KIZILDERE Katliamının 42. YILI On’ların Hayatı

PARTİ BAYRAĞI 2.SAYI YAZISI..
Tarihe Kızıldere Katliamı olarak geçen olay, Türkiye’nin yakın politik geçmişinin en önemli sayfalarından biri, Türkiye’nin devrimci, sosyalist hareket tarihinin bir dönüm noktası olarak kabul görüyor.
12 Mart askeri müdahalesi sonrasında diktatörlüğe karşı silahlı mücadele açan devrimcilerden THKO militanları Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmesine engel olmak üzere THKP-C ve THKO militanları 26 Mart 1972’de ortak eyleme geçerek Ordu’nun Ünye ilçesindeki NATO üssünde görevli 2 Kanadalı 1 Britanyalı teknisyeni rehin aldılar.
Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz ve Ahmet Atasoy 30 Mart 1972’de Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Gün sona ererken 10 devrimci ve rehineler hayatlarını kaybetmişti. Türkiye aradan geçen 41 yıla karşın bu büyük kaybı asla unutmadı.

1618567_830718593624471_90762672_n
Mahir Çayan’ın 28 Yılı
14 Ağustos 1945’te Samsun’da bir devlet memurunun oğlu olarak dünyaya gelen Mahir Çayan, 1965’te SBF Fikir Kulübü Başkanı oldu. Hayatını kaybettiği 30 Mart 1972’ye kadar, düşünce ve eylemleriyle Türkiye devrimci hareketine yön verdi.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi’nin (THKP-C) kurucularından, Mahir Çayan, 14 Ağustos 1945’te Samsun’da doğdu. Babası devlet memuruydu. İlköğrenimine Üsküdar’da Halil Güçlü İlkokulu’nda başladı ve Paşakapısı İlkokulu’nda tamamladı. İstanbul, Haydarpaşa Lisesi’nden sonra 1963’te yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydoldu. Ertesi yıl Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçti. Bu dönemde TİP’in (Türkiye İşçi Partisi) doğrultusundaki FKF’ye (Fikir Kulüpleri Federasyonu) bağlı SBF (Siyasal Bilimler Fakültesi) Fikir Kulübü’ne üye oldu. 1965 yılında bu kulübün başkanlığını üstlendi.
1967’de kısa süreliğine Fransa’ya gitti. Buradaki sosyalist hareketlerin genel seyri ve içinde bulundukları tartışmaları izledi. 1968’deki 6. filo eylemlerine İzmir’de katıldı ve göz altına alındı. Bu dönemde TİP içinde başlayan ve Mihri Belli’nin öncüsü olduğu MDD (Milli Demokratik Devrim) tartışmalarına katıldı. Bu tartışma sürecinde TİP adına Zonguldak Ereğli’sinde çalışmalar yürüttü. Bu gezide Sadun Aren ile TİP Senatörü Fatma İşmen’in tutumunu eleştirdi. Bu konudaki görüşlerini “Aren Oportünizminin Niteliği” adı altında Türk Solu dergisinde yayınladı. Bu arada savunmuş olduğu Milli Demokratik Devrim görüşü doğrultusunda ideolojik çalışmalarını yoğunlaştıran Mahir Çayan, Emek dergisinde Kenan Somer’in “Devlet Devrim ve Lenin” ve “Devrim Nasıl Tanımlanmalı” başlıklı yazılarına Türk Solu’nda “Revizyonizmin Keskin Kokusu” adlı iki yazıyla cevap verdi.
Bu geziden sonra ideolojik olarak MDD saflarında yer aldı. Fransa’da bulunduğu süreçte izlediği ve etkilendiği Latin Amerika’daki silahlı devrim mücadelesinin gerekliliğine illişkin yargıları pekişmişti. TİP’in siysi çizgisini “Yasalcılık” olarak eleştirerek Türkiye’deki devrim sürecinin kendi özgül koşullarından doğan bir silahlı mücadeleye gereksinimi olduğunu savundu. Bu görüşe daha yakın olan Türk Solu ve Aydınlık dergilerinde yazılar yazdı.
9-10 Ekim 1969’da Ankara’da yapılan ve Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) adını alan FKF kurultayında yapmış olduğu uzun konuşmayla dikkati çekti. Bu dönemde Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile birlikte davranan Mahir Çayan, 1970’te Gülten Savaşçı ile evlendi. 17-18 Ekim 1970’te divan başkanlığını Yusuf Küpeli’nin yaptığı son Dev-Genç genel kurulunda da önemli bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Mihri Belli ile olan ayrılıkların üstüne giden Çayan, MDD stratejisinin bir savaş stratejisi olduğunu ve bunun bir savaş örgütü yani bir parti ile gerçekleşebileceğini savundu. Bundan sonra 29-30 Ekim 1971’de Ankara’da TİP Genel Kurulu toplandığı sırada, bu kongreye katılmayan MDD görüşünü benimsemiş delegelerle ve delege olmayan işçi ve öğrencilerle birlikte düzenlenen “Proleter Devrimcilerin Sohbet Toplantısından sonra Mihri Belli ve grubu ile olan anlaşmazlık kopma noktasına geldi. Mahir Çayanı, Yusuf Küpeli, Ertuğrul Kürkçü ve Münir Ramazan Aktolga imzasıyla yayınlanan “Aydınlık Sosyalist Dergi’ye Açık Mektup” ise bu süreci noktaladı. Bu sırada birlikte hareket ettiği arkadaşlarıyla birlikte Türkiye Halk Kurtuluş Partisi’nin (THKP) kuruluş çalışmalarını da yürüten Mahir Çayan, örgütün genel komitesi tarafından Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga ile birlikte merkez komitesine getirildi. Komite içinde yapılan görev bölüşümü sonucunda, THKP’nin siyasal ve ideolojik görüşlerinin biçimlenmesinden sorumlu oldu. Bu konuda Kurtuluş dergisinde yazılar yazdı.
“Yayın Politikamız” ve “Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi” başlıklı yazılarda partinin devrim anlayışını formüle etti. Daha sonra bu görüşlerini “Kesintisiz Devrim –III” adlı broşürlerinde daha açıklayıcı hale sokarak, kesinleştirdi. Bu arada THKP’nin şehir gerillası eylemlerini de planlayan Çayan, 12 Şubat 1971 ‘de Ankara’da Ziraat Bankası Küçükesat Şubesi’nin soyulmasına katıldı. Şubat 1971’de Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Kamil Dede ve Oktay Etiman’la birlikte İstanbul’a geldi ve örgütün eylemlerine burada devam edilmesi için hazırlıklarda bulundu. 15 Mart 1971 ‘de Erenköy Türk Ticaret Bankası soygununa katıldı.
Bunun ardından 4 Nisan 1971’de işadamları Mete Has ile Talip Aksoy’un kaçırılıp, 400 bin liralık fidye alınması eylemini arkadaşlarıyla birlikte gerçekleştirdi. Bu arada Türkiye Halk Kurtuluş Partisi’nin tüzüğünü Münir Ramazan Aktolga ile birlikte hazırladı. Aynı günlerde “İhtilalin Yolu” adlı parti bildirisini de kaleme alan Mahir Çayan, 17 Mayıs 1971 günü İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Ephrahim Elrom’un kaçırılması eylemini Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir’le birlikte gerçekleştirdi. 29 Mayıs 1971’de Hüseyin Cevahir ile birlikte kaldıkları evden kaçıp, sığındıkları bir başka evde Sibel Erkan’ı alıkoydular. Burada güvenlik kuvvetleri tarafından kuşatıldılar. 1 Haziran 1971’de polisin açtığı ateş sonunda Hüseyin Cevahir öldü. İntihara teşebbüs eden Çayan yaralı olarak ele geçti. Bir süre hastanede yatan Çayan, daha sonra tutuklanarak hakkında TCK’nın 146. maddesini ihlal etmekten dolayı dava açıldı.

