Bilginin Laikleştirilmesi ve Kapitalist Tahakküm
Geçmişle bugün arasında hissedebilen en sarih ve gözlemlenebilir farklılaşma insan hayatının maruz kaldığı denetimin yoğunluğunun giderek artışıdır: Toplumsallığın üzerinde yer edinmiş bir kuvvetin kontrol, baskı ve zorlaması gündelik yaşamın hemen her alanına gün geçtikçe daha fazla nüfuz etmektedir. Her geçen gün daha da ilerleyen ve güçlenen küresel siyasî merkeziyetçilikten, çeşitli vasıtalarla yaygınlaştırılan kültürel tektipçiliğe kadar insan yaşamının filizlendiği bütün alanlar bu yoğunluğun hedefi ve odağıdır. İnsan iradesinin kontrol altına alınışındaki bu yoğunluğun, geçmişte bir dönemde yokken –özellikle modernite ile- görece yeni ortaya çıktığını söylemek farazî ve beyhude olacaktır. Tarihî kayıtlar ve insanın dünya üzerindeki faaliyetleri, bize bu durumun insanın varoluşundan ileri geldiğini ve tüm zamanlarda mevcut olduğunu fakat geçmişte bir dönemle kıyaslandığında yoğunluğun giderek artmakta olduğunu göstermektedir. Aksi hâlde örneğin Orta Çağ Avrupa’sında toplumsal denetimin olmadığını iddia etmek hatasına varılacaktır. Nihayetinde bilinmektedir ki tarih boyunca insan grupları üzerinde hâkimiyet tesis eden güçler her zaman mevcut olmuştur.
Ne var ki bugün durum biraz farklıdır: Örneğin bilgisayar-elektronik-internet (bilişim) teknolojileri ile artık her bireyin “düşüncesi” gerçek bir beyânat hâlini almaksızın bilmek isteyen herkesçe bilinebilirleşmiştir. Herhangi bir konu, durum, ya da olay hakkında zihinlerde dolaşan bilgi, algı ve yorumlar giderek artan bir temâyül ile ileri teknolojik kayıt sistemlerine “gönüllü” olarak bırakılmaktadır. Bu kaydın bir bilgi olarak kullanılabilmesinin yanı sıra büyük ölçüde denetimin ağırlığını yansıtması açısından da önemi büyüktür. Bu denetim, bilgi olarak kişinin sosyal dünyadaki mevcudiyetini yönlendirebilecek güçlerin denetimi olabildiği gibi diğer yönden bu denetime zaten maruz kalmış olan toplumsallığın da ürettiği ayrı bir denetimdir. Bu nokta, kişinin sadece güç/tahakküm karşısında ezilmesi/dönüştürülmesi değil az daha ilerde toplumsal tarafından biçimlendirilmesidir. Uygun olmayan bir fikir, hangi mecrada sunulursa sunulsun ahlâken, siyaseten, dinen ya da başka bir toplumsal kurum yönünden reddedilir, yok edilir, görmezden gelinir ya da dışlanır. Toplum kavramının en önemli parçalarından olan kurumsallık, tarih boyunca mevcut olmuştur ve olacaktır, fakat bugün açısından sorun onun mevcudiyeti değildir. Sorun; sözü edilen tahakkümün yozlaştırıcı etkisinin ahlâkı, siyaseti, dini de denetim altında tutması ve bunu merkezîleştirerek evrensellik söylemi ile her yer ve kişiye dayatmasıdır. Doğru, iyi ve güzel; etik kuralları, fayda ve estetiğin ölçütleri gibi şablonlar içerisinde dayatılmakta ve evrenselleşmiş değerlerin dışında kalan her şey reddedilmektedir. Orta Çağ Avrupa’sındaki ya da Osmanlı’daki toplumsal denetim ile bugünkü arasındaki farklılık, -modernitenin ve kapitalizmin etkisinden bağımsız olarak ele alsak bile- küreselleşme olgusunun ağırlığı üzerinden açıkça anlaşılabilecektir.
