Latin Amerika Solu‏

Chavez, Lula ve şimdi Kirchner; Latin Amerika’da yeni bir umut doğdu, devlet vasıtasıyla toplumsal değişimin gerçekleşebileceği, bu hükümetlerin gerçekten kendi ülkelerinin toplumsal koşullarını geliştireceği, daha güzel bir dünya meydana getirilebileceği umudu. Bu umutlar hayal kırıklığıyla mı sonuçlanacak? Bu sonuç kaçınılmaz mı? Devletler vasıtasıyla radikal ya da anlamlı bir toplumsal değişimin gerçekleşmesi olabilir mi? Biz hepimiz daha güzel bir dünya inşa etmek istiyoruz, lakin bu inşa edilmek istenen güzel dünya, devlet aracılığıyla kurulabilir mi?

Bu konu üzerine dört genel nokta çıkarılabilir.

1. Hükümetler kuşkusuz bir miktar toplumsal iyileşme sağlayabilirler.
Bunların kapitalist devletlerin hükümetleri olduklarını biliyoruz. Bu, bütün kapitalist hükümetlerin tıpa tıp aynı oldukları anlamına gelmez. Hükümetlerin kendi topraklarında yaşayan insanların yaşam koşullarını geliştiren önlemler almaları mümkündür. Hükümetlerin daha adil bir servet dağıtımını sağlaması ve yoksulluğu azaltması mümkündür. Hükümetlerin yolsuzluğu ve işkenceyi cezalandırması mümkündür. İnsanların Menem’e karşı Kirchner’i ya da muhaliflerine karşı Lula’yı veya Chavez’i tercih etmelerinin birçok sebebi vardır.

2. Bir hükümetin yapabilecekleri, onun kapitalist toplumsal ilişkilerin bütünlüğü içerisine nasıl yerleştirilmiş olduğuyla ciddi olarak sınırlanmıştır.Hükümet, kendine ait bir toplumu olan bağımsız bir ulus devletin hükümetiymiş gibi görünür. Arjantin hükümeti (ya da herhangi bir hükümet), Arjantin halkının hükümetiymiş gibi ve Arjantin devletini yönetiyormuş gibi görünür. Arjantin, diğer kendi kendine yetebilen öğelerden (Brezilya, Meksika, Fransa gibi) ayrılabilir olan, kendi kendine yetebilen bir öğeymiş gibi ve dünya, bu tür öğelerin toplamından meydana geliyormuş gibi görünür.

Gerçeklikte bu hiç de böyle değildir. Dünyada sadece bir toplum vardır: Kapitalist toplum küreseldir (ve daima böyle olagelmiştir). Giydiğiniz kıyafetlere, yediğiniz yemeklere, seyahat ettiğiniz araca, şu anda okuduğunuz makaleye bakın. Biz hiçbir bölgesel sınır tanımayan toplumsal ilişkilerin içindeyiz. Kendisinin egemen olduğunu ilan eden devlet, aslında tek bir kapitalist toplumu destekleyen birçok ülkeden biridir. Her bir devlet, egemen olmak bir yana, kapitalist toplumsal ilişkiler bütünlüğünün parçasıdır.

Her bir devletin kapitalist dünya toplumunun kurumlarından yalnızca biri olduğu, bu toplumun diğer kurumları (İMF-DTÖ-ABD-diğer devletler ve benzeri) ile olan ilişkilerinde açık hale gelir. Ama çok daha temel olarak, her bir devleti dünya kapitalizmiyle entegrasyona mecbur bırakan ve bunu ifade eden şey, sermayenin hareketidir. Her bir devlet sermayeyi kendi sınırları içerisinde tutmak ya da kendi sınırlarına çekmek için elinden gelenin en iyisini yapmaya zorlanmaktadır. Devlet bunu yapmazsa, halkı yoksulluk çekecek ve “geri kalmışlığa” terk edilecek ve devlet başarısız bulunacaktır.

Devlet (herhangi bir devlet), sermayeyi kendi sınırları içerisinde tutmak ya da kendi sınırlarına çekmek için, sermayenin kârlılığını koruyan koşulları sağlayabilmek için yapabileceği her şeyi yapmalıdır. Devlet böyle yapmazsa, sermaye başka yerlere, diğer devletlere gidecektir. Bu durum, en radikal hükümetlerin yapabileceklerini bile ciddi olarak sınırlamıştır. Dünyada sermaye hareketi ne kadar hızlı ise, bu sınırlar da o kadar esnektir.