Çayan, duruşmanın savunma aşamasında 29 Kasım 1971 günü Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin, Ulaş Bardakçı ve Ömer Ayna ile birlikte Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçtı. Bir süre İstanbul’da kalan Çayan, bu süre içinde örgüt içinde başgösteren anlaşmazlığı tartışmak üzere 12 Aralık 1971’de Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga ile görüştü. Ancak bu görüşmede bir sonuç sağlanamadı ve Çayan içerde oldukları süre içinde partinin çizilmiş olan stratejisini terkettikleri gerekçesiyle Merkez Komitesi’ndeki bu iki arkadaşını suçladı. Daha sonra genel komitedeki diğer üyelerin de onayı ile Yusuf Küpeli ile Münir Ramazan Aktolga’nın THKP’den ihraç edilmelerini sağladı.

Ocak 1972’de İstanbul’dan Ankara’ya gelen Çayan, burada Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ile birlikte ortak bir eylemin yapılması konusunda Ertuğrul Kürkçü, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna ile birlikte görüş birliğine vardı. Mart 1972’de Fatsa’ya gelen Mahir Çayan ve arkadaşları 26 Mart 1974 de Ünye’deki Radar Üssü’nde çalışan üç İngiliz teknisyeni kaçırdılar. Bundan sonra İngilizlerle birlikte Niksar’ın Kızıldere köyüne gelen Mahir Çayan ve arkadaşları burada güvenlik güçleri tarafından açılan ateş sonucunda 30 Mart 1972’de öldürüldüler.

Arkadaşları Mahir Çayan’ı Anlatıyor
Oğuzhan Müftüoğlu, Ertuğrul Kürkçü, İlkay Alptekin Demir ve Ayşe Emel Mesci’nin Hapishane günleri, THKP-C duruşmaları ve Dev-Genç Kurultayı’ndaki anılarından…
Oğuzhan Müftüoğlu: Yurt dışına çıkmasını önerdim
Mahir’e yurt dışına çıkmasını önerdim. İstedikleri takdirde onları yurt dışına çıkarma olanağı bulabilirdik. O, bütün ısrarlarıma karşın, bunu kabule hiç yanaşmadı.Denizleri bırakarak gitmek istemediler. Yapılacak ne varsa kalanların yapması önerisini de kabul etmediler.
Ertuğrul Kürkçü: Türkiyeli bir Marksistle tanıştım. O 24 yaşındaydı ben de 21…
O kurultaydan [FKF’nin Dev-Genç’e dönüştüğü kurultay] aklımda bir tek Mahir Çayan’ın konuşması kalmıştı: Bir muhakemeye dayanan, verili durumla Marksist teorik ilkeler arasında bir ilinti arayan, bütün koşullan ve durumları bir devrimin olabilirliği açısından yorumlayan; geleceğe ilişkin bir öngörüde bulunmamıza olanak veren, karşıtlarının neden karşıtı olduğunu anlamamızı ve kendisine hak vermemizi sağlayan tek sunuştu…

UlasBardakci
Bizi çeken yalnızca konuşmanın içeriği değil, konuşanın kendisiydi de: Kendinden önceki kaba sabalıkları unutturan düzgün ve akıcı Türkçesiyle, belagatiyle; iki saat boyunca hiç kimseyi -sinirlendirse de karşıtlarını bile- bıktırmayan etraflı anlatımıyla; tribünlerden atılan laflara zekice alaylarla cevap verişiyle; gereğinde “efelenişi” gereğinde ders verircesine konusunu sergileyişiyle ve elbette edasıyla, duruşuyla, sözlerini tamamlayan anlamlı yüz ifadesiyle… Konuşması bittiğinde, o ana kadar ruhen koptuğumuz Kurultaya geri dönmüştük.
Mahir Çayan gençlik hareketine kendisinden çalınan devrimci aklı ve Marksizmi, sosyalist hareket içindeki mücadeleye kalite ve seviyeyi iade etmişti bir kez daha…

Onun müdahalesi olmasa da o kurultayda MDD’ciler, Aren-Borancıları “tasfiye” edeceklerdi belki ama, Türkiye sosyalist hareketinde devrimci bir damar, devrimci gençlik hareketinde de sosyalist bir damar o dönemde uç vermiş olmayacaktı. O güne kadar Marx’ı okuyup dünyayı anlamaya çalışmıştım. O kurultaydaysa dünyayı değiştirmek için takip etmeye karar verdiğim Türkiyeli bir Marksistle tanıştım. O 24 yaşındaydı ben de 21…
Mahir Çayan’la karşılaşıp tarafsız kalmış kimseyi bilmiyorum bugüne kadar… Sıradanlığa, düzen içi değerlere meydan okuyan tavrı onunla karşı karşıya gelenlerde ya ona karşı derin bir hayranlık ya da onu yok etmeye ant içecek kadar derin bir nefret doğurdu hep.
Kızıldere’de onun yaşamını almaya gelenlerin bütün kuşatma boyunca nasıl herkesten önce onu yok etme tutkusuyla çırpındıklarına tanık oldum. Bu nefret, o öldürüldükten sonra bile hâlâ dinmemiş olmalıydı ki, resmiyet dünyasındaki düşmanları henüz soğumamış bedeninin konulduğu tabutunu tekmelemekten kendilerini alamamışlardı…

Kızıldere’den sonra kamu vicdanında oluşan sempati, geçmişten kalan tamamlanmamış hesaplaşmaların üzerini örttü. Ama sol da, bu “aşk-nefret” geriliminden pek bağışık sayılmazdı doğrusu. Gene de geleneğe uyulduğu söylenebilir, ölenin ardından konuşulmadı pek…
12 Eylül gelip hapishanelerin de üzerine çöktüğünde Malatya “L Tipi” cezaevine nakledildik Niğde’den. Cezaevi idaresi “ıslahı gayri mümkün” olarak kategorize edilmiş olanlar için özel bir “karşılama töreni” hazırlamıştı. Kapı altından karga tulumba hamama götürülüp soyuluyor ve sopa yiye yiye hücrenize götürülüyordunuz. Sıra bana geldiğinde itilip kakıldımsa da fazlaca yaralanıp berelenmeden hücreme tıkıldım.
“Azrailler”ime “neden” diye sorduğumda aldığım yanıt 1969’da dinlediğim uzun konuşmanın 15 yıl içinde Türkiye’nin her yerinden duyulmuş olduğunun, 1972’de feda edilen hayatın değerinin toplum vicdanında biline geldiğinin bir işaretiydi benim için: “Sen, Mahir’in, Deniz’in arkadaşısın!”

mahir
Kendime doğru arkadaşlar seçmiştim.
İlkay Alptekin Demir: Yargılanırken tek düşüncesi hapishaneden kaçıştı
Olayın ayrıntılarını haftalarca sonra, Maltepe Askeri Cezaevi’ne getirildikten sonra öğrenecektim. Gazeteler Hüseyin Cevahir’in dürbünlü silahla, hedef gözetilerek vurulduğunu yazıyordu. İlk başta yanılmış olmaları, ölenin Mahir olduğunu sanmaları, belki de Hüseyin’i Mahir sanarak vurduklarını düşündürüyordu. O gün başka arkadaşlara da Mahir’i tarif ettirdiklerini öğrenecektim.
Onlar da yanıltıcı tarifler yapmışlardı. Hiç değilse vurucu timin elinde bir fotoğraf olmadığı anlaşılıyordu.Hastaneden çıkarıldıktan sonra Mahir’i bizim yanımıza getirmediler. Aylarca tek başına Selimiye kışlasında bir hücrede tuttular. Yaraları ağırdı ve yavaş iyileşti. Yine de, Hüseyin ölürken hayatta kalmak Mahir için sanki daha ağır bir yaraydı. Hastanede serumunu çıkarmaya çalışmış, yaşamak istememişti.
Hücrede yazdığı bir şiirde bu duygularını açıkça dile getirmişti. Savcı Naci Gür onun bu duyarlılığını fark etmiş ve tecrit koşullarında olabildiğince kullanmıştı. İbret vericiydi. Sanki “Dede Korkut” kitabı canlandırılıyordu. Bir askeri savcı yirmi beş yaşındaki bir tutukluyu hayatta kaldığı için eleştiriyor, ölmediği için suçluyordu!

