sanki mola vermişçesine barınıyoruz. Sadece bir kiracı kültürü yaratmışız.

Binalar daha küçüklerine yer açmak için giderek eziliyorlar. Evler oda sayılarına göre tanımlanıyor. 5 odalı olanların kileri, balkonu, oyun ve hizmetçi bölümleri bile var. Diğer grup ayakkabı kutusu diye tanımlanan tek odalı yerlerden oluşuyor. Ayrıcalıklı olanlar A ya da B blokta oturuyorlar. Harfler ilerledikçe ferah ve basıklık farkı iyice belirginleşerek göze batacak hale dönüşüyor. Başta vadedilen manzara ve ışık gerçekle nadiren örtüşüyor. Önümüzden akıp giden güzelim nehre sırtını dönmüş bir kentten başka ne beklenebilir ki?”

İçimizi daraltan, soluğumuzu kesen apartman görüntüleri eşliğinde dinlediğimiz sesin Martin’e ait olduğunu, günümüzde sıkça rastladığımız, hatta bizzat girdabına kapıldığımız insanlık hallerini anlatan o konuşmasının sonunda kavrıyoruz. Çirkin binalar yerlerini en az onlar kadar itici görünen elektrik tellerine, kablolara, antenlere, çanaklara, baz istasyonlarına, vericilere bırakırken dinliyoruz Martin’i.

”Bu kablolardan ne zaman kurtulacağız? Hangi dahi nehir manzaramızı binalarla, gökyüzümüzü antenlerle kapattı acaba? Kilometrelerce uzanan kablolar bizi gerçekten birleştirebiliyor mu? Ayrılıkların, boşanmaların, aile içi şiddetin, kablolu kanal sayısındaki patlamanın, iletişim eksikliğinin, umursamazlığın, uyuşukluğun, depresyonun, intiharların, nevrozların, panik atakların, obezitenin, gerginliğin, güvensizliğin, melankolinin, stres ve hareketsiz yaşam tarzının bu binaları tasarlayan mimar ve mühendislerin suçu olduğundan adım gibi eminim. İntihar hariç saydığım rahatsızlıkların hepsi bende var.”

Görüntüler karanlığa yakın, dağınık bir odada bilgisayar başında yazışan Martin’in yüzüne doğru yaklaşıp, donuyor.

Şimdi Buenos Aires’e yeniden dönmek üzere, ikiye parçalandığımızı söylediğim kendi dünyamızda olup bitenlere kısaca bakalım.

Ortasına sürüklendiğimiz koşulların, Medianeras’ta günümüzün yalnız insanı ekseninde işlenen durumdan çok daha çözümsüz göründüğünü kanıtlayacak sağlam verilere sahibiz. Yani Soma’da 301 insanını diri diri toprağa gömdükten sonra hiçbir şey olmamışçasına yoluna devam eden bizden başka bir dünya devleti, yönetim anlayışı kaldı mı haritada, doğrusu bilmiyorum. Düne kadar Suriye’yi, bugünse Irak’ı kana bulayan, terör örgütleri listesinde ilk sırada yer alan IŞİD’ın toparlanmasında, büyümesinde etkin rol üstlendiği iddia edilen bir iktidar tarafından 12 yıldır yönetildiğimizi, daha da yönetileceğimizi söylemek bile, korkularımızın boyutlarını tanımlaması bağlamında yeterli bir gösterge.

Biz sadece kapitalist sistemin kokuşmuş değerleri, insanı, hayatı köleleştiren çarkları altında ezilmiyoruz. Üstüne üstlük dini göstergeleri referans alan, özel yaşamı, kişilik haklarının dokunulmazlığını paramparça eden ama bir o kadar da yolsuzluğa, hırsızlığa bulaşmış hoyrat, acımasız bir iktidarın boyunduruğu altındayız. Girişte kısaca tanımlamaya çalıştığım gibi taraflardan bir kısmı olup bitenlerden, başımıza gelen felaketlerden habersiz ve mutlu. Onlar yozlaşmayı, arsızlığı, yalanı, ikiyüzlülüğü, vicdansızlığı gündelik hayatın sıradan uygulamaları arasına sokmuşlar, büyük bir cesaretle hatta tehditler savurarak dolaşıyorlar aramızda. Diğer yarımızsa bu hale nasıl geldik diye kendi kendini yiyip bitiriyor.