3. Devletin kapitalist toplumsal ilişkilere entegrasyonu onun, her zaman, sermayenin insanlığa karşı saldırısının parçası olduğu anlamına gelir.
Önceki iki nokta problemin sadece yüzeyini kaşır. Bu noktalara dayanarak birisi “Evet. Bir hükümetin neler yapabileceği sınırlandırılmıştır, lakin bu hükümet dünyayı ilerletecek şeyler yapabilir. Şu an için bu durum kafidir. Ben Kirchner’i (Lula’yı ya da kim olursa) destekleyeceğim” diyebilir. Ama hayır: Sorun bundan daha karışıktır.Devletin küresel sermaye hareketine entegre edilmesi, sadece devletin yapabileceklerine dışsal sınırlar koymakla kalmaz. Bu durum, devletin faaliyetinin ve örgütlenmesinin her bir yönünü etkiler, böylelikle bizler devleti sermayenin ya da kapitalist toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak zikredebiliriz.

Sermaye, sürekli bir ayırma hareketidir. En temel olarak, sermaye eyleneni (done), eyleyiş (doing) sürecinden ve eyleyenden (doer) ayırır. Bir başka deyişle, kapitalist, iş sürecini ve işçiyi ayırarak, iş sürecinin ürününü kendine mal eder. Bu temellük, varoluşumuzun her safhasına yayılmış olan bir parçalanma ya da ayrılma hareketinin merkezidir. Devlet, bu sürecin parçasıdır: o, kendi vatandaşlarını diğer devletlerin vatandaşlarından ayırır (son yüzyılda hiçbir şeyin yol açmadığı kadar fazla ölüme ve yıkıma yol açan bir ayırma), kamusal olanı özel olandan (ve böylece önemli olanı önemsiz olandan), politikacıları toplumun geri kalanından, politik olanı ekonomik olandan ve benzeri. Sermaye, bizi parçalayan bir alıp götürme sürecidir. Devlet de bizi parçalanmış bırakan bir alıp götürmedir: Devlet kendi toplumsallığımızın sorumluluğunu bizlerden alıp götürür, diğer insanlarla olan birliğimizi alıp götürür, insanlar olarak birliğimizi alıp götürür.

Devletin bir süreç olduğunu söylemek onun toplumsal etkinliği belli bir yoldan kanalize ettiğini söylemektir, onu sermaye ile uzlaştıran ve sermayenin yeniden üretimi ile bütünleştiren bir yolla. Devlet ile ilişkilenmek, bizi sermaye ile uzlaşmaya doğru götüren kanallara sokulmak anlamına gelir. Bir seçimde öfkemiz, onu sermaye için zararsız hale getiren bir biçimde kanalize edilir. Lula ya da Kirchner lehinde oy kullandığımızda, onlara “sen bizim problemimizi çöz” deriz, kendimizi kendi toplumsal öznelliğimizden ayırırız ve bu öznelliğin hiç kimseye tehdit oluşturmayacak biçimlere sokulmasına izin veririz. Eğer bir protesto hareketi kendisini bir partiye çevirir (ya da bir partiyle yakından ilişkilenirse) ve devlette veya devletin kontrolünde nüfuz edinmeye yönelirse, ardından genel ayrılma mantığını, devletin dilini, tipik devlet hiyerarşisini, devletin zamansallığını ve benzeri şeyleri benimsemek zorunda kalır.

Kirchner, Lula ve Chavez’in tehlikesi, getirebilecekleri güzel önlemlerin ötesinde, sınıf mücadelesini belli örgütsel biçimlere ve davranış biçimlerine çekmeleridir, tarihsel olarak tahakküm amacıyla geliştirilmiş olan, protesto hareketinin sermayenin yeniden üretimi ile uzlaştırılmasına işaret eden biçimler. Sermaye ile uzlaşma sadece şeylerin olduğu haliyle uzlaşmak anlamına gelmez. Sermayenin sadece insanlığa karşı sürekli ve her zamankinden daha şiddetli bir saldırı olarak kavranması gerektiği her gün daha da açık hale geliyor. Sermaye ile uzlaştırılmak bu insanlığa karşı saldırının içinde yer almaktır.