Duruşmalar başlayınca bu çirkin taktiği sürdürmek istedi. İzin vermedik. Saldırıları birlikte göğüsledik, bizden beklenen “yiğitliği” gösterdik.
Mahir kısa sürede toparlandı. Siyasal Bilgilerde sıralara sığmayıp merdivenleri dolduran binlerce gencin soluksuz dinlediği güçlü hatip geri gelmişti. Her zamanki muhakeme gücü ve söz ustalığıyla mahkemenin yönünü değiştirmemize olanak verdi. Duruşmalar adeta bir karşı yargılamaya dönüştü. Sonunda Selimiye’den Maltepe Askeri Cezaevi’ne, aramıza gelmesini sağladık. Maltepe’nin üniversite kantinini andıran, yaşanan gerçekliğe belki biraz hafif düşen ortamında rahatladı.
Ama savunma üzerinde yoğunlaşamıyordu. Tek düşüncesi hapishaneden kaçıştı. Öleceğini biliyor ve idam edilmek istemiyordu. Gerçekçi olsun olmasın bütün kaçış senaryolarını ciddiye alıyor, inceliyor, zorluyordu. Maltepe’nin şenlikli ortamı yanıltıcıydı. Geri dönüşsüz bir yoldaydık. Devlet öç almaya kararlıydı. Ve bize (hiç değilse bir bölümümüze) kurban törenini yani idamı beklemek ya da dövüşerek ölmek arasında seçim yapmak düşüyordu. Sonunda tünel seçeneği tercih edildi ve bir akşamüstü alacakaranlıkta beş arkadaş kaçtılar.

Ayşe Emel Mesci: Beş Gün süreyle şifahi savunma yaptı
Uzun bir bekleyişten sonra, Mahir duruşma salonuna getirildi. Güçlükle yürüyordu, zayıflamış, solmuştu, ayakta zor duruyordu. İyi bir hatipti. Gazetecilere ve izleyicilere dönerek seslendi; “8 aydır bir hücrede yatağa zincirlenmiş bekletiliyorum. Kitap yok, gazete yok. Avukatlarımla görüştürülmüyorum. Benden savunma yapmamı bekliyorsunuz…
Bu mahkemeler bağımsız değildir. Sizler kararınızı çok önceden verdiniz. Bu durumu protesto ediyorum. 9 gündür ölüm orucundayım. Bu antidemokratik uygulamaya son vermezseniz, hücreden ölüm çıkacaktır” dedi.Savunmalar için 17 gün ara verilmişti. Duruşma sona erdiğinde, Mahir hepimizi tek tek öpüp veda etti. Kararlıydı. Gece yarısı bir teğmen, Mahir’in Maltepe’ye getirildiği haberini verdi.
Savunmalar hazırlanmıştı. Mahir’in savunmasını Sina Çıladır ve Ulaş Bardakçı birlikte yazmışlardı. Mahir, futbol oynuyor ve koğuşa gelmenin sevincini yaşıyordu. Kısa sürede sağlığına kavuşmuştu. 5 gün süreyle, şifahi savunma yaptı.

Kazım Sinan Özüdoğru
Emin Özüdoğru: Kardeşim Kâzım Sinan
Ailemizin tek okuyandı Kazım; tiyatroyla, edebiyatla çok ilgiliydi, TRT’de spikerlik, Hacettepe’de amirlik yaptı. Çok kararlı biriydi. Katledildiğini basından öğrendik, mezar yerini bir ay sonra öğrendik.
Biz apolitik bir aileydik. Babam her şeyin farkına çok geç vardı. Kazım’ı kaybettikten sonra, insanlar bizimle konuşmak istedikçe, konuştukça Kazım’ın doğru şeyler yapmış olduğunu düşünmeye başladı. Ağabeyimin de, benim de solda politik olarak yer almamız Kazım’ın olayından sonradır. Biz Sivas’ın Şarkışla Gülören köyündeniz. Kazım da köyde doğdu. İsmi Kazım’dır, Sinan ismini Dev-Genç’li olunca almış. Biz onu Kazım diye biliriz.
Korlu tandıra düştü
Kazım’ı anacığı acılarla dünyaya getirdi. Bir buçuk yaşındayken içi korlu tandıra düştüğünde 90 yaşındaki ninem onu kurtaramadı. İmdat çığlıkları arasında ateşin içinden çıkarıldı.
Ben o sırada köyde değildim. Geldiğimde cenaze hazırlıklarını yapıyorlardı ki, sıhhiyede görevli askerlerden biri durumu fark edip çocuğa su veriyor. Bu sayede yaşama dönen Kazım’ın sağ kolu ve yanağı yanıktı.
Annemiz Fatma hastalandığında Kazım iki yaşındaydı, annemizi kaybettiğimizde de dokuz yaşında. Biz üç kardeştik, ağabeyimi de 1996’da kaybettik. Babamız daha sonra yeniden evlendi.

B9kGFOIIUAETl55
İlkokul köylerde, lise Ankara’da
İlkokul üçüncü sınıfa kadar köyümüzde okudu, dördü Sarıkaya köyünde, beşi de Ortaköy nahiyesinde. Ortaokulu Sivas’ta okurken çektiği acılar bugün gibi aklımda.
Tarımla uğraşıyorduk, Kazım da ilk ve ortaokul yıllarında köye geldiğinde tarlada çalışırdı. Aldığımız kredileri geri ödeyemeyince 600 dönüm araziyi elden çıkarmak zorunda kaldık. 1961 Martında babamla ikimiz köyü terk ettik.
Ağabeyim askerde idi, Kazım da okula gidiyordu. Önce babamla Mersin’de tarım işçiliği yaptık. Mayısta Ankara’ya geldik. İnşaatlarda çalıştık. Kapıcılık, odacılık gibi geri hizmetlerde çalıştık. Babam 1965’te TRT’ye girdi ve 1983’te de TRT’den emekli oldu.
Ağabeyim askerden dönünce o da özel sektörde çalıştı. Bir şekilde kendimizi kurtarmaya çalıştık. Kazım’ın kaydını Atatürk Lisesi’ne yaptırdık. Edebiyatla, tiyatroyla çok ilgiliydi. Okulun tiyatro kolunu yönetti, sesi de çok güzeldi.
Okuyan bir Kazım
Kazım Ankara Hukuk Fakültesini kazandı ama bir yıl okuduktan sonra ayrıldı, Sosyal Hizmetler Akademisi’ne geçti. 12 Mart darbesiyle kaçak duruma düştüğünde ikinci sınıftaydı Akademi’de.
Kazım dışında ailemizde okuyan yoktu. 1960’lı yıllarda geçim imkanı kalmayan çoğu ailenin yaptığı gibi biz de Kazım’ı okutmaya çalıştık.
1960’ların sonlarına doğru Türkiye’deki üniversite gençliği bizim konumumuzdaki ailelerin çocukları idi, taşradan geliyorlardı. Ailelerin zorluklarını gören gençler hızlıca eylemlere katılıyorlardı. Kazım da o yıllarda çalıştığımız yerlerde bize yardım eder, bizimle beraber çalışırdı.
Üniversiteye girdiğinde artık sadece ailenin değil, toplumun acılarını da hissetmeye başlamıştı. Dönemin dünyada en hızlı örneğini taşıyan Türkiye 68 kuşağının mücadelesine katıldı.
Kendi istikbalini, ıstırap çeken halkın istikbali içinde görmeye başladı. Türkiye halkının sorunlarının dünya halklarının sorunlarından farklı olmadığının farkına varmıştı.

