Yeni Arap Soğuk Savaşı ve Sol
Arap coğrafyası 1950’lerin sonlarıyla bilhassa 1960’lı yıllarda, deyim yerindeyse bir bölgesel “Soğuk Savaşa” ev sahipliği yapmıştı. O dönemde bir tarafta Nasır önderliğindeki Mısır başta olmak üzere “devrimci” Arap cumhuriyetleri, diğer taraftaysa bir kısmı “gerici” sıfatını cidden hakeden muhafazakâr Arap devlet ve monarşileri vardı (ilk seçenekte anılan Nasırcı Mısır ve bir dizi Arap cumhuriyetinin “devrimci” sıfatını ne derece hakettiğiyse ayrı bir konu). Bugünse Suriye’nin temel kapışma olanı olarak temayüz ettiği yeni bir Arap Soğuk Savaşı ile karşı karşıyayız.
Bilindiği gibi, 1960’larda radikal bir reform siyaseti yürütmüş Arap milliyetçiliği esinli cumhuriyetler zamanla yozlaşarak ne radikal ne de cumhuriyetçi denebilecek klientalist yönleri kuvvetli otoriter rejimlere dönüştüler. Bu rejimlerin (yani eski radikal cumhuriyetlerden arta kalan “babadan oğula geçen cumhuriyetlerin”) çoğu son iki-üç yıldır ciddi bir toplumsal muhalefet dalgasıyla karşı karşıya. Arap muhafazakâr yönetimleri ise tıpkı 1960’larda olduğu gibi bir kez daha bölgesel bir değişim dalgasını kontrol altına almaya ve tersine çevirmeye çalışıyor.
Peki Arap muhafazakar rejimleri (Suudi Krallığı, KİK ülkeleri) kime karşı “savaşıyor”? Genellikle bu yeni Arap Soğuk Savaşı Şii ve Sünni eksenleri, yani Suudi Arabistan (veya Katar) öncülüğündeki ülkeler blokuyla İran öncülüğündeki eksen (“mukavemet ekseni”) arasındaki bir mücadele olarak yorumlanıyor. Solda da bu yorum bir hayli popüler. Arap ayaklanmaları öncesinde yükselen bir bölgesel güç olarak İran’ın etkisini kırmaya dönük özellikle Suudi reaksiyonu elbette tayin edici bir faktör. Ancak esas mesele, ABD’nin bölgedeki etki ve müdahale kapasitesinin aşınmasının yarattığı manevra sahasını kendi lehine değerlendirmeye çalışan bir dizi bölgesel gücün kendi arasında girmiş bulunduğu rekabet. Dolayısıyla tıpkı eskisi gibi bu yeni Soğuk Savaş da bölge devletleri arasındaki bir güç mücadelesi anlamını taşıyor. Fakat bugünkü güç mücadelesinde ideolojik farklılıklar çok daha az bir önem arzediyor ve çekişme genelde mezhepçi bir dille anlaşılır kılınıyor.
Son yılların Arap ayaklanmaları ve gelişen toplumsal mücadeleleriyse bu jeostratejik rekabete yepyeni bir unsuru dahil ettiler. Çatışma sadece devletlerarası bir çatışma olmaktan çıkıp devlet ya da devletlerle kitleler arasındaki mücadeleleri de içermeye başladı. Ancak bu mücadelelerin yeni Arap Soğuk savaşı’nın karakterini ne yönde ve nasıl değiştireceği şimdilik gerçekten bir muamma. Yani bu büyük halk hareketlerinin bölgede devletlerarası rekabet ve çatışmanın eksenini değiştirmeye nefesinin yetip yetmeyeceğini ancak zaman gösterecek. Suriye’de yaşananlar bu açıdan olumsuz bir örneği teşkil ediyor. Suriye’deki ayaklanmanın hızla bir jeostratejik güç mücadelesine ve bir tür vekâleten savaşa dönüşmesiyle bu “yeni” Soğuk Savaş’ın bütün olumsuz karakteristiklerini sergilemeye başladı. Bir yandan İran Suriye’den vazgeçmek istemiyor diğer yandan Katar ve Suudi Arabistan (aralarındaki çelişkiler bir yana) İran’a yakın bir rejimin çözülmesi ve kendilerine yakın bir yeni yönetimin iş başına gelmesine oynuyor. Bu güçler (Türkiye’yi de unutmayalım elbette) Suriye’yi çekiştirdikçe ülkedeki siyasal ihtilaf bir mezhep ve etnisite savaşına dönüşüyor.
