Hapishaneler Ne İçin Var?
Toplumda “suç” olarak algılanan eylemler artarken, hapishaneler kalabalıklaşıyor. Ne dışarıdaki, ne de teorik olarak “suçluyu düzeltme” işlevi gören hapishanelerde işlenen suçlar azalmak biliyor.Hapishaneler ne için var?
Bugün Türkiye’de ve dünya genelinde hapishaneler, yalnızca birer ceza infaz kurumu olmaktan öte, kendi içinde gerçekleşen hak ihlalleri ve suç teşkil eden uygulama alanları olarak da sivriliyor.
Hapishanelerde yaşananlar ceza infaz sistemleri kadar, toplumun geri kalanı için pek çok yönden açıklayıcı bir yana sahip.
Çok yakın bir geçmişte Pozantı Cezaevi’ndeki çocuk mahpusların taciz ve tecavüz tanıklıkları gündeme geldi. 2009 senesinde Pozantı Cezaevi, uyuşturucu sattığı iddiasıyla tutuklanan 16 yaşındaki bir çocuğun ölümüyle dikkat çekmişti.
Öte yandan, Hatay E Tipi kapalı cezaevinde tutuklu bulunan bir kadın, bir erkek gardiyanın tacizine uğradığını söyleyerek İnsan Hakları Derneği’ne başvurdu. 9 Mart 2012 tarihli yazısında Serhat Korkmaz, Ankara Sincan Gençlik ve Çocuk Cezaevi’nde çocukların maruz kaldığı şiddet olaylarını yazdı.
bianet’in haberinde tırnak içinde belirtilen, “en güvenli cezaevi” olarak ünlenmiş olan Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunan 25 yaşındaki erkek mahpus ise, aylarca dört tutuklunun tecavüzüne uğradı. Ne yazık ki Türkiye cezaevlerinde süregiden benzeri şiddet eylemlerinin listesini epeyce uzatmak mümkün.
bianet’in haberinde yer aldığı haliyle, “en güvenli cezaevi” imasının oldukça haklı gerekçelerle bir ironi içerdiğini belirtmek gerekir.
Günümüzde hapishaneler, teorik açıdan bakıldığında toplumun genel “güvenliğini” sağlamak için işlev görmektedir. Ne var ki hapishanelerin yapısal organizasyonları, yaşamsal ve mekansal açılardan toplumdan izolasyonu, bu kurumlar dahilinde belirli “güvensizliklerin” yeniden üretilmesine sebebiyet vermektedir.
Bu bağlamda hapishanelerdeki şiddet eylemlerinin tamamının medyaya yansımadığını, bugün buzdağının görünen kısmıyla meşgul olduğumuzu belirtmekte fayda var.
Türkiye’de ve dünya ölçeğinde hapishanelere dair ciddi sorunlar söz konusu. Bunlardan en önemlileri, kimi zaman devlet görevlileri kimi zaman ise mahpuslar tarafından hapishanelerde gerçekleştirilen şiddet eylemleri, hapishanelerin aşırı kalabalıklaşması ve toplumun hapishanelerde olan bitenlere yönelik genel duyarsızlığı.
Bugün toplumda “suç” olarak telakki edilen eylemler artarken, hapishaneler giderek daha kalabalık hale gelmekte. Ne var ki, toplum genelinde suç oluşturan eylemlerin ötesinde, teorik olarak “suçluyu düzeltme” işlevi gören hapishane mekanları dahilinde işlenen suçlar azalmak bilmiyor.
Bu durum da, şu soruyu eleştirel bir bakışla ele almayı gerektiriyor:
Hapishaneler ne için var?
Modern hapishanenin geçmişi
Avrupa’da 19. yüzyıla kadar mahkumlar, ucuz iş gücü potansiyeli olarak görülmekte ve özellikle sömürgeleştirilmiş üçüncü dünya ülkelerindeki pazarlara yönelik işlev görmekteydi.
Mahpusluğun bu sabit olmayan, izole edilmeyen ve gezici bir suretle köleleştirilen fonksiyonu, 19. yüzyıla etki eden insan odaklı Aydınlanmacı düşüncenin etkisiyle ceza infazının kurumsallaşmasına yol verdi.