18800_1069964243033237_3434146069713186216_n
TRT’de spiker, Hacettepe’de amir
Okurken çalışıyordu da. 1968’de ilk TRT televizyonu başladığında köylülerin sorunlarının tartışıldığı “Köyden Kente” programının genel spikeriydi.
1969-70 yıllarında Hacettepe Hastanesi Personel idare Bölümü’nde kontrol amirliği yaptı.
Hacettepe’ye işyerinde Kazım’ı her ziyarete gittiğimde arkadaşların ilgisi çok hoşuma giderdi. İkna yeteneği olan, çevresinde çok sevilen biriydi. Kazım ilk olarak Kıbrıs mitinglerine katıldı. Siyasi olaylara hızlı dalması Dev-Genç Genel Sekreterliğine getirilişiyledir.
Beş ay kaçaklık
Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde 1970 ilkbaharında polisle öğrenciler arasında yaşanan bir tartışmada öğrenciler polis şeflerinden birini dövüyorlar. Hacettepe’ye kaldırılan adam, ifadesinde ona ilk yumruğu atanın Sinan Kazım olduğunu söylüyor. Beş ay kaçaklığın ardından Kazım Eylül’de teslim oldu.
Bunlardan bizim aile olarak haberimiz yok tabii, öğrenciler yapıyor organizasyonu. Kazım’ın mahkemesine Prof. Muammer Aksoy tanık olarak getiriliyor. Hocanın ifadesi sayesinde Kazım tahliye oldu.
Kardeşim kendini Dev-Genç’e böyle taşıdı. Olayların içine hızlı adım atışı böyle gelişti. Bu olaylar gelişirken Kazım’la yaptığımız bir konuşmada hızlı gitmemesini söyledim.Onun gibi kadrolara gelecekte ihtiyaç duyulacağını, harcanmaması gerektiğini anlattım ama çok kararlıydı. Düşüncesi beklemek yönünde değildi ve kimse onu ikna edemezdi.
Yengesiyle sohbetinde
1971 başında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde bir polis baskınında çok sayıda öğrenci yaralanmış ya da tutuklanmıştı. Olaydan birkaç gün sonra Kazım ile yengesi arasında bir sohbet geçmiş.
Yengesi Kazım’a “Sizin de üzerinizde silah var. Gözdağı vermek için siz de sıkın birkaç kişiye. Bir daha üzerinize gelemezler.” demiş. Kazım’ yengesine yanıt vermiş: “Onlar bizi vurur ama biz onları vuramayız. Onlar emekçi, onlar emir alıyor, evlerine ekmek götürüyorlar. Biz onları vuramayız.”
Benim tanıdığım kadarıyla silah sevmeyen biriydi Kazım.
1971’le birlikte Kazım’la ilişkimiz koptu.
Son görüşüm
Bir gece kaldıkları evi terk etmek zorunda kalmışlar. Dört arkadaşıyla birlikte benim kaldığım eve geldi. İrtibat için de bir adres bıraktılar. Sonra, o adrese gittim, benden şüphelendikleri için ulaşamadım.
Daha sonra, bıraktıkları ikinci adresten Selahattin Güleç’e ulaştım. Haziran ayıydı. Saat 5’te buluşmak üzere sözleştik. Ben, dikkat çekmemek için ailemi de yanıma alarak Kazım’ı buluşma noktasına götürerek Selahattin’e teslim ettim. Bu onu son görüşümdü.”
Mezarını bir ay sonra öğrendim
Kızıldere katliamını, Kazım’ın vurulduğunu basından öğrendik. Savcılıkta işlemleri tamamladıktan sonra tabutu koyduğumuz arabanın yanına geldiğimde en az 500 kişi aracın etrafında toplanmıştı. Bağrışlar, küfürler, hakaretlerle bizi protesto ediyorlardı.
Savcılıktan tedbir istedim. Bize verdikleri bekçinin yardımıyla güç bela oradan uzaklaşabildik. Kardeşimi öldükten sonra da kurşunladıklarını öğrendik. Bu nefreti anlayamadım.
Yolda uğradığımız benzincide iki kişi kendilerini Ankara’ya bırakmamızı rica ettiler. Kabul ettik. Onları da arabaya aldık. Ankara’ya 10 km kala polis bizi çevirdi. Durumu anlatınca Emniyet müdürünün de içinde olduğu bir polis aracı bizi takibe aldı.
Mezarlığa geldiğimizde elimizden aldılar tabutu ve bizi sorguya aldılar. Ankara’da mezarlığa geldiğimizde bizi araçtan indirdiler. Emniyet müdürü bizi sıraya dizdi ve hepimize tokat attı. Araçtaki yabancılara ise bizim aracımıza binmelerinden ötürü daha da sinirlendi ve ağır bir dayaktan geçirdi.

Sibel Erkan tanıklık yapıyor, Mahir dinliyor
Cenazenin defin işleminde orada bulunmayı talep bile edemedik o durumda. Cenazenin nereye gömüldüğünden haberimiz olmadı.
Ertesi gün mezarlığa gittim ve Kazım’ın mezarını öğrenmek istedim. O zaman mezarlık müdürü olan Alişan Canpolat’ı belli ki tehdit etmişler. Bana gitmemi ve işin peşini bırakmamı söyledi. Kazım öldüğünde 23 yaşındaydı.
Ancak bir ay sonra ulaşabildik bilgilerine.
Hüdai Arıkan

