Hukuk ve Adalet Sistemi Çürümüştür

Eşitsizliklerin ve haksızlıkların bunca yoğunlaşmış olduğu dünyada, iktidarlar bir yandan varlıklarının devamını kendilerinin ‘icat ettikleri’ hukuk ve adalet kavramlarına yaslayarak suç ve ‘suçlu’ üretirken, bir yandan da kendilerine muhalif devrimci önderleri İmralı Özel Cezaevi ve Guantanamo Cezaevi örneğinde olduğu gibi ‘susturmak’ ve ‘imha etmek’ için yeni cezaevi sistemleri geliştiriyorlar. Bugün geldiğimiz noktada hukuk ve adalet kavramlarının ve cezaevlerinin toplum ve sistem için neler ifade ettiğini ‘Hapishane Çağı / Kapatılan İnsan’ kitabının yazarı, yazar ve çevirmen Işık Ergüden ile konuştuk.

‘Hapishane Çağı ve Kapatılan İnsan’ adlı kitabınızda adalet ve hukuk sisteminin ciddi bir eleştirisini yapıyorsunuz. Belki de bütünüyle kuşatılmış olduğumuz bu hayatın içinde, adalet ve hukuk sistemini nasıl ele almak gerekiyor?
Bugün, yirmi birinci yüzyılın başında, insanlığın doğaya, kendine ve yaşama neler bıraktığına dair yeterli sonuca ulaşabilecek durumdayız.

Geriye dönüp baktığımızda ‘ilkel’ denen insandan ne daha mutlu ne de daha erdemli olduğumuz söylenebilir. Üstelik doğayla, birbirimizle ilişkilerimizin tamamen sakatlanmış, tahrip olmuş olduğu da bir gerçek.

Gelinen noktada kapitalizmi ve uzantılarını doğanın, insanın düşmanı ilan edebiliriz. Hukuk ve adalet tüm bu süreçten en fazla hasar görerek çıkmış olan kavram ve uygulamalar arasında. Çünkü eşitsizliklerin ve haksızlıkların bunca yoğunlaşmış olduğu bir dünyada, yine bu sistem içinde kalındığında, sistemin meşruluğu içinde hareket etmek istendiğinde elimizde hukuktan ve adaletten başka bir şey kalmıyor, bunlara güvenmek zorunda hissediyoruz kendimizi ve asıl hayalkırıklığı, yok sayılma, bastırılma da bu noktada başlıyor, çünkü o zaman tamamen yalın bir gerçekle yeniden karşılaşıyoruz: Hukuk ve adalet denen şey yalnızca egemenlerin, mülk sahiplerinin çıkarına işliyor…

Zaten hukuk esasen devletin ve mülkiyet ilişkilerinin süregelmesini düzenleyici kuralların saptanmasıyla ve uygulanmasıyla görevli bir kurum. İnsan öldürmenin yasal ve meşru yollarından soygun yapmanın yasal ve meşru yollarına dek bir dizi alan, yani devlet hukukundan şirketler hukukuna dek uzanan geniş bir yelpaze yasa ve yönetmeliklerle güvence ve korumaaltına alınmış. Geriye insan teki kalıyor, zavallı insan! Victor Hugo’nun Sefiller’inde, ekmek çaldığı için küreğe mahkum edilen Jean Valjan örneğinden pek uzakta değiliz. Üstelik bir de bütün o görkemli haliyle, kılık kıyafetleri, kürsüsü, hiyerarşik dizilişi, anlaşılmaz diliyle insan üzerinde tam bir baskı kurmayı amaçlayan, kendini nesnel bir ölçüt gibi sunmaya çalışan mahkeme komedisi var. Tabii bundan bile vazgeçildiği birçok durum var, olağanüstü hal, sıkıyönetim falan filan gibi adlar altında çoğu zaman kendi ‘muhakeme usul kuralları’na uymamayı kural haline getirmiş bir yargı kurumu.