Bu yüzden Kirchner’i ya da Lula’yı desteklemek göründüğü kadar basit değildir. İlk olarak, onların yapabilecekleri oldukça sınırlıdır. Lakin ikinci olarak, ve daha da önemlisi, solumsu bir hükümetin varlığı, sermayeye karşı muhalefetimizi, kendimizin kontrol etmediği ve insanlığa karşı kapitalist saldırının parçası olan biçimlere kanalize etmemiz yönünde bir davettir. Kötünün iyisi mantığı (Kirchner Menem’den ya da Lula karşıtlarından daha az kötüdür) güçlü ve tehlikeli bir mantıktır, çünkü bu mantık bizi kolayca insanlığa karşı saldırının mantığına çeker.

4. Bizim problemimiz toplumu örgütlemenin başka yollarının nasıl kurulacağıdır.
Kapitalist biçimler yoluyla daha iyi bir dünya yaratamayız. Bunlar, asırlar boyunca geliştirilmiş ve insanlığı kendi yok edilişiyle uzlaştırma aracı olarak her gün yeniden yaratılan biçimlerdir.Öyleyse ne? Başka bir dünya inşa etmek için, kendi örgütlenme biçimlerimizi geliştirmeye ihtiyacımız var, ayrıştırmayı ve bireyselleştirmeyi değil toplumsal öznelliğimizin ve ben buyum yerine biz bunu yapıyoruz’un kuruluşuna yönelmiş biçimlere. Bunu eylemenin klasik şekli konsey ya da meclistir, Ancak şu da açıktır: Her bir mücadele kendi biçimlerini geliştirir ve bu biçimler her zaman deneyimseldir, bir projenin parçasıdır.

Arjantin’deki Asambleas Barriales ve Zapatistaların otonom belediyeleri ve caracolleri açık biçimde bunun en önemli örnekleridir, ama aynı yöne işaret eden başkaları da vardır. Devleti tümden unutalım ve kendi toplumumuzu kurmaya yönelelim. Maalesef devletle ya da aslında para gibi diğer kapitalist biçimlerle temastan kaçınılması çok zordur. Seçimler, istihdam, polis, kurumlara yapılan mali destekler: Devlet, hayatı sermayenin kurallarına göre oynamamız için bizleri kandırarak ve zorlayarak, yaşamımızın her anına müdahalede bulunur. Bu temasla nasıl baş edebiliriz?

Galiba genel kurallar yok. Belki en yaygın şekilde söyleyebileceğimiz şey kapitalist biçimlere onurla karşı koymamız gerektiğidir: bu biçimlerin doğasıyla ilgili yanılsamalardan kurtularak, kendi eyleyiş biçimlerimizi bu biçimlerin en göz alıcı biçimleriyle bile karıştırmadan, asıl meselenin bizim kendi toplumsal ilişki biçimlerimizin kuruluşu olduğunu unutmadan. Kapitalist biçimlerle olan bütün temasların değerlendirilmesinde temel alınması gereken kriter budur. Tehlikeli kötünün iyisi mantığına her durumda karşı çıkış ancak bu kriter temelinde olabilir.

Bu nedenle sorun Kirchner’in Menem’den daha az kötü olup olmaması değil, Kirchner’e oy vermenin (oy vermemek ya da başkasına oy vermeye göre) bizim kendi toplumsal kuruluşumuz için nasıl bir etkisi olacağıdır. Bütün devletler insanlığa saldırmaktadır, bizim gayemiz ise insanlığımızı kurmaktır.Latin Amerika’daki hükümetlerin doğasındaki değişiklik daha iyi bir topluma ve farklı bir dünyaya dair muazzam bir arzuyu yansıttığından ötürü önemlidir. Fakat bu durum, bu arzuyu bütün gücünden yoksun bırakan kanallara yönlendirmektedir.

Daha iyi bir dünyanın inşası onlara, politikacılara değil bizlere bağlıdır. Birkaç yıllık zaman sürecinde belki onlara düşman olacağız ve onları ihanetle itam edeceğiz. Ama yanılmış olacağız: İhanet (dünyayı değiştirme sorumluluğumuzdan feragat) onların değil bizim ihanetimiz olacaktır. Bu görev onların değil bizimdir.

Latin Amerikada Neoliberalizmin Tökezleyişi

Güneyde göreve gelen sol hükümetler aslında merkez sol diye nitelendirilmesi gereken bir siyasi alanı temsil ediyorlar. Farklı olan şu ki, merkez sol bu kez sosyal demokratlardan değil, kıtadaki Marksist deneyimi yasamış sosyalist gelenekten geliyor.