İnsan yaşamının diğer bir alanı olan siyasal yapılanma da bu denetimden bağımsız kalabilmiş değildir elbette. Aynı örnek üzerinden devam ettiğimizde genel anlamıyla feodal diye adlandırılabilecek yönetim sistemleri merkezî bir otoritenin varlığıyla birlikte yerel örgütlenmelerin ağırlığını taşımışlardır. Feodal sistemde siyasal güç, farklı alanlara dağıtılmış olmakla birlikte kişi ve insan grupları üzerinde temel örgütlenme olan beyliklerin (kent-altı birimler) ağırlığı altındadır. Merkezî iktidara çok sıkı olmayan bağlarla bağlı bey, onun dinî ve siyasî otoritesine yaslanmakla birlikte belirli bir çerçevede özerk bir iktidar alanına sahip olarak sosyal organizmanın temel organlarını yönetmektedir. Bu temel organ parçasal bir varoluşa sahip topluluk kavramıdır. Topluluklarsa (cemaat), iç içe geçmiş büyük ve küçük ailelerden müteşekkildir. Bu hiyerarşik yapılanmada bireyin keyfince hareket etmesinden söz edilemeyecekse de hayatı anlamlandırmada ve yukarıda sıralanan doğru, iyi ve güzel gibi değerleri içselleştirme de günlük hayatını bugünün bireyine nazaran biçimlendirme gücüne daha fazla sahip olduğu açıktır. Yani toplumsallaşma sürecine ilişkin biçimlendirici ilkeler, evrensele ya da genele yayılmaksızın özel olarak belirlenebilmektedir. Düşüncenin paylaşılması örneğinde görüldüğü üzere bugün günlük hayatın toplumsal denetim dışında tutulması imkânsız gibidir, oysa bir Osmanlı köylüsünün günlük hayatının denetlenen kısmı modern insana göre çok çok azdır: Nitekim XXI. asırda Tokyo’da yaşayan bir bilgisayar mühendisiyle İstanbul’daki bir benzerinin hayatı anlama ve yaşama şekillerinde nerdeyse aynılık mümkünken XIV. yüzyıldaki Urfa’lı bir köylüyle bir Romen köylüsününki arasında neredeyse hiçbir benzerlik bulunamayacaktır.
Şimdi rahatça gözlemlenebilen bu kültürel benzerliğin salt yaşam tarzları ile sınırlı olmadığı, hatta yaşam tarzının sadece bir netice olarak ortaya çıktığı söylenmelidir: İnsanların ve toplumların yaşam tarzlarını belirleyen en güçlü etmenlerin hayatı anlama, kavrama, düşünme biçimleri olması ve buna bağlı olarak dünya üzerindeki faaliyetlerin maddeleşmesi; eşyayı belirli bir tarzda üretmenin yanı sıra toplumsallığı da belirli bir tarzda üretmek anlamı taşır. Artık çölde de okyanus kıyısında da aynı yaşam tarzları üretilmeye başlandığına göre, kültürün coğrafyadan ve fizikî koşullardan bağımsızlaşmaya başlamış olduğu da söylenebilecektir.