Suç ve ‘suçlu’ kavramları insana yönelik bir saldırı mı o zaman?

Suç ve ceza kavramlarının muğlaklığı ortada. Zaman ve mekan içerisinde sürekli değişiklik geçirmiş, farklılaşmış kavramlar. İşin asıl önemli yanı ise, sürekli olarak egemenlerin dayattığı kavramlar. Onların çizdiği sınırlar içerisinde oynamak zorunda kalıyor insan. Dolayısıyla, bırakalım devrimciliği muhaliflik bile sürekli geriletilen sınırlar içinde, egemenlerin belirlediği gündemler içinde debelenmek durumunda kalıyor. Bir de dil sorunu var tabii. Yaftalayıcı, etiketleyici bir dil hukukunki. Sistemi, düzeni aklarken, kişiye saldırıyor. ‘Suçlu’, ‘sanık’ ibareleri insanı tekboyutlulaştırıcı, egemen normların ışığında ele alıcı bir mantık dizgesinin ifadesi. İşte biraz da bütün bunların dışında düşünmeye yönelik bir çaba oldu ‘Hapishane Çağı’. Bu nedenle, eğer olacaksa, zaman varsa, hukukun yeni bir insanlık ütopyasındaki yerinin çöplük olma ihtimali yüksek. Keza hukukun bu tekleştirici, tümleyici dilinin de çöplüğe atılması gerek. Bu nedenle, romantik ya da imkansız gibi görünse de, başka bir alanın, edebiyatın, sanatın insana bakışındaki çokyönlülüğün, muğlaklık üzerinde derinleşmesinin diliyle insanı kavramayı öneren bir metin oldu ‘Hapishane Çağı’.

‘Adalet hiçbir kuruma (devlete) teslim edilemeyecek bir araçtır’
diyorsunuz, öyleyse hukuk devleti söylemi tam olarak neyi karşılıyor?

Devlete ne teslim edilebilir ki? Devlet, eklemlendiği bütün kavram ve kurumları iğdiş eden bir yapı. Yine geriye dönüp insanlık tarihine baktığımızda, ‘hukuk devleti’ kavramının insanlığın ender doruk noktalarından birinde, kişi haklarını da koruyucu anlamlı bir çözüm, ihtimal olarak sunulduğunu ama sonucun bir hüsran olduğunu görüyoruz.

‘Hukuk devleti’ öncesinden tek fark, egemenlerin keyfiyetinin kural altına alınmış olması, serbestlik alanlarının daha tanımlı olması.

‘Aydınlanmanın Aklı’na hala bel bağlayan bizlerin yanılsamasıdır ‘hukuk devleti’ altında işleyen kapitalist kar sürecini görememek. Evrensel ve uluslararası düzlemde de durum aynıdır. Hangi hukuk ve adalet, hangi uluslararası kurum hangi soykırımı, hangi katliamı engelleyebilmiş, emperyalizmin kar hırsına set çekebilmiştir? Böyle bir örnek yoktur.

Sizin deyiminizle vatanın ve milletin, mülkiyetin ve paranın bireyi yok sayarak kendine yer açtığı koşullarda suç ve cezanın kapitalist sistem içindeki karşılığını biraz açar mısınız?

Kapitalist sistemin oluşumunda, işleyişinde suçun yeri büyük. Daha ilk sermaye birikimlerinin oluşmasında bu var. Güney Amerika’yı talan edenlerin ipten, kazıktan kurtulmuş kişiler olması bir yana, neredeyse her yerde toprak fetihlerinin kanla mümkün olmuş olması bir yana, Rousseau’nun deyişiyle, toprağın etrafını çitle çevirip burası benim diyen insandır ilk suçu işleyen. ‘Mülkiyet hırsızlıktır’ diyen Proudhon ya da ‘Her büyük servetin ardında bir suç gizlidir’ diye Balzac, Batı’dan başlayan bu kapitalistleşme, kolonileştirme sürecindeki suçun payını doğru tespit etmiş kişilerdir. Ardından da hukuk gelir işte…