Michel Foucault’nun detaylıca analiz ettiği gibi, bu süreçte kurulan sıkı denetimli hapishaneler, mahkumları yalnızca cezalandırmaktan öte, onları sürekli bir gözetim mekanizmasına tabi tutarak “rehabilite etmeye” yönelik bir amacı beraberinde getirmişti. Hapishanelerin kurumsallaşmasını hedefleyen bu düşünceye göre toplumsal ilerleme, ancak ve ancak suç işlemiş mahkumların hapishaneler yoluyla iyileştirilmesiyle mümkün olabilirdi.
Liberal düşünür Jeremy Bentham’in öne sürdüğü “Panoptikon” tarzı hapishane modeli, geometrik bir mimariden başka hiçbir tekniğin kullanılmadığı bir hapishanede mahkumların oto-kontrol mekanizmaları geliştirmesini hedefliyordu. Daire şeklinde inşa edilmiş hücrelerle beraber, bu dairenin tam ortasında yükselen bir gardiyan kulesi ile hücrelerdeki mahkumların gardiyanları göremeyecek şekilde konumlanması sağlanmıştı.
Bu modele göre mahkumlar, her an gözetleniyor olma endişesi ile “yanlış” bir davranışta bulunmayacaklardı, hatta ve hatta bu gözetlenme hissi sayesinde gardiyana bile gerek kalmayacaktı.
Bu hapishane modeli büyük ölçüde teorik biçimiyle kaldı ve “panoptikon” modeli 1919’da Louisiana’da kurulan Stateville Hapishanesi ve Pittsburgh’deki Western Penitentiary dışında uygulama alanı bulamadı. Ne var ki hapishanelerin kurumsallaşması ve disiplin alanları haline gelmesi, 19. yüzyılın ortalarından itibaren gerçekleşti ve “panoptikon” ruhu, giderek artan güvenlik teknolojileriyle işlev kazandı.
İnsanı merkeze koyan aydınlanma düşüncesiyle ortaya çıkan “toplumu reforme etme” şiarının ceza sistemlerindeki izdüşümü olarak “suçluyu rehabilite etme” amacının, hiçbir zaman tam manasıyla gerçekleşmediğini, panoptikon anlayışının devletin mahpuslar üzerinde tahakkümü yönünde evrildiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Mahpusu “düzeltme” amacı, belirli toplumsal normlar ekseninde bir çabaya işaret eder ve bu normların neye göre belirleneceği tartışma konusudur. Ancak bu noktada dikkat çekici olan, bianet’in haberinde de kinaye yoluyla vurgulandığı gibi, ülkenin en “güvenli” hapishanelerinde mahpusların ve devlet görevlilerinin suç işleyebildiği gerçeği ve bu gerçeğin özellikle “yoksulluk” ekseninde eleştirel bir analize tabi tutulması gerekliliğidir.
İçeriden dışarıya taşan panoptikon
Sosyolog Loïc Wacquant, günümüzde “hapishanelerin gettolaştığı” bir sürecin yaşandığını belirtir.
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) toplumundaki gözlemleri ışığında Wacquant’a göre hapishanelerdeki her on mahpustan yalnızca biri hapishaneye girdiğinde iş sahibidir. Bu istatistik hapishanelerin, neo-liberal ekonominin ihtiyacından arta kalan vasıfsız iş gücüne ev sahipliği yaptığı sonucunu ortaya koyar.
Geçtiğimiz 20 yıl içerisinde ABD’de hapishanelerin özelleşmesi ve ciddi kar üreten kurumları haline gelmesiyle Wacquant kentsel alanın mutenalaşmasıyla birlikte gettoların kaybolmaya yüz tuttuğunu, “güvenlik toplumuna” geçiş paralelinde ceza infaz oranının yükselerek gettoların adeta hapishanelere taşındığını anlatır.
Bu süreçte ABD’de hapishane nüfusunda müthiş bir artış yaşanır; öyle ki, 1960’larda beyazlar hapishane nüfusunun yüzde 70’ini oluştururken bu oran, 1980’lerden günümüze siyahlar yönünde evrilmiştir. Günümüzde 2 milyon 292 bin 133’e ulaşan mahpus sayısının yaklaşık yüzde 70 gibi ciddi bir oranı siyahi mahpuslardan oluşmaktadır.
Wacquant’a göre güvenlik toplumuna geçişle birlikte siyahi mahpus sayısının büyük bir ivmeyle artması, neo-liberal ekonomi ile alakalı olduğu kadar siyahi vatandaşlara yönelik ırkçı kökenleri olan toplumsal ayrımcılıkla da yakından bağlantılıdır. Bu noktada panoptikon, hapishane içinden çok, hapishane dışına yönelir.