Bilginin Dönüşümü
Dünyayı anlama ve kavrama faaliyetleri için bir anahtar olan bilgi, modern dönemle birlikte kişisel/vehmî usa indirgenerek onun maddîleşme sürecine yön vermesiyle birlikte değer olgusunun da bireyle ilişkilendirilmesini öncelemiştir. Seyyid Hüseyin Nasr bu sebeple “kozmosun laikleştirilmesi”nden söz eder: “Kozmosun desakralizasyonu* konusunda birçok entelektüel ve tarihî sebep varsa da; bilme imkânına sahip zihnin ya da Kartezyen cogitonun saf olarak rasyonalistik düzeye indirgenişi bu sebeplerin başlıcalarından birisidir.” (Nasr,2001:69) Bilgi ve değer arasındaki mütekabiliyetin modern felsefeyle birlikte doğanın ve evrenin anlaşılması yönünden mekanikleştirilmiş ve salt niceliksel bir matematiğe indirgenmiş olarak analiz edilmesini ele alan Nasr, bu sürecin maddîleşmenin dağılımı bakımından kapitalizmin tahakkümüne müteveccih oluşunaysa eğilmemiştir. Oysa “cogito ergo sum” ilkesi ile vehmî usu merkeze alan anlayış, bilgiyi analitik sürece bağlamakla onu üretilecek bir metaa dönüştürmesi yanı sıra bireysel varoluşu bir değer merkezi hâline getirerek –kapitalizmin tarihselliğinin aksine- liberalizmin tarihte ilk defa ortaya çıkışının da yolunu açmıştır. Bu süreci Bertrand Russel’in yazdıklarıyla şöyle özetleyebiliriz: Avrupa’da modernliğe kadar bireyci bir felsefe görülmemiştir. Doğru ve iyi olan düşünceyle değil kolektif bilgi ile bilinmiştir, Descartes’ın cogitosu ile birlikte her birey için ayrı olan bir bilgi temeli ortaya çıkmıştır. İlk liberal olan Locke dindar birisi olmasına rağmen “vahiy hakkında us karar vermelidir” diyerek usu vahiyden üstün görmüş, aynı zamanda en önemli değerin özgürlük olduğu fikrini açmıştır. Böylece Avrupa’nın baskın gücü olan Hıristiyanlıkta Protestanlık karakteri doğarken ilk liberalizmin eğilimi içkin olarak mülkiyet haklarıyla karışık bir demokrasiye yönelmiştir ki ilk liberalizm, İngiltere ve Hollanda’da belirmiştir. Locke’ın da memleketi olan Amerika’da ise feodallik ve devlet kilisesinin olmamasından dolayı en büyük başarısını göstermiştir. (Russel,20012:149-163) Burada Weberyen bakışa müracaat edilerek; rasyonalizm, liberalizm, Protestanlık, demokrasi ve kapitalizm arasında açık, dosdoğru ve etkileşimli bir ilişki görülebilmektedir. Bu sürecin içinde yaralan Aydınlanma düşüncesi de “Hıristiyanlığa karşı yoğun ve radikal eleştirilerin gerçekleştiği, kilisenin, din adamlarının, dinsel erkin ve her şeyin ‘deneyin rehberliğindeki aklın’ süzgecinden geçirildiği/eleştirildiği, kısaca var olan politik sistemin ve dinsel kanılar yoğunluklu yapılanmaların sorgulandığı” bir dönemi temsil etmektedir; “Aydınlanma, 18. yüzyılda varolan totaliterliğe, kastçı feodal toplum düzenine, baskıcı dinsel dünya görüşüne karş, yeni olgunlaşmakta/şekillenmekte olan burjuvazinin yönettiği bir özgürleşim hareketidir.” (Kızılçelik,2000:72-73)
Bilgi, İktidar ve Toplumsal Denetim
Ne var ki bu özgürleşme hareketi herkesi kapsayan, felsefî ve ahlâkî bir öğreti değil, semayenin serbest dolaşımının en kısa yollu çözümüdür. Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde tarihin bir gücü olarak ele aldıkları toplumsal işbölümünü tartışmalarında bir fikrin varlığını, o fikrin temsil ettiği bir sınıfın varlığıyla açıklarlar. Düşünce üretimi de sanatsal üretim ya da tarımsal üretim gibi işbölümü içinde yer alır ve düşünür de bir sınıfı temsilen fikirler ortaya koyarak topluma katılır. “Aristokrasinin egemen olduğu zamanlar, namus, onur, bağlılık vb. kavramları egemendi ve burjuvazinin egemen olduğu zamanlar özgürlük, eşitlik vb. kavramları egemendi. Bu, bütünüyle egemen sınıfın kendisinin inandığı şeydir.” (Marx,Engels;1995:44-45) Burada düşüncelerle birlikte değerlerin üretimine de atıf yaparlar. Bunun doğrulamasını tarihsel bir bakışla yapmak mümkündür: Sözgelimi, içinde yaşadığımız toplumun son otuz yıldaki düşünsel ve değersel değişimine kabaca bakmak bile geçen zamandaki egemen ideolojinin anlaşılması için birçok örnek barındıracaktır. Din ya da vicdan özgürlüğü düşüncelerinin sadece serbest rekabetin bilgi alanındaki egemenliği olduğunu ifade eden yazarlardan hareketle bu özgürlüklerin kısıtlanması açısından bakıldığında hangi dönemde mahkeme salonlarını hangi fikir sahiplerinin doldurmuş olduğu egemen ideolojinin ne olduğuna dair açık bir fikir verebilecektir.