Bu sistemde, suçun ve cezanın farklı düzeylerde yeri var. Yukarda belirttiğim gibi iktidarın oluşum sürecinde, artı-değerin elde ediliş sürecinde temel bir işlevi var. Diğer yandan, her türden eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün, yoksulluğun ve yoksunluğun kaynağı olarak, aç insanları, evsiz barksız geleceksiz bıraktığı, aşağıladığı yığınları ‘suç’ yoluyla çıkış ummaya zorlayan bir yanı da var. Eşitsizliğe dayalı bir yapı varolduğu sürece, sömüren ve sömürülen var olduğu sürece ‘suç’ hep var olacak. Ama kapitalizm yüzsüz, ikiyüzlü. Kendi yarattığı koşulları hasır altı edip, bu koşulların ürünü olan bireyi, kişiyi suçlamakta üstüne yok! Alttan alta ise şu mesajı veriyor: Eğer başarır da, hırsızlıkla, cinayetle, nasıl olursa olsun, sen de mülk sahibi olursan, iktidar elde edersen, sen de yasal soygun ve cinayet imkanlarından yararlanırsın, kimse sana dokunamaz! Bunu söylüyor insanlara. Bu da, diğer bir boyutla, ‘suç iktisadı’yla ilintili.

Mafyalaşma, ‘yasal’ olarak suç oluşturan alanlardan para kazanma, ilişki ağı kurma boyutu, zaman içerisinde sistem içine alınacak bir kesimin palazlanmasına izin verme durumu oluyor. Başka bir düzlemde, yine kapitalizmin tarihinde, suç sektörü ile güvenlik sektörü arasındaki yakın ilişkiler hep bilinmekte. Eski sabıkalılardan güvenlik görevlisi yapılması bir yana, yine bu kesimle ideolojik ilişki içindeki devlet kurumlarının bu tür insanları grev kırıcılığından kiralık katilliğe kadar her alanda kullandığı, keza günümüzde devletlerin ‘yasal’ ve ‘yasadışı’ güvenlik-denetim ağlarında bu tür unsurların değerlendirildiği de tekrar tekrar karşımıza çıkan ‘sıradan’ gerçekler arasında. Günümüzün küresel sermaye ortamında silah sanayinin, bu sanayinin parçası olan asker-sivil bürokratların egemenliği, yanı sıra uyuşturucu ticaretinden seks ticaretine-turizmine dek uzanan geniş bir yelpaze de kapitalizmin suç sektörleriyle ilişkisine örnek
gösterilebilir…

Kitabınızda bireyin cezalandırılmasının ve cezaevlerinin saçmalığından söz ediyorsunuz. Cezaevleri ve ceza sisteminin kapitalist sistem için neden vazgeçilmez olduğunu biraz daha açar mısınız?

Olmuş bitmiş bir ‘suç’tan sonra o insanı hapsetmenin, cezalandırmanın anlamı ne olabilir? Toplumsal bir varlık olan, ilişkileri içinde doğru ya da yanlış davranan insanı bu ilişkilerinden kopararak, iradesinin tamamen yok sayıldığı, özel koşullarda yaşamaya zorlandığı bir ortama sokmak ve burada kısa ya da uzun bir süre tutmak, yeniden o ilişkilere döndüğünde farklı davranmasına yol açar mı? Hapishanelerin ıslah amacı taşıdığı ilk dönemlerde ileri sürülmüş olsa da, bu amacı asla yerine getirmediği, hapishaneden çıkan insanların tekrar içeri girme olasılıklarının yüksek olduğu gibi veriler hapishane sistemi savunucuları tarafından bile kabul edilmiştir. Günümüzde kapitalizmin en dokunulmaz iki alanından biri maliye, borsa vs., diğer ise güvenlik sektörü. Her ikisi de kapitalizmin yeni tanrıları. Hapishanenin ve cezalandırıcı sistemin öncelikle bütün bu korku, denetim, güvenlik ortamının oluşumu açısından olmazsa olmaz bir yanı var. Sonrasında, elbette, sistemi rahatsız edenler, muhalifler, devrimciler açısından kapitalizmin kullandığı bir kurum hapishane… Özelleştirme politikalarının da yeni alanı hapishane. Amerikan borsalarında hisseleri olan hapishaneler var, içerdikleri adam sayısına göre artıyor hisselerinin değeri.