İyimser olmanın zamanı değil. Ama kötümser kalınamayacak şeyler de oluyor. Latin Amerika’dan art arda gelen haberler gelecek için umut veren yeni bir dönemin başladığına işaret ediyor. Son olarak Arjantin zirvesinde, Amerika kıtasını ekonomik anlamda birleştirecek serbest ticaret anlaşması sol iktidarların yönettiği ülkeler tarafından reddedildi.

Washington’ın on yıldır bastırdığı dev proje belirsizlik sürecine girdi. 2006’da Latin Amerika’nın çehresini değiştirecek seçimler yapılacak. Şimdiden görülen, seçmenin belirgin bir şekilde sola yöneldiği, en azından neoliberal reform paketlerini harfiyen uygulayan hükümetlerden umudu kestiği. Orta sınıfın kıtanın bütününde yoksullaştığı, kamu hizmetlerinin erozyona uğradığı 2000’lerin ilk yarısında, Latin Amerika’ya yayılan güçlü toplumsal hareketler ortaya çıktı ve sosyalistler geniş bir tabanla buluşma olanağına kavuştu. Bu kötümser kalınamayacak bir şey olmalı. Fukuyama’nın dediğinin tersi oluyor, tarih sancılı da olsa geri dönüyor…

Amerika kıtasındaki 34 ülke 4-5 Kasım’da, Arjantin’in Mar del Plata şehrinde yapılan 4. (Amerikalar Serbest Ticaret Anlaşması) FTAA Zirvesi’nde, kıtanın tamamını -Küba hariç- serbest ticarete açacak büyük Washington projesinin kaderini belirlemek üzere bir araya geldi. 800 milyon nüfusu kapsayan Kıta-Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (Free Trade Area of the Americas -FTAA) ortalama $14 trilyon dolar yıllık hasılat öngörüsüyle dünyanın en büyük serbest ticaret bloğunu oluşturmayı amaçlıyordu. Ancak 1994’ten beri devam eden müzakerelerde Güney Amerika’da bölgesel bir ekonomik entegrasyon süreci yaşayan Mercosur ülkeleri (Brezilya, Arjantin, Uruguay, Paraguay) ve Venezüella anlaşma koşullarının “eşit” olmadığı gerekçesiyle projeye muhalefet etti.

Neoliberal politikalar yüzünden yakın tarihte büyük ekonomik çöküntüler yaşayan bu muhalif ülkelerde peş peşe iktidara gelen sosyalist liderler, Chavez, Lula, Kirchner ve Vazquez seçim kampanyalarında FTAA karşıtı propaganda yaparak oy toplamışlardı. 2004’de Meksika’da yapılan zirvede muhalif ülkelere, Karayip Topluluğu’nun da (Caricom) katılmasıyla müzakerelerin tamamlanması için konulan 1 Ocak 2005 süre bitimi, imza masasına gidilmeden geçildi. ABD ise daha adil bir anlaşma ortamı şekillendirmek yerine, Meksika-Kolombiya hattındaki sadık merkez sağ hükümetleri yanına alarak FTAA’yı parçalara ayıran bir dizi hamle yaptı. Muhalifleri dışarıda bırakan G13 zirvesini topladı, burada ülkeler arasi ikili ticaret anlaşmalarının yanı sıra Orta Amerika’da CAFTA ve And Dağları bölgesinde AFTA adlı yeni serbest ticaret bölgelerini masaya getirdi. Bölgede marjinalize olan Bolivya’yı tarafını seçmeye zorladı.

guevera

Bush, Arjantin’e giderken cebine B planını koymuştu. ABD’nin tehditkar karşı-atağı sonuç verdi, zirveye katılan ülkelerden 29’u müzakere sürecinde varılan noktayı ve imza için dayatılan 2006 takvimini uygun bulduklarını beyan etti. Ama Mercosur ülkeleri ve gruba yeni katılan Venezüella tarafların tümüne eşit haklar sağlayan bir doküman oluşana kadar imzalamayacaklarını bildirdi.