Ki bu durumun açıklığı sorgulayıcı ve eleştirel bir düşüncenin yokluğu hâlinde söz konusu değildir. Çünkü alelâdeleşmiş birçok kavram ve pratik, insanın içinde yetiştiği ve soluklandığı kültür ortamının vücuda getirdiği bir doğallık içinde görünmezlik kazanmaktadır. Hatta hayatın ciddi bir kısmı bu doğal ortam (olağan sebep ve sonuçlar nedeniyle) görünmezdir, çünkü her sabah orada olduğunu bilerek gökyüzünün kontrol edilmemesi gibi sürekli tekrar edildiği için zorunluluk dairesi içinde insan birçok şeyin varlığıyla alâkadar olmamaktadır. Sürekli tekrar edildiği için görünmez hâle gelen şeylerden bazıları –mesela beslenme rejimi, çalışma ihtiyacı, sanayi atıklarının güzergâhları gibi- doğrudan insan varoluşuna ilişkin saldırı ve tehditler oluşturmasına rağmen toplumun ilgisine mazhar olamamaktadır. Bazılarıysa toplumsal açıdan insanı yutan, uyutan ya da dönüştüren girdaplarıyla kimlikleri baskılamasıyla sıradan ya da günlük dediğimiz hayatı biçimlendirmektedir. Bu biçimlendirme birbiriyle ilgisizmiş gibi görünen farklı noktalarda inkişaf etmektedir: Bazan ekonomik, bazan ahlâkî, bazan dinî, felsefî ya da siyasî yönden krizler yaşanmakta fakat bireylerce içselleştirilmiş kültür ortamının güvenliği adına sıradan ve alışılmış olanla yeninin biçimlendirmesi sentezlenerek doğallık sürdürülmektedir. Bu, sağduyu adıyla toplumsal bir erdemin de yaşadığının göstergesi sayılmaktadır.
Adına çok defa sağduyu denilen bu bilinçsizliğin kültür ortamını biçimlendiren kuvvetle ilgisi mânidardır: Sağduyu ve kanunlar, “sorgulanmamış bir hayata” râzı olan kalabalıkları kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan egemen kesimlerin iktidarına hizmet ederler. Çoğu zaman kültür diye adlandırılan yaşamsal alan iktidarın, kendisine hizmet eden bir kitleyi denetimi altına almak için kurguladığı tasarımından ibarettir. Kültür denildiğinde genelde anlaşılan millî/yerel benlik, sanat-edebiyat, düşünsel birikim yanı sıra bir bütün hâlinde yaşam tarzı ve onun şekillendirdiği üretim-dağıtım ilişkileri, hukuk, ahlâk, töre ve hatta din de bu “büyük tasarımcı”nın kontrol ve yönlendirmesi kapsamındadır.