İki örnek oldukça dikkat çekicidir:
* İnternetin yaygınlaşmasıyla birlikte Illinois, Florida ve Texas eyaletleri, mahpusların suç dosyalarını online olarak erişime koyar, böylelikle tahliye olan mahpuslar bu araştırma veritabanı yüzünden hayatlarının her alanında büyük ayrımcılığa maruz kalırlar.
* Louisiana’da gerçekleşen bir diğer örnekte ise cinsel taciz veya tecavüz suçundan ötürü hüküm giymiş eski mahpuslar, tahliye olduktan sonra varsa ev sahiplerine, bölgesindeki eğitim kurumlarına ve tahliye olduktan sonra 30 gün içerisinde yerel gazeteye tahliye olduğuna yönelik bilgi ve ilan vermekle mükellef kılınır; bu süreçte birçok eski mahpusun intihar ettiği görülür.
Hapishaneler ve yoksulluk döngüsü
Wacquant’ın tabiriyle tarihin ilk “hapishane toplumu” olan ABD’de mahpusların, işledikleri suçlardan ötürü ömür boyunca dışlanmaları, hapishanelerin ne için var olduğu sorusuna da ışık tutar: Mahpusluk durumu, özellikle mahpusluk-sonrası dönemle birlikte düşünülecek olursa temel olarak sınıf-bazlı belirli dışlanma dinamiklerini görünür kılar.
Mahsus Mahal Derneği’nin 2011 yılında yayınladığı “Eski Mahpusların Topluma Katılımı Raporu”na göre Türkiye’de 122,404 mahpus bulunmaktadır. Raporun sunduğu verilere göre hapishanede bulunanların yüzde 48’inin okuma becerisi yönünden, yüzde 80’inin yazma becerisi yönünden, dışarıda ortalama seviyede olan 11 yaşındaki bir çocuktan daha düşük seviyede olduğu gözlemlenir.
Mahpusların yarısının, herhangi bir iş için gerekli hiçbir beceriye sahip olmadığı, sadece 1/5’inin bir iş başvuru formunu doldurabilecek düzeyde olduğu belirtilmektedir. Mahpusların üçte ikisi hapishane girdikleri anda işsizdir. Adalet Bakanlığı verilerine göre kalanların üçte ikisinin de, hapishane girdiği andan itibaren geçen süre içerisinde işlerini kaybettiği görülür.
Tahliye edilen mahpusların yüzde 30’unun gidecek hiçbir yeri yoktur. Adalet Bakanlığı verilerine göre 18 yaş altı çocukların yüzde 68.6’sı salıverilmelerinden sonraki bir yıl içinde, 18-20 yaş arası gençlerin yüzde 70’inin ise salıverildikten sonra iki yıl içinde yeniden ceza aldığı anlaşılmıştır.
16-20 yaşlarındaki çocuk ve genç mahpusların yüzde 85’inde kişilik bozukluğu, erkek mahpusların yüzde 72’sinin, kadın mahpusların yüzde 70’inin iki veya daha fazla akıl ve ruh sağlığı sorunu olduğu bilinmektedir.
Bütün bu rakamlar, Türkiye’de hapishanelerin toplumsal hiyerarşinin alt katmanlarına barınaklık edişi hakkında çok önemli bilgiler vermektedir. Bu hiyerarşinin sabitlenmesinde, hapishane mekanının getirdiği travma ve izolasyon kadar, hapishane sonrası süreçte yaşanılan yoksunluk da büyük rol oynar.
Bir mahpus, tahliye olduktan sonra topluma yeniden katılabileceği gerekli imkanlar sunulmadığından, kendini çok yönlü bir mahrumiyet halinde ve dolayısıyla suç zinciri içerisinde bulur. Mahpusun toplumsal hayata katılımını engelleyen bu yoksunluk hali, hapishaneye girerken yoksul olan ve hapishane sürecinde yoksullaşmaya devam eden mahpusların daha öte dışlanmasına yol açar.
Geçtiğimiz dönemde gündeme gelen Pozantı Cezaevi’ndeki taciz ve tecavüz tanıklıkları, bu kısır döngü içerisinde en fazla mağduriyet duyan kesmin, özellikle Kürt etnik kimliğine mensup çocuklar ve gençler olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Işıl Cinmen’in haberinde yer aldığı üzere, cezaevinde şiddete maruz kalan oğlunun Sincan’a nakledileceğini öğrenen baba Reşit Kutlu, aylık 600 lira kazancının olduğunu belirtiyor ve oğlunu nakledileceği Ankara Sincan’da ziyarete gidecek maddi imkanlardan yoksun olduğundan yakınıyordu.