Sosyolojik bir olgudan söz ediyorum: Toplum katmanları gündelik yaşamlarında genellikle ortak bir dile gereksinme duyarlar. Bu hem aidiyet duygusunu pekiştirir hem de beraber yaşamayı kolaylaştıracak olanaklar sunar. Katmanlar arası farklılıklar arttıkça dil de farklılaşır. Şimdi dikkatlice bakın çevrenize: İhsanoğlu’nu ya da Erdoğan’ı Çankaya’ya çıkarmaya çalışanlarla aranızda ortak bir dil var mı? Ne dediklerini anlayabiliyor musunuz? Ortak dilini yitirmiş, iletişim kanallarını sıfırlamış bir ülkede yaşıyoruz. Toplumun bir kısmı acıdan duvarlaşmış, diğer kısmı duvara tekmeler atıyor, tükürüyor, kirletiyor. Duvarlaşıp katılaşanlar yani üstlerini başlarını kirletenlere hayretle bakanlar, şimdilerde acılarını dindirebilmek için bir çözüm buldular: Ruhlarını sürgüne yolladılar. Kendileri burada yaşıyormuş görünseler de, ruhları uzak yerlerde onların.

Kimi zaman okuyucu yorumlarını da katıyorum ya yazılarıma, onlardan birisi de ”Hiçbir cinayet sonsuza kadar saklanmaz” başlıklı analize geldi. Tam işlediğimiz konuyu özetleyecek nitelikte. Antalya’da aile hekimliği yapan Belgin Aflay şöyle diyor:

” Bir ulusun yaşama sevincini öldürmek de kuşkusuz en insafsız cinayetlerdendir. Ve ne yazık ki son zamanlarda ülkemizde meydana gelen trajik olaylardan dolayı, çevremdeki hemen hemen herkes elinden umutları alınmış, düş kırıklığına uğramışçasına yaşam enerjisini tüketmiş bir şekilde ruh gibi dolaşıyor.”

İşte parçalanmışlığımızı, aynı toplum katmanlarında yaşayanların ortak dili yitirmişliğini özetleyen vurucu bir yaklaşım. Bu duruma nasıl sabredeceğiz sorusu, koşullara direnebilmek için ruhlarını sürgüne yollayanların dünyasında çığ gibi büyüyor. Üstelik onlar sadece bu parçalanmışlığı yaşamıyorlar. ”Medianeras”ta anlatılan insanlık hallerini de bunlara eklemek gerekiyor.

Şimdi Martin’in internette dolaşırken söylediklerine bir kez daha kulak verelim: ”İnternet beni dünyaya yaklaştırıyor ancak hayattan uzaklaştırıyor. İnternetten bankacılık işlemlerimi yapıyorum, dergilerimi okuyorum, müzik indiriyorum, radyo dinliyorum, yemek siparişi veriyorum, film izliyorum, sohbet ediyorum, ders çalışıyorum, oyun oynuyorum, seks yapıyorum. Benim için konuşmak mesajlaşmaktan başka bir şey değil. Sınırlı ve kısıtlı kelimelere, işaretlere indirgenmiş 10 tuşlu bir sistemim ben.”

Martin hayatına giren ama sanal dünyaya alıştığı için başarısızlıkla sonuçlanan ilişkilerinden birisinde, kıza kendini açıklayabilmek için şöyle diyor:

”Benim bir yöntemim var. Neşeli günlerimde çok neşeli, hüzünlü günlerimde çok hüzünlü olmamaya çalışırım. Bir nevi ruh termostatı gibi bir şey bu.”

Bunun üzerine hayatından gitmek üzere olan sevgilisi ”Peki ya termostat bozulursa?” diye soruyor.

Yalnız adam ”Bir sakinleştirici yutarım, olur biter.”diyor gülerek.
Ya bizim yalnız insanımız?
Ya bizim ruhlarını uzak diyarlara sürgüne gönderen mutsuzlarımız ne yapsınlar?
Onların kaygılarını, parçalanmışlıklarını yalandan da olsa iyileştirecek bir sakinleştirici bulundu mu acaba?
Ferhan Şaylıman