Bu tasarımcılığı iktidarı uygulayabilmek için “gerçeklik üretimi” olarak ele alan Foucault; “iktidar, hukuk ve gerçeklik” arasındaki üçgenden söz eder: “[İ]ktidar ilişkileri gerçek söylemin bir birikmesi, bir dolaşımı, bir işleyişi, bir üretimi olmaksızın ne işleyebilir, ne yerleşebilir ne de ayırt edilebilir. Bu iktidar içerisinde, bu iktidardan yola çıkarak ve bu iktidar yoluyla işleyen belirli bir gerçeklik ekonomisi olmadan iktidar uygulaması olmaz. İktidar tarafından hakikat üretimine bağlı kılınırız ve ancak hakikat üretimi yoluyla iktidar uygulayabiliriz.” (Foucault,2002:38) diye yazar. İktidarı uygulamanın yoluysa malûm olduğu üzere “hukuk” diye adlandırılır. Şu hâlde hukukun, gerçekliği tasarımı açısından ve bunun kabul ettirilmesi açısından iktidarca araçsallaştırılmasından söz etmek gerekmektedir. Bu araçsallaştırma sadece üst-yapısal birikim olarak değil doğrudan yaşam tarzı olarak kültüre dâhildir ve kültür eliyle işlerlik kazanmaktadır: “[B]eraberinde özgül iktidar etmenleri taşıyan gerçek söylemlere: hukuk kurallarına, iktidar mekanizmalarına, gerçeklik etmenlerine, dahası: iktidar kurallarına ve gerçek söylemlerin iktidarına bağlı olarak bizler yargılanırız, mahkûm ediliriz, sınıflandırılırız, görevlere zorlanırız, belirli bir yaşam biçimine ya da belirli bir ölme biçimine adanırız.” (a.g.e.:39)
Bu adanma, insanın kendi varoluşunu tanımla gücünü yitirmesiyle orantılı olarak şahsî denetimini ve karar alma süreçlerini bilinç ve tecrübeden uzaklaştırmakta ve bunları giderek daha fazla bir biçimde toplumsallığa ve siyasallığa teslim etmesini gerektirmektedir. Öyle ki bireyin kendini tanımlama şeklinin dâhi toplumsal konumlanışla sınırlanması gibi bir “yok olma” hâli mevzubahistir: Bugün yapılan adlandırmayla tüketim toplumu içerisinde birey var oluşunu edindiği, sahip olduğu, kendisine eklemlediği bir takım nesneler aracılığıyla görünür kılarken kimliğini de bu nesnelere erişebilme potansiyeli etrafında nitelemektedir. Yani insanın kendini tanımlamaya nesneler üzerinden gidişi söz konusudur. Öyleyse nesnelere bağlı olarak yapılan bir tanımda kişinin öznel bir değere ulaşması mümkün olamayacağı gibi bu değerin denetimini –özdenetim- yapabilmesi de imkân dışıdır. İnsanın artık, toplumsalca üretilmiş bir gerçeklik evreninde, gücünü devrettiği egemenlerce tasarlanmış bir kurguda istatistiklere indirgenmiş bir konumda yaşadığı açıktır.
Hûlâsa
Geleneksel kavrayışta bilgi, zihnî bir faaliyet sonucunda üretilen ya da dışarıdan alınan bir şey değil son merhalede varoluşun bir niteliği ve hâlidir. Schuon’un deyişiyle, “Bir’in bilgisi total ve birlik halindeki bir bilgi olduğundan düşünceden ziyade varlığımızı gerektirir.” (Schuon,1997:75) Mutlak’ı bilen ya da O’na inanan kişi, bu bilgiye tüm varlığını katıp onunla yaşamalıdır. O halde bilginin, doğrudan yaşam biçimine bağlı olarak kişiyi niteleyeceği ve onu anlamlandıracağı görülür. Bu yüzden Kur’anî lisanda bir şeye vakıf olarak bilmek fiilinin adı olan hakke’l yakîn, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak diye açıklanmıştır: Bu, bilginin ve bilme hâlinin tahakkuku/gerçekleşmesidir. Ki bilmenin aracı olan dil ve merkezi olan akıl (intelect) arasındaki bağlantıyı sağlayan kelime (kün/ol), Allah’ın halk edişinin de vasıtasıdır. Bu sebeple bilginin özü, Öz’ün bilgisi olarak kabul edilmiş, bilinç de Ruh’un bir yankısı/yansıması olarak görülmüştür. “Ruhu madde üzerinde ve şuur üzerinde bir evleviyete sahip görme hususundaki doğal eğilimi, -zira Ruh evrendeki en büyük maddî nesneden bile daha yüksek bir gerçeklik seviyesindedir- bizzat, bilgi cevherinin bilinen üzerindeki evleviyetinin bir kanıtıdır; -zira aklın varlık sebebi gerçekliği, nesnel, bütüncül bir biçimde ve Ortaçağ skolastiklerinin ünlü ilkesi olan uygunluk gereğince bilmesidir.” (Nasr,2001:12-13) diye yazan Nasr, insan olmanın kendini bilip, aşmak ve nesnel dünyayı teşkil eden her şeyin kaynağına erişmek demek olduğunu belirtir.