Ev sahibi Arjantin Devlet Başkanı Nestor Kirchner, ülkesini sıfır noktasına getiren neoliberal politikaları Bush’un önünde sert bir dille eleştirdi. Zirvenin yıldızı Chavez, protesto mitinginde yaptığı konuşmada “FTAA’yı gömmek için orada bulunduğunu” söyleyip, Bush’a “faşist ve terörist” dedi. Sonuçta Bush, Arjantin’den elleri boş ayrıldı, FTAA çıkmaza girdi. Latin Amerika, Washington’ın on yıl önce öngördüğünden çok daha farklı bir yönde ilerlemeye başladı…

NAFTA fiyaskosu

Bill Clinton’ın 1994’te Miami’de yapılan ilk zirvede “Alaska’dan Tierra del Fuego’ya serbest ticaret” sloganıyla sunduğu FTAA, esas olarak ABD, Kanada ve Meksika’dan oluşan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) modeline dayanıyor. Başka bir deyişle FTAA, NAFTA’nın bütün kıtaya yayılmış hali. 1980’den itibaren dünyayı etkisi altına alan neoliberal ajandanın serbest ticaret, özelleştirme ve devletin piyasalar üstündeki kontrolünün minimize etmesi ilkelerini esas alıyor.

Uygulandığı on yıl içinde NAFTA, Meksika ve ABD’de isçi sınıfına ağır hasarlar verdi. Ucuz işgücü avantajını ele geçiren birçok şirket Meksika’ya taşınarak Amerika’da 880 bin kişinin işsiz kalmasına yol açtı. Yeni bir iş bulabilenler daha önce aldığının ortalama yüzde 23 eksiğine evet demek durumunda kaldı. İşsizlik, ücretlerin dramatik bir şekilde düşmesini, emek standartlarının gerilemesini ve sendikaların ekonomik yaşamdan tasfiyesini beraberinde getirdi. Birçok sektör sendikasızlaştırıldı. Ters akım olarak, ABD, Meksika’dan büyük bir illegal işçi göçü aldı. Bu beden emeğinin iyice ucuzlamasına yol açtı. Kamu hizmetleri NAFTA ülkelerinin üçünde de geriledi. Kanada’da sağlık hizmetleri çöküntüye uğradı.

Meksika ekonomisi ise pesonun devalüasyonu ve eşzamanlı olarak sınırların serbest ticarete açılmasının kombine etkisiyle altüst oldu. ABD mallarının pazarlara hızla egemen olmasıyla geleneksel esnaf ağır bir darbe yedi. 2000 yılına kadar yabancı sermaye ile rekabet edemeyen 28 bin küçük işletme iflas etti. 8 milyon aile orta sınıftan yoksulluğa düştü. Tarım alanında yerli üreticiler büyük gıda şirketleriyle rekabet edemeyerek ezildi. 1,5 milyon çiftçi toprağını kaybetti. İstatistiklere göre 1 milyondan fazla Meksikalı günlüğü 3,4 ABD doları olan asgari ücretin altında çalışmayı kabul etmişti. ABD-Meksika sınırı boyunca dizilen kirli endüstriler, geri dönüşü olmayan devasa bir ekolojik hasarı bütün karşı çıkışlara rağmen artırarak sürdürüyor. Kimyasal atıklar bu bölgelerde çalışan çoğu sigortasız isçilerde hepatitten sakat doğumlara uzanan sağlık sorunlarının belirmesine sebep oluyor.

Meksika’nın ABD’yle derin ekonomik entegrasyona girmesi bölgedeki birçok yoksul ülkeyi heveslendirmişti. Ama NAFTA’nın geride bıraktığı 10 yılın bilançosu, kıtanın geri kalanı için pek de parlak göstergeler sunmuyor. ABD’nin dayattığı FTAA projesinin ardındaki tüyler ürpertici gerçek, Haiti, Guatemala veya Brezilya’da, kuzey Meksika’dakinden de beter koşullarda, bırakın doları sentlerle çalışmaya hazır milyonlarca insanın bulunması. Buradan bakınca söz konusu modeller postmodern köle ticaretinden başka bir şey değil.

FTAA süreci ve dipten gelen muhalefet

Latin Amerika ülkelerinin çoğu 70’lerin diktatörlükleri ve savaşları sırasında Dünya Bankası’ndan yoksul çoğunluğun hiçbir zaman yararlanamadığı büyük krediler almıştı. Demokrasiye geçtikten sonra bu borç yükünden kurtulmak için IMF’nin şart koştuğu ekonomik reformlar yapmak zorunda kaldılar. 80’li yıllar boyunca Latin Amerika ülkelerinin birçoğu Reagan-Thatcher ikilisinin hazırladığı neoliberal reform paketini uygulayarak, yani pazarlarını ithal mallara açıp yerli endüstrileri yok etmek pahasına da olsa ithal olanı tüketerek, kamu hizmetlerini özelleştirerek, finans sektöründeki devlet kontrolünü kaldırarak, vb. o tılsımlı ekonomik büyümeyi gerçekleştirmeye çalıştı.