Son yıllarda Guantanamo ve İmralı örneklerinde olduğu gibi kişiye özel cezaevleri oluşturuldu. CIA’nin nerede olduğu belirsiz ‘hayalet’ cezaevlerinin varlığından söz ediliyor. Cezaevlerindeki bu son değişiklikleri nasıl anlamak gerekiyor?

Öncelikle ‘hukuk devleti’ kavramının, kapitalizm açısından da önemini yitirdiğini görmek gerekir. Neo-liberal yapılar bir tür totaliter, faşist, ırkçı yapılar, ‘demokrasi’ sınırları giderek daraltılıyor, hukuk bir yana atılıyor. Keza yukarda da belirttiğim gibi, bir tür ‘güvenlik toplumu’ oluşturuluyor. Geçenlerde TESEV’in bir araştırmasında da ortaya çıktığı gibi, ‘vatan, millet söz konusu oldu mu hukuk teferruattır’ anlayışı hep yürürlükte olmakla birlikte, özellikle 11 Eylül 2001′in ardından başta ABD olmak üzere bu küresel neo-liberal sistemin her alanında açıkça ifade edilen ve meşruluk taşıyan bir görüş olabilmiştir.

Dolayısıyla ‘terörist’ yaftası yapıştırılan bir topluluğa, halka ya da kişiye egemenlerin her şeyi yapabilme hakkı meşruluk taşır hale gelmiştir. Guantanamo gibi özel örnekleri, zaten kamusal denetimin dışında kalacak şekilde tasarlanmış olan hapishanelerin yerden ve zamandan tamamen kopartılarak, dolayısıyla belirli bir hukuk normundan da kopartılarak işletilmesi olarak görmek gerekir.

Kişinin 10 yıl, 15 yıl hücre içinde tutulmasıyla amaçlanan nedir? Bu özel sistemi nasıl anlamak gerekiyor?

Hücre sisteminin bireyi tamamen öznelliğinden yoksun bırakmayı, onu nesneleştirmeyi, şeyleştirmeyi amaçladığı söylenebilir. Hücredeki ranzadan, masadan, duvardan farkı kalmasın, tepkisiz, hayatsız bir canlı-cansız olsun istenir. Bu bir tür imhadır elbette… Ama saçmadır da. O koskoca sistemin, devlet aygıtlarının tek bir kişiden bunca korkması, onun iradesini kırmak için bunca çaba sarfetmesi komiktir de.

Hücredeki insanın yok edilmesi, hatta diyelim kendi kendini de yok sayması, toplumu ya da sistemi daha mı mükemmel kılacaktır? Onsuz her şey yoluna mı girecektir? Yine tarihe dönelim, böyle bir durum yok elbette. Üstelik, kitapta da belirttiğim başka bir durum var: Federal Almanya’da RAF’ın kurucu kadrolarından Irmgard Möller yirmi iki buçuk yıl süren tecrit koşullarının ardından cezaevinden çıkarken, ‘devlet yenildi, ben kazandım!’ demiştir. İnsan, bütün sistemlere çomak sokabilir…

Son olarak şunu sormak istiyorum. Kitabınızda ‘Hücrede direnen bir kişi bile varsa, adalet onun ayağını bastığı yerde yeniden kurulur’ diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?