Açlık Grevi’nden Kızıldere’ye
Açlık grevi çadırından banka soygununa bir süre hep Hüdai ile beraberdim, boylarımızı da yarıştırırdık, Giresun’da köy çalışması yapmaya da kalkıştık, banka da soyduk. En son “bir şeyler yapmalıyız” notu geldi.
Selam sevgili dostum Hüdai,
sizleri bizden ayırmalarının üzerinden 38 yıl geçti. Her yıl değişik şekillerde sizi anıyoruz. İsterdim ki Türkiye devrimi gerçekleşse de anmaları tüm ülke birlikte yapmış olsaydık. İki yıl önce yarım otobüs insanla bizden ayrıldığınız yere gitmiştik. Bu bir ilkti. Ali Osman kod isimli sevgili dostum Hüdai seni anlatmaya başlayayım mı ne dersin?
Grev çadırında tanıştık
Mustafa Hüdai Arıkan hayatıma en çılgın ve en savruk dönemimde girdi. Onu ilk defa 1968 Ekim’inde Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademi’sinde direniş çadırında Ticaret lisesi mezunlarına kontenjan tanınması için açlık grevi yaparken tanımıştım.
Akademidekilerin çoğu hem okuyor hem de devam mecburiyeti olmadığı için çalışıyorlardı. Hüdai de Türkiye Standartlar Enstitüsü’nde memurdu.
Hüdai ile çadırda sık sık birlikte olduk. Eylem, hiç de ummadığımız bir sonuçla bitti; 50 kişilik kontenjan tanındı. Dostluğumuz da başarılı bir eylem içinde başlamış oldu.
1969 sonlarında, Ankara Kapalı’da yatıyorum. Hüdai ile Şaban İba ziyaretime geldi. Filistin’e gidecekler, fikrimi soruyorlar. Cezaevinde Filistin’den dönerken yakalanmış Yusuf Küpeli ile beraberim. Yusuf örneğini de vererek karşı çıktım.
Karşı çıkmam işe aramamış ki; yollara düşmüşler, Filistin’e ulaşamadan Kilis’de yakalanarak korkunç işkencelere uğramış ve bir hafta sonra da Ankara’ya dönmüşlerdi.
Hüdai işyerini boşlamıştı artık
Birkaç ay sonra cezaevinden çıktım. Örgüt (Dev-Genç) başka görev vermedikçe Hüdai ile sürekli birlikteydik artık.
Hüdai’nin de Kıbrıslı bir kız arkadaşı vardı, ilişkileri çok güzel gidiyordu. Kız Siyasal’ın yurdunda kalıyordu. Hüdai bir gün bana “Benimkinin oda arkadaşı… Senden çok hoşlanıyormuş, ne diyorsun?” diye sorduğunda gerçekten çok hoşuma gitmişti.
“Birbirinize çok yakıştınız” bile demişti. O insanın içini ısıtan, güven veren ve asla küçümseme içermeyen gülümsemesiyle.
Kim daha uzun?
Yine bir gün şakalaşıyorduk. Olmayacak şeylerle sanırım kafamızı dağıtıyorduk. Yine böyle boş bir günümüzde ondan uzun olduğumu söyleyip ciddi bir edayla iddiamı sürdürüyordum!
O da ‘hadi canım sen de!’ diyerek oyunu devam ettiriyordu.
“Hayır ben senden uzunum! İstersen boy ölçüşelim” diyerek ikimizi de kahkahalara boğuyordu. Siyasal Yurdundaki bu pandomimayı taçlandırmak için boylarımızı ölçmeye karar veriyoruz.
Hiç unutmuyorum asma katta duvara dayanmışız birbirimizin boyunu ölçüyoruz. Ben 1.74, o ise 1.88. Ayaklarımın ucunda yükseliyorum ama yine de ona yetişemiyorum.
Böylece onun uzun olduğunu kabul ediyorum. Fakat o beni teselli ediyor, “üzülme daha küçüksün büyürsün” diyerek.
Mustafa amcayla, Leyla teyze
Hüdai ile dostluğumuzun geliştiği 70 baharında evlerine gitmiştik. Babası Mustafa amca hasta ve hayli yaşlıydı. Leyla teyze daha sonraki aylarda Siyasal yurdunu az aşındırmadı.
O gün ağabeyinin bize hoş geldin bile dememesi üzerine Hüdai’nin canı çok sıkılmıştı. Sinirlendiğinde, ki bu fazla olmazdı, başını iki yana çevirip gözlerini sevdiklerinden uzaklaştırarak içinden, tıpkı sessiz dua edenler gibi dudaklarını kıpırdatarak, sanıyorum, kızgınlığını boşaltırdı. Buna küfür demek içimden gelmedi.
Fakat orada önemli olan Hüdai’nin kızgınlığı değildi, ortamın gerildiğini herkesten önce hisseden Leyla teyzenin bize izzet ikram için dört dönmesiydi.
Şimdi hatırladım bizi evden bırakmak istemiyordu adeta. Tabi Hüdai de bir an önce çıkmak istiyordu.
Leyla teyze yurtta
Leyla teyze oğlunun peşinde çok koşar, sık sık siyasal yurduna gelirdi. Oğlunu alıp gitmek istiyordu. Hüdai de annesi her geldiğinde yurtta saklanacak bir yerler bulurdu.
Leyla teyzenin her gelişinde mutlaka yeni bir kişi “Hüdai yok Teyze” demekle görevli gibiydi. Her gelişinde oğlunu almadan eli boş dönerdi.
Fakat o da yeni taktikler geliştirmişti; artık her gelişinde “Hüdai yok” lafını duyduğunda başlıyordu ağlamaya. İşte o zaman bizim ‘yufka yürek Hüdai’ ortaya çıkıp annesini teskin etmeye çalışırdı.
Giresun’da köylülerle
Hüdai ile birlikte Dev-Genç köy çalışmalarına katılmak istiyoruz. “Tamam,” dendi, Çarşamba’ya, İsmet abinin (Çörtük) mekânına, yani Sabo’ya (Sabahattin Kurt) gönderdiler.
Sabo Giresun’a hiç gidilmediğini ve orayı denememiz gerektiğini söyledi. Köylere giden yolda uzun uzun yürüdüğümüzü hatırlıyorum.
Nihayet daha dar bir yola kıvrılarak bir köye, daha doğrusu bir kahvehaneye ulaştık.
Köylüler hava güzel olduğu için dışarıda oturuyordu. Kalabalık bir masaya yanaştık. Selam verip oturduk. Köylüler soru dolu gözlerle bizi izliyorlar.
“Gidin kendi köylünüze yardımcı olun!”
Sabo tecrübeli olduğu için konuya doğrudan girdi. Tam fındık üreticilerinin sorunlarını sıralamaya başlıyorduk ki, orta yaşlı şu an bile yüzünü hatırladığım tipik bir Karadenizli Sabo’nun sözünü kesip “Gençler nerelisiniz?” diye sordu.
Sabo Vanlı, Hüdai de Eskişehirli olduğunu söyledi. Aslında Hüdai Çivrilliydi ama memleketini değiştirmek onun için bir oyundu. Ben de Kayseriliyim dedim. Köylü, tepeden tırnağa bizleri süzdükten sonra hepimize tek tek “Senin memleketinde ne yetişir?” diye sordu.
Kendi yöremizdeki yetişen ürünleri ve köylülerin uğraşlarını anlattık. Cevapları dikkatlice dinleyen köylü vatandaş, “Biz sorunlarımızı da, ne yapacağımızı da iyi biliriz. Siz gidin kendi köylünüze yardımcı olun,” deyince üçümüz de donup kalmıştık.
Zorlanacağımızı biliyorduk da böyle bir cevap beklemiyorduk. Fazla oturmak anlamsızdı. “İyi günler” diyerek oradan uzaklaştık.
Moralimiz bozulmuştu. Bu moralle çalışma yapamayacağımızı belirtip gerisin geri Çarşamba’ya ve oradan da Hüdai ile ikimiz Ankara’ya döndük.
Makyaj ve peruklar
Dev-Genç örgütlenmesinin gelişen siyasi mücadele de yetersiz kalması üzerine bilindiği gibi THKP-C’yi kurmuştuk. Hüdai, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı ile birlikte arka planda hazırlık için görevlendirilmiştik.
Deniz’lerin banka soygunu bizim eylemleri de hızlandırdı. THKP-C’nin ilk soygun ekibinde görev alacak üç kişi belliydi: Ulaş, Hüseyin ve ben.
Bu ekibe daha sonra Mahir Çayan ile Hüdai katılmıştı. Hüdai ile ikimize makyaj yapıldı. Uzun sarı peruklar takacaktık. Benim karakaşlarım fotoğraflardan teşhis edilmemek için inceltilmişti.
O gece ancak üç dört saat uyuyabildim. Hüdai’yi uyandırdım. Ulaş çoktan çıkmıştı bile. Makyaj ve peruklarımızı taktıkça bizimle dalga geçiliyordu. Bu da tabii ki gerginliği atmak için ilaç gibiydi.
Soygunda
Vakit geldiğinde Hüdai ile evden çıktık. Banka yakındaydı. Önce arka arkaya, bankaya 50 metre kala da yan yana yürümeye başladık.
Tipimiz gerçekten görülmeye değerdi. 1971 başlarında uzun sarı saçlı iki tip yeterince ilginç olsa gerek ki bakışlardan rahatsız olmaya başlamıştık. Sanırım bizi yeni tabirle gey sanmışlardı.
Anadolu kültürüyle büyümüş bu iki gerilla soyguna gitme heyecanı, telaşı ve endişesi yerine şimdi başka bir korkunun esiri olmuş adeta koşarcasına bankaya gidiyordu.
Telaşımız ve endişelerimizin merkezi değişmiş banka soymak adeta bizim için bir kurtuluş gibi gözüküyordu. Hüdai’nin hiç eksik olmayan sessiz ve güven veren gülüşü ancak banka uzaktan gözüktüğünde yüzüne gelip oturmuştu.
Hüdai’den son not
Hüdai yi en son ne zaman gördüm? Mahir’ler İstanbul’a gittiklerinde biz de Ankara’da eylem timi kurmuştuk. Bunun içinde Hüdai de vardı. En son stadyum soygunu için hazırlandığımızı hatırlıyorum
İstanbul’dan eylem haberleri geldikçe Hüdai ile birlikte Yusuf’u sıkıştırmaya başlamıştık. Artık Hüdai ile sürekli dışarıda buluşuyorduk.
İstanbul’da eylemlerinin hızlandığı günlerde Hüdai ile buluşamaz olduk. Buluşma isteklerimiz de gizlilik kuralları nedeniyle karşılanmıyordu.
Evlere gelen arkadaşlar vasıtasıyla haberleşiyorduk. En son Hüdai’nin ‘bir şeyler yapmalıyız ortak’ diye haber gönderdiğini hatırlıyorum.
Leyla ile Mustafa’nın oğlu Hüdai Kızıldere’de öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
Hüdai için son sözüm Mahşerin Beyaz Atlısı kitabımın Armağan bölümünde:
“Babam gibi bir devlet memuru olan, yaşadığı her alanda gördüğü haksızlıklara karşı çıkarak kendini devrimci harekete bağlayan, gözü dönmüş, aç gözlü, bencil ve insan olarak içi boşalmış kişilerin bile yüzünü kızartacak kadar mütevazı ve aynı tevazu ile ölüme koşan, mükemmel insan ve hala biricik dostum olmayı sürdüren Hüdai seni de buradan selamlıyorum.”
Hüdai ile liseden arkadaştık. Ankara Akşam Ticaret Lisesi’nde aynı sınıfta dört yıl (o zamanlar akşam liseleri dört yıldı) boyunca birlikteydik. Okulumuz Ankara’da Opera semtinde Türkocağı’nın karşısında bulunan eski bir binadaydı.
Akşam Ticaret Lisesi’nde gündüzleri çalışarak geçimini sağlayan ve geceleri de okula devam eden yoksul öğrenciler okuyordu.
Ankara’nın bir memur kenti olmasından dolayı öğrencilerin büyük çoğunluğu devlet kurumlarında düşük ücretle çalışan kişilerdi.
“Makul ve mantıklı” ilişkiler
Okul ortamı klasik liselerdekinden çok farklıydı. Kız öğrencilerin son derece az olduğu okulda arkadaşlıklar, aşklar, kavgalar ve trajikomik olaylar yaşanmıyordu. Arkadaşlıklar ve dostluklar o zamanların deyimiyle daha çok “makul ve mantıklı” ilişkiler şeklinde yürütülüyordu.
Okulda resmi törenler, yarışmalar, münazaralar, müsamereler filan da yapılmıyordu.
Derslikler adeta birer etüt salonu gibiydi. Teneffüsler 5 dakikalık sigara molası (sigara içmek serbestti) olarak verilirdi. Koridorlar yoğun sigara dumanıyla kaplandığı için sigara içmeyen hocalar ve öğrenciler koridora çıkmazdı.
Okulun kantini derslere başlama saatinden kısa bir süre okula gelen öğrencilerin çay, simit, börek, tost gibi yiyecekleri atıştırdığı bir yerdi. Kantin muhabbeti ise ancak öğrenimin gündüz ve yarımgün olduğu cumartesi günleri yapılabilirdi.
Zaman zaman elektriklerin kesilmesi ise, bir gecelik de olsa okulun tatil edilmesi demekti. Bu da, bizim o geceyi dinlenerek geçirmemiz anlamına gelirdi.
Her gün sekiz saat çalıştıktan sonra akşamları da üç buçuk saat ders görmek bizim için oldukça yorucu bir yaşamdı. Bu nedenle bazı yaşlı ve yorgun öğrencilerin derslerde uyumasına hocalar pek ses çıkarmazdı.
Hem okul hem iş
Hüdai işçi çocuğu idi. Babasını ortaokulda iken kaybetmişti. Annesi ile birlikte Aktepe’deki işçi konutlarında yaşıyorlardı. Bir akrabalarının yardımıyla girdiği Standartlar Enstitüsü’nde memur olarak çalışıyordu.
Bu konuda Hüdai ile ortak yanlarımız vardı. Ben de Kayseri’nin Develi ilçesinden bir işçi çocuğu idim. Babam Ortaokul ikinci sınıfında iken ölmüştü. Ankara’da akrabalarımın yanında kalıyor, gündüzleri çalışarak geçimimi sağlıyor ve akşamları da liseye devam ediyordum.
İlkokulu ve ortaokulu okuduğum kasabamda lise olmasına rağmen, ortaokul son sınıfta yaptığımız yaramazlıklar nedeniyle okul disiplin kurulu kararı ile kasaba lisesinde okuyamaz raporu verilen üç kişiden biri olarak mecburiyetten bu liseye girmiştim.
Elinde Red Kit eksik olmazdı
O yılları hatırlarken Lise Yıllığı’nı karıştırdım. Yıllıkta Hüdai için şöyle yazılmıştı:
“Adını yorumlarsanız bir bakıma “Allahlık” anlamına gelir. Ne var ki böylesi bir niteliğin tam tersi yaradılışta. Çok güler ve cin gibi zekidir. Aynı zamanda da “gırgır” baştan aşağı. Yaşamayı da gırgır’a almaz, umudumuz. Başarılı göreceğimize inanıyoruz”.
Evet! Hüdai son derece zeki ve espritüel bir kişiliğe sahipti. Sürekli gülen, günlük yaşamın komik yanlarını alaya alan ve kendisiyle bile dalga geçebilen nadir insanlardan biriydi.
Hüdai yıllıkta herkese sorulan standart sorulara da şöyle yanıtlar vermişti.
1- İlgi duyduğunuz şeyler? -“Red Kit mecmuası, dişi mahlûkat, futbol, birazcık da tiyatro”.
2- Arkadaşlık ve aşk konusunda düşündükleriniz? -“Arkadaşlık iyi şey, yalnız kafa dengini bulursak. Aşk; bekarların baş belası”.
3- Güçlük duyduğunuz şeyler? -“Beklemek, bir dalkavuk karşısında kalmak”
4- Kaybetmekten korktuklarınız? -“Sevdiklerim.”
5- Prensipleriniz? -“Samimiyet.”
Gerçekten de Red Kit mecmuası elinden eksik olmazdı. 1.88 m boyu ile sanırım sınıfın en uzunuydu. Kendisini Dalton Kardeşler’in en uzun boylusu olan Averal’e benzeterek zekice espriler yapardı. Gözüne kestirdiği birini Joe’ya, William’a, Jack’a benzeterek yanına dikilir ve “N’aber Joe, William veya Jack” derdi.
Hüdai’ye, o zamanlar Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Bizimkiler” çizgi romanındaki afacan bir çocuk olan ‘Hüdaverdi’ye benzetilerek espriler yapılırdı. Hüdai ise bu tür benzetmelere kızmaz ve daha zekice esprilerle karşı saldırıya geçerdi.
Hüdai’nin Red Kit okuması sadece ona özgü bir şey değildi. O dönemde ben de (ki bizim kuşakta bu yaygın bir durumdu) Tommiks, Teksas, Kaptan Swing gibi çizgi kitap dizilerini takip ederdim.
Senden n’aber Avarel?
Hüdai ile tanışmam da bu muhabbetlerden birinde olmuştu. Bir gün okula erken gitmiştim. Bodrum kattaki kantinde tek başıma çay içiyordum.
Kantinin kapısından eğilerek içeriyi Hüdai girdi. Bir çay ve simit alarak doğruca benim yanıma geldi. Her zamanki gülümsemesiyle “Naber Joe” dedi. Ben de “Senden ne naber Avarel” dedim.
Bir sandalye çekerek yanıma oturdu ve şöyle dedi: “Yav sen sınıfta bizim muhabbetlere pek takılmıyorsun. Ama sol takılıyorsun. Sence ben çok yaygaracı biri miyim?”
Ben de “Hayır arkadaşım. Sen öyle biri değilsin” dedim.
Arkadaş oluyoruz
İnsan ilişkilerinde içten ve cana yakın davranışları, kendine olan güveni, onurlu ve gururlu tutumları dikkatimi çekiyordu.
Bu nedenle Hüdai, sınıfta uzaktan izlediğim ve bir fırsatını bularak arkadaş olmayı istediğim birkaç kişiden biriydi.
Sanırım o da bunun farkında olmalı ki, böyle ani bir yakınlaşma hamlesi yapmıştı. Bu girişimi ile benden daha atak davranması da çok hoşuma gitmişti.
Ben ondan daha farklı bir kişilik sergiliyordum. Daha sakin, sessiz ve sanırım biraz da ciddi bir duruşum vardı. Gırgır ve şamatayı pek sevmezdim.
O sınıfta her şeyi gırgıra alırdı. Derslerde hocalara takılırdı. Futbol muhabbetine bayılır, futbol oynar ve takım tutardı.
Sosyalizm
Hüdai’ o günlerde henüz sosyalist değildi ve en azından kendisini böyle tanımlamıyordu. Ancak sosyalist olmaya yatkın bir kişiliği ve tavrı vardı.
Ben kendimi sosyalist olarak tanımlıyor ve çeşitli biçimlerde bunu yansıttığım için sınıfta sosyalist olarak biliniyordum.
Okuldaki öğrencilerin bileşimi fazlaca derme çatmaydı. Her yaştan, her meslekten, her kentten, her düşünceden insan vardı.
Bazı kentlerden tasdikname ile gelen birkaç öğrencinin dışında lise öncesine dayanan okul ve mahalle arkadaşlıkları pek yoktu.
Siyasal düşünce itibari ile okul çapında milliyetçilik ve muhafazakarlık etkindi. Kendisini solcu/sosyalist olarak tanımlayan öğrenci sayısı ise parmakla gösterilecek kadar azdı.