Ama sonuçlar çoğunda felaket oldu. İşsizlik ve yoksulluk arttı, serbest piyasa mekanizmasının kullanılmaya başlamasıyla başta sağlık ve eğitim olmak üzere kamu hizmetleri büyük bir erozyona uğradı, genel olarak toplumsal adaletsizlik en berbat noktaya erişti. Serbestleşen finans sektörünün yabancı sermayenin de katıldığı kumarhane ekonomisine yöneldiği noktalarda çıkan para krizleri, büyük toplumsal sarsıntılar yaratan ekonomik krizlere dönüştü. 1994’teki Meksika krizinden sonra 1999’da Brezilya, 2000 ve 2002’de Arjantin ve Uruguay, Türkiye’nin 2001’de yaşadığına benzer ekonomik çöküntüler geçirdi. Latin Amerika, 90’lı yıllarda IMF’ye borçlarının kendisinden fazla faiz ödemekle kalmayıp başladığı noktadan daha fazla borcun içine gömüldü.

Ekonomik tahribat, karşıtını tetikleyerek Latin Amerika’daki toplumsal hareketleri bir araya getirdi. İsçiler, kadınlar, Kızılderililer, çiftçiler, kilise, insan hakları grupları, çevreciler ve üniversite gençliği uluslararası hareketler oluşturarak ve çokuluslu şirketlerin kıtadaki globalizasyonuna karşı dinamik bir cephe kurdu. Via Campesina, CLOC gibi Latin Amerika ülkelerinin tümünde faaliyet gösteren koordinasyonlar enternasyonalist ajandanın taşıyıcılığını üstlendi. FTAA sürecini başından beri mercek altına alan bu organizasyonlar, alternatif zirveler ve daha önce denenmemiş yaratıcı eylemlerle muhalefet ederek büyüyor.

Sözgelimi Brezilya’nın üç büyük toplumsal hareketi; işçi sendikaları konfederasyonu CUT, kırsal kesimde ekonomik adalet arayan MST (Topraksızlar Hareketi) ve kurtuluş teolojisine bağlı kiliseler 2001’de 10 milyon kişinin oy kullandığı bir referandum düzenlemiş, FTAA yüzde 98 oranında reddedilmişti. Topraksızlar bugün kıtanın tümüne yayılmış, kooperatifleşmeye ve pazara alternatif tarım ürünleri sunmaya başlamış durumda. Aslında Bush’a karşı verilen ret cevabının ardında hızla büyüyen bu partilerüstü muhalefet duruyor.

Burada Latin Amerika’da beliren yeni olgulardan birini anmakta yarar var. Güney’de göreve gelen sol hükümetler aslında “merkez sol” diye nitelendirilmesi gereken bir siyasi alanı temsil ediyorlar. Farklı olan şu ki, merkez sol bu kez sosyal demokratlardan değil kıtadaki Marksist deneyimi yasamış sosyalist gelenekten geliyor. Siyasi alanda sola kayma temelde bu geleneğin popülerleşmesi. Böylece geniş tabanlı toplumsal hareketler kendi temsilcilerini siyasi alana sokabildiler. Lula hükümetindeki bakanların arasında CUT bünyesinde çalışmış birçok sendikacı var.

Tarımsal Kalkınma Bakanı Miguel Resotto, Topraksızlar Hareketi’nin savunucusu ve ülkenin önde gelen toprak reformu teorisyenlerinden. Topraksızlar bu yıl meclise takılan reformunun çıkarılması için Brazil’e üç hafta süren bir protesto yürüyüşü yaptı. Eylem öncesinde yayınlanan bildiride hedeflerinin “hükümet değil parlamento” olduğunun altını çizdiler. Çünkü yasa tasarısının Lula ve PT’nin aleyhine çalışan meclis aritmetiğine takıldığını biliyorlar.

Resotto’nun bakanlığı süresince, planlanan 400 bini aşkın aileden 120 binine altyapısı tamamlanmış, üretim kalitesine kavuşturulmuş toprak sağladığını da biliyorlar. Zaten başından beri çetin olan bu mücadeleyi inatla sürdürerek büyüdüler, Lula’yla veya bir başkasıyla buna devam edecekler.