Çocuklarda kişisel ve fiziksel gelişim bozukluğuna sebebiyet verecek hapsedilme durumunun yanı sıra, en fazla ihtiyaç duydukları bir dönemde ailelerinden ayrı tutulmaları, hatta yoksul ailelerin başka bir kentte çocuklarını ziyaret edecek maddi imkanlardan mahrumiyeti, mahpusluğun yoksunluk ile bir kat daha eklemlenmesine sebebiyet veriyor.
Kamuoyunda “taş atan çocuklar” olarak geçen, bir şekilde şiddet kültürü içerisinde yetişen çocukların hapsedilmesi, bu süreçte gerek etnik kimliklerinden gerekse çocuk olmalarından ileri gelen belirli şiddet olaylarına maruz kalmaları, bu çocukların gelecekte toplumsal yaşama katılımını imkansız hale getirmek suretiyle onları yoksulluk ve yoksunluk zincirine hapsetmekte.
Bu açıdan bakıldığında mahpusluk-sonrası sürecin, mahpusluk sürecinden daha büyük bir ceza haline geldiği gözlemleniyor.
Suç üreten hapishane mekanı
İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesi, “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi 2011 Yılı Cezaevleri Raporu”nda belirtildiği gibi, bölge hapishanelerinde 106’sı ölüm sınırında olmak 256 hasta mahpus mevcut.
147 kişi derneğe işkence başvurusu yaparken, 96 kişinin haberleşme ve iletişim haklarından belirli sürelerce yoksun bırakıldığı gözleniyor. 13 kişinin intihar sebebiyle hayatını kaybetmesi söz konusu.
İHD raporunda detaylıca değinilen hak ihlalleri ve mağduriyetler, Pozantı, Hatay ve Silivri’de yaşananlar ile beraber düşünüldüğünde, hapishanelerde süregiden iki tür şiddet eylemini gözler önüne sermekte.
Bunlardan birincisi mahpusların diğer mahpuslara uyguladığı şiddettir ki bu durum, Wacquant’ın tabiriyle “hapishanelerin gettolaştığını”, suçu ve mağduriyeti önlemekten ziyade bunları yeniden üreten alanlar haline geldiğini gösterir.
İkincisi, iddia edildiği üzere hapishanelerdeki bazı devlet görevlilerinin gelişigüzel uygulamalarla mahpuslar arasında gerçekleşen şiddet eylemlerine göz yummaları, yahut kendilerinin bizzat şiddet uygulamalarıdır. Bu durum, hapishanelerin suç üreten yerler haline geldiğini bir kez daha kanıtlamakla birlikte, devlet kurumu olan hapishanelerdeki “devletin” varlığını sorgulamak için ciddi bir alan açar.
Hapishane çalışanlarının özellikle insan hakları noktasında eğitimsizliği ve mahpuslara yönelik önyargılarının da ötesinde süregiden bir iktidar hiyerarşisinin tepesinde yer almaları onların, bizatihi bu hiyerarşinin altında konumlanan mahpuslara karşı gelişigüzel uygulamalarda bulunmalarına zemin hazırlar.
Bir insanın hapsedilmesi, onun demokratik ve insani haklarından mahrum kalması anlamına gelmez; ancak günümüzde hapishanelerdeki bazı uygulamalar şunu gösterir: Esas olarak kanunu uygulaması beklenen mekanlar olarak hapishaneler, gerek ABD’de gerekse Türkiye’de yaşanan örneklerin işaret ettiği gibi, Wacquant’ın tabiriyle “kanun dışılığı yeniden üreten kurumlar” olarak göze çarpmaktadır.
Toplumsal hiyerarşiyi çizen “Ceza Devletine” doğru
Sonuç olarak Türkiye’de ve dünyada, hapishanelerin neden var olduğunu ciddi biçimde sorgulamak gereken bir süreç yaşanıyor.
Türkiye’de 2006 senesinden bu yana Adalet Bakanlığı’na bağlı Denetimli Serbestlik Şube Müdürlükleri altında çalışan koruma kurulları, eski mahpusların topluma yeniden katılımı noktasında faaliyet göstermekte. Ancak bu alanda, mahpuslara karşı duyulan önyargılar ve bu hizmetlerin mahpuslara ulaşması noktasında ciddi aksaklıklar yaşanmakta.