untitled
Solcu olmamızda Köy Enstitüsü kökenliler ile bazı meslek dersleri TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) üyesi hocaların etkisi olmuştu.
Bu hocaların derslerinde siyasal gelişmeler üzerine konuşmalar, espriler yapılır ve bazen de tartışmalar olurdu. Hüdai bunalır da gırgıra alır, ancak beni düşünmeye sevkeden derin espriler yapardı.
İlk devrimci dayanışma
Hüdai’nin dürüstlüğü, tutarlı davranışları ve samimiyeti beni etkilemiş ve onunla yakınlaşmamı sağlamıştı. Dördüncü sınıfa geldiğimizde iyi iki arkadaş ve dost olmuştuk. Artık okul dışında da görüşmeye ve siyaset konuşmaya başlamıştık.
Hüdai benimle ilk devrimci dayanışmasını okulun mezuniyet balosunda göstermişti. Diploma dağıtım töreninin ardından biraz da içkili olmanın verdiği cesaretle sahneye çıkarak mikrofonu ele geçirip sosyalizm propagandası yaparken, hocaların ve milliyetçi öğrencilerin tepkilerine karşı Hüdai yanıma gelerek beni korumuştu.
O gün liseyi bitirip üniversite heyecanı yaşarken sevgi, dostluk ve güven temelinde sürecek olan yol arkadaşlığına/can yoldaşlığına başlamıştık…
Mamak’tayken
Yedi yıl sonra ben Mamak Cezaevi’ndeyken Hüdai Kızıldere’de katledildi. Katliamdan hemen sonra Mamak’a getirilen Ertuğrul’la gizli bir yazışmamızdan olayın detaylarını öğrenmiştim. Hüdai ile yoğun bir şekilde süren devrim ve sosyalizm mücadelemiz, 14 Haziran 1971’de benim yakalanıp cezaevine girmem, onun dışarıda mücadeleye devam etmesi ile farklı bir sürece girmişti.
Mamak’ta, Kızıldere katliamının haberini aldıktan sonra “tutuklanmamış olsaydım ben de orada olacaktım” diye düşünmekten kendimi alamadım. On’ların öldüğünü bir türlü kabullenemedim ve Hüdai’yi uzun süre rüyalarımda gördüm. Bir gün daha fazla yaşayıp onların intikamını almak duygusuyla yanıp tutuştum.
Leyla hanımın ağlatan sözleri
1974’de cezaevinden çıktıktan sonra ziyaretine gittiğim Hüdai’nin annesi Leyla hanımın, beni çok üzen ve ağlatan bir sözünü hala unutmadım.
Leyla hanım “Benim oğlum öldü ama sen yaşıyorsun. Onun kanına sen girdin” demişti. Leyla hanımı her görmeye gittiğimde bu sözü tekrarlayacak diye ödüm kopardı.
Aslında Leyla hanımın bana yarattığı bu duyguya yabancı değildim. Ben bunu daha önce Nail Karaçam’ın katlinde de yaşamıştım. Ancak Hüdai’ninki bana cezaevi koşullarında daha ağır gelmişti..