Öte yandan, Topraksızlar son on yılda büyük siyasal kazanımlar elde etti. Bunu ekonomik alana yansıtarak başka bir boyuta geçtiler. Kurdukları kooperatiflerle ABD ve Kanada pazarına ucuz ve kaliteli kahve üretmeye başladılar. Reagan’ın neoliberal ajandasına belki de en erken tepkiyi veren San Francisco bazlı Global Exchange organizasyonu “serbest ticaret” yerine “dürüst ticaret” (fair trade) diye adlandırdığı, karşılıklı kalkınmaya yönelik bir alternatif küreselleşme modeliyle ortaya çıkmıştı.

Global Exchange, Latin Amerika ülkelerinde Topraksızlar’ın modelini örnek alarak kurulmuş kooperatiflerle Amerikan kahve devi Starbuck arasında bir anlaşma imzalanmasına aracılık etti. Küreselleşmenin içinde bulunduğumuz aşamasında yavaş yavaş dünyada kendini göstermeye başlayan “markette siyasallaşma” olgusuna ilginç bir örnek teşkil eden bu gelişme, bir başka boyutuyla sosyalistlerin pazar ekonomisi üstüne düşünmeye başladığına, en azından “piyasa fobisini attıklarına” işaret ediyor. Bu önemli, çünkü Topraksızlarla tohum anlaşması yapan Chavez’in de birçok alanda gösterdiği gibi esas mücadele pazarda geçecek…

Solun seçim zaferleri ve gelecek

Latin Amerika’daki sosyalist dalga 1998’de Venezüella’da Hugo Chavez’in iktidara gelmesiyle başladı, Ekvador’da Kızıldereli lider Lucio Gutierrez’le devam etti. FTAA’ya siyasi arenada ilk büyük salvo “petrol gerillası” Chavez’den geldi. 1999’da referanduma giderek anayasayı değiştiren Chavez kıtada mücadele veren toplumsal hareketlerin önceliği olan birçok hakkı anayasal garanti altına aldı, bunların arasında “petrolün özelleştirilmesini yasaklanması” da bulunuyordu. Fernando Henrique-Cordoso’nun iki dönem başkanlığı süresince bölgenin en büyük gücü Brezilya, FTAA’nın hararetli savunucularındı. Ama 2002’de FTAA karşıtı bir seçim kampanyası yapan Lula’nın iktidara gelmesiyle dengeler değişti.

2003’te düzeltilip ikinci kez sunulan anlaşma taslağı, ABD ile Brezilya arasında görüş ayrılığına yol açtı. FTAA sürecini bu noktadan sonra iki büyük ülke arasındaki tartışmalar belirledi. Gümrük vergilendirmesi ilk krizdi. Brezilya ve Latin Amerika’nın çoğu, geleneksel olarak talebin arttığı zamanlarda daha çok gümrük vergisi alıp, azaldığında vergiyi düşürüyor. ABD ise tam tersi; talep artınca düşürüp, azalınca artırıyor. Böyle bir değişiklik Brezilya koşullarında birçok endüstrinin, özellikle ayakkabı, tekstil ve meyve suyu endüstrilerinin ağır darbe yemesi demekti.

Tarımsal sübvansiyon, gündeme gelen bir başka ihtilaf konusuydu. ABD tarıma 1995’ten 2003’e toplam 130 milyar ABD doları sübvansiyon yapmıştı. Latin Amerika’da tarım devi Brezilya dahil hiçbir ülkenin bununla rekabet etmesi mümkün değil. Oy toplama zamanlarında politik kurabiye olarak kullanılan tarımsal sübvansiyon, aynı zamanda yoksul ülkelerin G8 ülkeleriyle arasındaki temel sorunlardan biri.

Lula’nın müzakere masasındaki etkin tutumu Mercosur ülkelerindeki seçim kampanyalarını doğrudan etkiledi. 2003’te IMF politikalarının sonucu yaşanan ekonomik çöküntüyle harabeye dönen Arjantin’de seçimler sol koalisyonun zaferiyle noktalandı. Yeni başkan Nestor Kirchner de Lula gibi neoliberal politikalara karşı çıkan toplumsal hareketlerin desteğiyle iktidara geldi. Mercosur entegrasyonu hızlandı, Arjantin FTAA masasında net bir pozisyon aldı. 2004’te Uruguay tarihinin ilk solcu başkanı sosyalist Tabare Vazquez’i secti. Böylece Mercosur bloğunda ABD’nin FTAA dayatmasına karşı güçlü bir konsensüs oluştu. AB, Çin ve Rusya ile alternatif arayışlara girebilecek siyasal güce kavuşmuş oldular. Son olarak, Bolivya’da sosyalist lider Evo Morales, en yakın rakibine 25 puan fark atarak yüzde 54 oyla iktidara geldi. 2003’te, doğal gaz (kıtanın ikinci büyük kaynağı) ve suyu özelleştirmeye çalışan liberal başkan Lozada yerlilerin öncülük ettiği kitlesel protestolar sonucu iktidardan indirilmişti. Bu süreçte yıldızı parlayan Morales, nüfusunun büyük bir bölümünü yerlilerin oluşturduğu Bolivya’nın tarihindeki ilk Kızılderili başkan.