Bu kaynağa erişilmesi de prensiplerin bilgisi diye adlandırılmış olan, eylem ve hareketten üstün olan manevîyatın gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Bu gerçekleşmenin en tepeden aşağıya bir piramit gibi genişlediği fikrine dayanan toplumsal yapılanmada doğal olarak kişiler de nesneler de dünya için taşıdıkları işlevsel değere göre sıralanacaklar. Bu ise manevî bir otoriteden güç alan yapılanma içinde maddîleşmenin tahakkümüne izin vermeyecektir. Bilginin doğası gereği öze, insanın derinine ait oluşu ve oradan gelişi, anlam dünyasını biçimlendireceği gibi değerlerin de insanın özüyle, varoluşuyla, tabiatıyla ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkacak işleviyle uyumlu olmasının yolunu açacaktır. Nihayetinde Aydınlanmacılarda yaygın bir fikir olarak tabiattan bilgi temin etmek için ona işkence etme fikri, sadece bilgiyi değil düşünceyi, doğayı, insanı ve toplumu da nesnel ölçütler çerçevesinde bir kalıba zorlayacak ve onu biçimlendirmek adına yine işkence ve tahakküme başvuracaktır.
Dünyanın mevcut yapılanmasının sosyal olarak kalıpları çıkarılmış kültürel tektipçi evrensel insan modeline doğru, siyasal olarak merkeziyetçi bir kontrol toplumuna doğru yönelmesi, kapitalizmin birikimci çarpıklığının para/madde merkezli hayat anlayışının olası neticesidir. Bu neticeye doğru hızla ilerlenirken bugün kapitalizmin zorunlu bir aşaması olarak postendüstriyalizmin çerçevesinde gelişen teknolojik güç kullanımı, her geçen gün kişilerin ve toplumların üzerindeki denetimini yoğunlaştırmaktadır. Bu denetimin doğal bir gereği olarak aşırı bilgi üretim ve dağıtımı ile bunun manipülasyon ve propaganda araçları; kültürel ve yaşamsal alanda içselleştirilmekte, tekniğin en alelâde ve ihtiyaca dönüştürülmüş hâldeki kullanımında dahi zihinsel süreçler pasifize edilmektedir. Bu ise zihin kontrolü gibi isimlerle anılan bazı projelerin gelecekteki küresel merkezî kontrol iktidarlarına varılıncaya kadar şimdiden başlatılmış olduğunun, insan aklının özdenetimden ve kendinden uzaklaştırılmaya başlatıldığının erken bir göstergesi olarak okunabilecektir.
* Kelime kutsalın zıddı bir yönelimi ihtiva etmesi bakımından çevirmeni tarafından “laikleştirilme” şeklinde kullanılmıştır.
Alper Gürkan – heyula.net
Kaynakça
Foucault, M. (2002); Toplumu Savunmak Gerekir,Terc.:Aktaş,YKY,Ş.,İst.
Kızılçelik, S. (2000); Frankfurt Okulu, Anı Yay., Ank.
Marx, K; Engels, F. (2003); Alman İdeolojisi (Feuerbach),Eriş Yay.
Marx, K; Engels, F. (1995) Yazın ve Sanat Üzerine, Terc.:Ünalan,Ö.,Sol Yay.,Ank.
Nasr, S.H. (2001); Bilgi ve Kutsal, Terc.:Yazar,Y.,İz Yay.,2.Baskı, İst.
Russel, B. (2002); Batı Felsefesi Tarihi-III,Terc.:Sencer,M.,İz Yay.,İst.
Schuon, F. (1997); Varlık, Bilgi ve Din; Terc.:Yalçın,Ş.,İnsan Yay.,İst.