Saffet Alp
Fikret Alp Karacan: Saffet’in Nasıl Öldürüldüğünü Bilmek İstiyoruz
Hava Harp Okulu’nda iken, geceleri orkestrada ut çalarmış mesela, ayrıca sportif de biriydi. Sosyal yönü güçlüydü. Sorun çözücü bir yapıya sahipti. Onu kaybedeceğimiz telaşını yaşatmadı bize.
Saffet Alp 1949’da Kayseri’de doğdu. İlk ve ortaokulu ardından liseyi Kayseri’de okudu ağabeyim.
Hiç 9 almazdı, hep 10 alırdı. Babam emekli öğretmendi ve maddi imkanlarımız kısıtlı olduğundan, ağabeyim Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ni kazanmış olsa da parasız bir okul olması için Hava Harp Okulu’na girdi.
Pilotluğu alındı
Pilot olmak istiyordu. Okulu Türkiye ikincisi olarak bitirdi. Hava Harp Okulu Kültür Yıllığı 1968/ Göksenin’de çıkan “Türk Düşünüşünün Batılılaşma Eylemleri İçersinde Evrimi” adlı yazısındaki dinle ilgili bir paragraf nedeniyle pilot yapılmadı, hava yer subayı oldu, üsteğmendi.
Bu olay onun psikolojisini çok bozdu. Yapısı gereği bizimle iyi şeyleri paylaşmak isterdi hep. Kötü şeyleri anlatmazdı. Pilotluğunun alındığını çok sonra öğrendik. Soldaki faaliyetlerinin yoğunluğunu Kızıldere olayından 10 ay önce hakkında arama başlatılmasıyla öğrendik.
Siyasi örgütlülüğünü bilmezdik
Babam demokrat birisiydi, emekten yanaydı Evimizde sohbetler olurdu. Böyle bir ortamda soldan baktık biz de dünyaya. O daha zeki ve aktifti bu konularda. Ama siyasi örgütlülüğünü çok bilmezdik. Onu kaybedeceğimiz telaşını yaşatmak istemedi bize.
Hem öldüğünde 23 yaşındaydı, anlatacak ne yaşamış olabilirdi ki.
Orkestrada ut çalarmış
Hava Harp Okulu’nda iken, geceleri orkestrada ut çalarmış mesela, ayrıca sportif de biriydi. Sosyal yönü güçlüydü. Sorun çözücü bir yapıya sahipti.
Yavaş, sessiz yaklaşırdı soruna ama söylediğini mutlaka dinletirdi.
Ben öğretmen okuluna gitmek istememiştim. Ağabeyim öğretmen olmamı, beni okutacağını söyledi ve ben hiç itirazsız gittim okula.
Saffet nasıl öldü?
Nihat Erim, yayımlanan anılarında, telefonda konuştuğu dönemin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’tan jandarmanın eve girdiğinde sağ kalanları öldürdüğünü öğrendiğini yazıyor.
Ertuğrul Kürkçü de bu bilginin kendisi için yeni olmadığını gazetecilere açıklamıştı. Kürkçü, kendisini yakalayan astsubay ve erlerin Saffet’i dışarıya canlı çıkardıklarını, kafasına kurşun sıktıklarını söylediğini aktarıyor.
Bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasını istiyorum.
Kızıldere operasyonuna katılan ve ağabeyim Saffet Alp’le birlikte diğer kişilerin öldürülmesinde rol alan güvenlik ve istihbarat görevlilerinin kimliklerinin açıklanmasını istiyorum.
Kızıldere’nin aydınlatılmasını hala bekliyoruz.
Saffet Alp: Başeğmeyen ve Mağrur Bir Yüz –atilla özsever
Havacı teğmen Saffet Kemalist subayların sosyalist dünya görüşüne çekilmesi için uğraşıyordu; çok yakışıklı, heyecanlı, atak ve kibardı.
68 kuşağı içinde yer alan insanlar olarak toplumsal sorunlara duyarlıydık. Bu toplumsal duyarlılık sadece sivil kesimdeki gençlikte değil askeri kesimde de söz konusuydu.
Kara Kuvvetleri’ndeki subaylar olarak ülke sorunları ve sol dünya görüşüyle ilgilenirken denizci ve havacı genç subaylarla da bir tanışıklık ve bağlantı içindeydik.
Bu çerçevede havacı bir teğmen olan Saffet Alp’i tanımıştım. Fizik olarak son derece yakışıklı, gayet düzgün konuşan, heyecanlı ve atak bir havası vardı.
Tartışmalarda kimi zaman keskin ve radikal görüşlere sahipti. O dönemde genç bir subay olarak Ordu Yardımlaşma Kurumu’nun (OYAK) yapısına ve sermaye kesimi ile ilişkisine eleştirel bir çerçevede bakıyorduk.
Saffet de, bu eleştirinin subay camiasında daha etkili bir biçimde yaygınlaşmasını savunuyordu.
Teğmen Saffet Alp, 12 Mart 1971 Muhtırası öncesi Kemalist, yurtsever nitelikteki subayların daha sol bir çiziye, sosyalist dünya görüşüne çekilmesi gerektiği üzerinde ısrarla duruyordu.
Gözüpek, cesur bir kişiliğe sahip olduğu hemen dikkati çekiyordu. Ama aynı zamanda kibar, centilmen bir tavrı da vardı.
Şark hizmetim çıkması nedeniyle irtibatım kesildi. Bir süre sonra da, 13 Şubat 1972 tarihinde gözaltına alındım, Ziverbey Köşkü’ndeki sorgudan sonra Selimiye’ye getirildim.
Selimiye Askeri Cezaevi’nde daha henüz koğuşlara geçmemiştik, üç kişi küçük bir odada kalıyorduk.
Günlerden Kızıldere olayının ertesi günüydü (31 Mart 1972). Gazetelerin birinci sayfasında Kızıldere’de öldürülenlerin resimleri vardı.
Saffet de onların içindeydi, hepsi için çok büyük üzüntü duyduk. Hele insan, tanıdığı bir kişinin o şekilde resmini görünce çok kötü ve tuhaf oluyordu.
Çaresizlik içinde bir an, onun baş eğmeyen ve aynı zamanda mağrur olan yüzü gözlerimin önünden geçti