Kitle mücadelelerinin bu yeni Arap Soğuk Savaşı’nın parametrelerine sıkışması ihtimali ürkütücü. Bugün muhafazakâr Arap monarşileri bölgesel üç güç merkezinin (Irak, Suriye ve Mısır) kendi krizlerini yaşıyor olmaları nedeniyle çok daha etkin bir konumda. Geçmişte olduğu gibi karşılarında radikal pan-Arap milliyetçiliğinin bayraktarlığını üstlenmiş bir Mısır yok. Körfez İşbirliği Konseyi’nin, özellikle de Katar’ın kazandığı etki, bu boşluktan kaynaklanıyor. Dolayısıyla monarşilerin etkisini Arap dünyasında kıracak bir devlet aktörü ortada şimdilik görünmüyor (İran’ın bu yöndeki etkisi ancak sınırlı olabilir). Ancak bölgedeki kitle mücadelelerinin radikalleşerek derinleşmesi ve dahası monarşilere de yayılmasıyla (Bahreyn’de, kısmen de Ürdün’de zaten ciddi mücadeleler söz konusu olduğunu, dahası Suudi Krallığı’nın doğu bölgelerinde ve hatta Kuveyt’te kayda değer muhalefet hareketlerinin bulunduğunu unutmayalım) bölge halklarına hiçbir faydası olmayacak bu jeostratejik kamplaşmanın ötesine gidilebilir.
Türkiye solunda ise bazen bölgedeki siyasal ve sosyal türbülansı bütünüyle bu yeni Arap Soğuk Savaşı’na tabi kılmak gibi bir anlayış söz konusu oluyor. Jeostratejik rekabetin yıllanmış analistleri solda baş tacı edilip “duayen” muamelesi görebiliyor. Dahası, “gericilik” ya da emperyalizm karşısında tutum almak şeklinde tanımlanabilecek bir yaklaşım çerçevesinde “mukavemet” cephesine hayırhah yaklaşılabiliyor. Oysa İran ve Suriye’nin “mukavemet cephesini” geçmişin (sorunlu da olsa) radikal Arap milliyetçiliğiyle karşılaştırmak ve onları “ilericilik” adına savunmak ciddi bir hata olacaktır. Dahası böyle bir anlayış, eninde sonunda bölgesel güçler arası jeostratejik bir çatışmada şu ya da bu tarafın yanında yer almak anlamını taşıyor maalesef. Geçmişin (“düşmanımın düşmanı dostumdur” deyişiyle de tanımlanabilecek) problemli “kampçı” anlayışını, üstelik bir “sosyalist” kampın dahi olmadığı bugünlere tercüme etmek ciddi bir yanılgı olacaktır.
Yeni Arap Soğuk Savaşı’nın parametreleri içerisinde kalarak bölgede demokratik ve sosyal kazanımlar anlamında “ilerici” bir seçenek inşa etmek mümkün değil. Ancak bu parametreler değiştirilebilirse, aşağıdan kitle mücadeleleriyle çatışmanın ekseni devletler arası jeostratejik çatışmadan çıkartılabilirse sol açısından anlamlı bir siyasal saflaşma uç verecek. Bu nedenle sol, bu aşağıdan mücadelelerin uç vermesine, bunların gelişip kökleşmesine, bunlar içerisinde devrimci sol potansiyellerin oluşmasına “oynamalı”, şu ya da bu rejimin bekasına değil. Sol ikinci seçeneği seçerse Arap Soğuk Savaşı’nın dengelerine teslim olmuş olacak.
Foti Benlisoy, 9 Eylül’13