Adalet kavramını, kuramını yeniden oluşturmanın gerekliliğinden söz etmiştim. Burada önemli olan, sanırım, adaleti geçmişe ya da geleceğe değil, bugüne dönük olarak düşünebilmektir. Çünkü adaleti de, tıpkı eşitlik ve özgürlük gibi, mutlak bir durum olarak, herhangi bir toplum projesinin parçası olarak yarın gerçekleşecek gibi görmemek veyahut herhangi bir sınıf, grup vs.nin iktidarıyla gerçekleşecek bir olgu olarak görmemek gerekir. Bir süreçtir adalet, dolayısıyla ‘şimdi ve burada’ yürütülen bir mücadelenin parçasıdır ve esasen her bir kişinin her bir durumda tekrar ve tekrar yaşadığı, yeniden yüzleştiği bir olgudur adalet. Bu anlamda, bir uç durum olarak hücredeki insanı düşünmek, onun devasa bir baskı aygıtına direnişini tahayyül etmek ‘dışarıdakiler’in bu kavramı daha iyi kavramasını sağlayabilir.

Adaletsizliğe direniş, direnişin boyut ve biçimleri, tıpkı evrenin
sınırlarının bu sınırlara varmak isteyen varsayımsal bir kişi tarafından sürekli genişletilmesi -dolayısıyla sınırlara asla varılamaması- gibi, adalet mücadelesini de sürekli yeni boyutlara, yüzleşmelere, durumlara taşıyacaktır. Adalet yeniden tanımlanacaksa, burada devlete, iktidarlara ya da iktidar peşinde koşanlara yer olmayacaktır. Mazlum ya da sömürülüyor olmak da başlı başına adalet temsilciliği sıfatına hak tanımaz. Çoğu zaman onların adaletinin ve demokrasi anlayışının da kendileriyle sınırlı kaldığı görülmüştür. Bu yüzden adaleti başka bir dille, başka bir pratikle kurma çabasına girmek gerek. Yine bu yüzden ‘bir kişi’ kavramı da önemli benim için. Yığınsal ve kitlesel güdülenimlerin ötesinde, tek bir kişinin kendini ifade etme, var kılma çabası, bu yöndeki direnişi ile bunu bastırmaya çalışan kurumların, yığınların gücü arasındaki mücadelenin, her türden genellemelerin, yaftaların dışında kalmaya müsait olduğunu ve adaletin asıl odaklanması gereken noktanın burası olduğunu, edebiyatın, sanatın, sinemanın yapmaya çalıştığı gibi her şeyin belki de bu kadar minimal ölçekte görülüp değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Belki yine romantik kaçacak ama insanlığımızdan h?l? utanmıyorsak, bunu, insanlığın yaratabilmiş olduğu pek az değeri başka insanlara karşı en güç koşullarda, hayatı pahasına savunabilmiş, direnebilmiş tek tek ve bir avuç insanın anısına borçlu olduğumuzu unutamayız. Gerisi utanç, riyakarlık, çıkarcılık; doğaya, insana, hayata karşı…
BAYRAM BALCI

Işık Ergüden Kimdir?

1960 yılında İstanbul’da doğdu. 17 yaşında girdiği cezaevinde 12 yıl tutuldu. Galatasaray Lisesi’nde ve Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde okudu. Başta Fransızca olmak üzere, İngilizce ve İspanyolca’dan çeviri yapmaktadır. Yayımlanmış yirmiden fazla çeviri kitabının yanı sıra, dergilerde yayımlanan çeşitli deneme yazıları vardır. Ergüden, Barbarlık, Che Guevara Mitten İnsana İnsandan Mite,
İktisadi Aklın Eleştirisi ve Sivil İtaatsizliğe Çağrı gibi birçok kitabı çevirdi. Ergüden’in yayımlanmış eserleri şunlar: Hapishane Çağı Kapatılan İnsan, Kurşunkalemle, Sessizliğin Anarşisi