10387406_1007308229298839_5472682179326213125_nCihan Alptekin’in 25 Yılı

İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisiydi; 1968 başkaldırısının öncülerindi, pek çok kez tutuklandı, Maltepe Askeri Cezaevi’nden kazılan tünelden kaçtı, Kızıldere’de katledildi.
Cihan Alptekin 1947’de Ardeşen’de doğdu. İstanbul Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydi. Devrimci Öğrenciler Birliği’nin (DÖB) kurucularındandı.
7 Mart 1968’de AISEC (Uluslararası Ekonomi ve Ticaret Bilimleri Öğrencileri Birliği) toplantısında 500 kadar öğrencinin katıldığı protestoda hakkında tutuklama kararı çıkanlardan biriydi.
68’in son günlerinde İstanbul Üniversitesi’nde Oya (Baydar) Sencer’in doktora tezinin reddedilmesi üzerine yapılan Mini İşgal’le 29 Ekim-10 Kasım günlerinde yapılan Mustafa Kemal Bağımsızlık Yürüyüşü’nün düzenleyicileri, Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye Büyükelçisi Robert Komer’in İstanbul Yeşilköy havaalanındaki protestocuları arasındaydı.
Dev-Genç İstanbul Bölge Yürütme başkanlığı yaptı.
1969’da daha sonra Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu (THKO) kuracak arkadaşlarıyla birlikte Filistin kamplarına gitti.
Pek çok kez tutuklanan Alptekin en son Deniz Gezmiş’le birlikte 1970 Eylül’üne kadar cezaevinde kaldı.
Ordunun partiden değil, partinin ordudan doğacağı anlayışıyla Deniz Gezmiş önderliğinde oluşturulan silahlı mücadele birliği THKO’nun İstanbul bölgesi örgütlenmelerini yönetti.
31 Mayıs 1971’de Tayfur Cinemre ile birlikte Tekirdağ’da yakalandı. Kasım 1971’de tutuklu bulunduğu Maltepe Askeri cezaevinden THKO’dan Ömer Ayna ve THKP-C’den Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz’la birlikte tünel kazarak kaçtı.
Nuran Alptekin Kepenek Oy Cihan, Bizum Cihan’da neden böyle bir kitap yazdığını şöyle anlatıyor:
“Cihan yüzde 90 köylerimizin yazgısı yoksulluğun içinde doğdu. Onun en büyük şansı genelde insanın özünü oluşturan; değişime, yeniliğe ve daha g