2006’da Latin Amerika’daki kilit ülkelerde (sırasıyla Şili, Peru, Kolombiya, Meksika, Brezilya, Ekvador ve Venezülla) başkanlık seçimleri yapılacak. Sol dalganın daha geniş bir alana yayılması kuvvetle muhtemel.

İlk deneyim Şili; 15 Ocak’ta başkanlık seçiminin ikinci turu yapılacak. ABD ile ikili bir serbest ticaret anlaşması bulunan Şili, son on yıldır bölgede istikrarın sembolü. Ekonomik sorunlarını hafifletmiş, büyüme gösteren, refah düzeyini artıran, Yeni Zelanda’yla girdiği ekonomik işbirliğiyle güneyde stratejik önem kazanmış bir ülke.

Şilililer, Pinochet faşizminin sona erdiği 1990’dan beri Şili Sosyalist Partisi’nin öncülük ettiği Concertacion adlı merkez sol koalisyonu iktidara getiriyor. Koalisyon beşinci dönem için bugüne kadarki adayların en radikali olarak kabul edilen Michelle Bachelet’i aday gösterdi. Seçilirse ülkenin ilk kadın başkanı olacak olan Bachelet, Allende geleneğinden bir sosyalist ve Mercosur’a katılmayı savunuyor. İlk turda en yakın rakibine 20 puan fark atarak oyların yüzde 46’sını aldı, ikinci turun favorisi.

NAFTA’nın resmen yürürlüğe girdiği 1 Ocak 1994 gecesi ayaklanarak dünya gündemine giren Zapatistalar geçen ağustosta yayınladıkları bildiriyle siyaset alanına şok bir dönüş yaptı.

Popüler solun Fox’a karşı desteklediği ve anketlerde önde giden Lopez Obrador’u kıyasıya eleştiren Subcommandante Marcos, Lopez’in partisi merkez sol Demokratik Devrim’in (PRD) Chiapas’ın özerk bölge yapılmasına ilişkin yasa tasarısına olumsuz oy verdiğini hatırlatarak solun bir başka ortamda yoğunlaşması çağrısında bulundu. Bunu “öteki kampanya” diye adlandırdı. Ülkede çok geniş bir sempatizan kitlesi olan Zapatistaların sol oyların bir kısmını başka bir noktaya yöneltmesi tahmin edilebilir bir şey. Bazıları bunu “Marcos solu böldü” diye algılarken bu noktada solun niteliğinin sorgulanması meseleye Lula ve diğerlerini de ilgilendiren bir başka boyut katıyor.

Siyasi haritalar yanıltır…

Toplumsal mücadeleleri kavramak için fiziki haritalara başvurmak gerekir. O zaman merkez sağ bir hükümet tarafından yönetilen Paraguay’ın neden solcu yönetimlerin peşine takıldığı daha kolay anlaşılır. Benzer biçimde Brezilya-Arjantin-Uruguay sınırının Portekizce-İspanyolca karışımı diller konuşan etnolojik zenginlikleri de ortaya çıkar. Neoliberal 1990’lar boyunca bu ülkelerdeki işçiler bir diğeri için ucuz işgücü demekti. Brezilyalı Arjantin’e, Uruguaylı Brezilya’ya çalışmaya gidiyordu. Siyasal sınır boyları emek sömürüsü yapan endüstrilerle doldu. Bugün böyle bir şey kalmadı. Chavez’in dedigi gibi, “asıl anti-globalist olan neoliberaller.” Ekonomik ve toplumsal adaleti esas alan bir ticaret ortamı ve sürdürülebilir kalkınmayı hedefleyen kararlı yatırımlar, enternasyonalist solun ortaya koyduğu bir hümanist küreselleşme modeli haline gelebilecek mi? İzliyoruz…

Erdir Zat