Öte yandan, 1987 yılında 4857 sayılı iş kanununun 30. maddesi ile belirtilen 50 ve üstü sayıda işçi çalıştıran kurumlarda, hem kamu (%2) hem de özel sektörde (%1) eski hükümlü çalıştırma zorunluluğunun, Mayıs 2008 tarihinde çıkarılan “İstihdam Paketi”nde belirtildiği şekli ile özel sektörde kaldırıldığı bir süreci yaşıyoruz.
Yeni düzenlemeye göre özel sektör, bundan böyle eski mahpusları istihdam etmek zorunda değil, bu da eski mahpusların neo-liberal ekonomik düzende yoksulluk ve yoksunluk bazlı dışlanmalarını artırmış durumda.
Bugün medyada yer aldığı haliyle ve yapılan araştırmalar sonucu elde edilen istatistiki bilgilerle giderek daha yoksul bir kesime barınaklık ettiği aşikar olan hapishanelerin, esas kurgulanma amacı itibariyle suçu önleme ve suçluyu cezalandırarak toplumu iyileştirme fonksiyonunu yitirdiği, yalnızca suçu cezalandırmakla da yetinmeyerek, hapishane mekanı içerisinde şiddetin yeniden üretilmesine engel olamadığı bu süreç, “güvenli hapishane” mitini deşifre ederken, güvenlikli toplumun maddi ve kültürel göstergelerle örülü hiyerarşisini de yeniden üreten bir hüviyete bürünüyor.
Bugün itibariyle bir mahpus için devletin ayırdığı yıllık maliyet miktarı Türkiye’de 9.230 dolar.
Aynı rakam ABD’de 20.000 ila 25.000 arasında değişirken, İngiltere’de 63.900, Danimarka’da ise 141.292 dolar miktarında.
Türkiye hapishanelerinde bugün 122.404 mahpus kalıyor ve Türkiye, en fazla mahpus barındıran ülkeler sıralamasında ABD, Çin, Rusya, Brezilya, İran ve Ukrayna’nın ardından 7. sırada yer alıyor.
İngiltere ve Danimarka ülkelerine kıyasla, Türkiye’deki mahpus sayısının yüksek miktarı göz önünde tutulduğunda, hapishanelerin devlet maliyesi için ciddi bir yük teşkil ettiğini gözlemlemek mümkün. Buna rağmen, mahpuslara yönelik psikolojik ve yaşamsal desteğin sağlanması ve nihayetinde toplumun çocuk, genç, yoksul ve yoksun kesimlerinin hapishane sonrası süreçte yeniden suça yönelmesinin önüne geçilmesi sistemli bir politika haline gelemiyor.
Devlet kurumunun, sırtına binen ve gün geçtikçe katlanan bu mali yük dururken, hapishanelerin suç üreten mekanlar halinde evrilmesine müdahale etmemesi anlaşılması güç ve çelişkili bir durumu işaret ediyor.
Zeynep Ünal, 27 Şubat 2012 tarihli yazısında Pozantı Cezaevi’ndeki çocukların “göçe zorlanmış yoksul ailelerin yalnız çocukları” olduğunun altını çizerken, çocuk mahkumların sayısının giderek artacağını ifade etmiş ve haklı bir soru yöneltmişti: Bir çocuğun suçu ne olabilir?
Yoksulluk ve şiddet ikliminde büyüyerek “taş atan” veya herhangi bir şekilde “suç” teşkil eden eylemlere girişen çocukların, yoksunluk koşulları dahilinde suça meyleden gençlerin geri dönüşümsüz bir zincir şeklinde cereyan eden suçun kısır döngüsü dahilinde, bundan böyle gettolaşarak mekansal bütünlüğünde suçu yeniden üreten hapishanelere kapatılıp cezalandırılmaya değil, psikolojik yardıma ve geleceklerini yeniden kurabilmeleri için yaşamsal desteğe ihtiyaçları var.
Geleceğe yönelik bu üretkenliği yoksul ve yoksun mahpuslara sağlayabilecek kurumların, günümüzün giderek gettolaşan hapishaneleri olmadığı aşikar.
Bugün sosyal devlet, Wacquant’ın tabiriyle “ceza devleti” (penal state) şeklinde dönüşürken, Aydınlanma düşüncesinin gözetleme odaklı “panoptikon” anlayışı, hapishane mekanları içerisinde eyleme geçmekten ziyade, hapishane dışındaki sınıfsal hiyerarşiyi barındıran toplumsal alanda işlevselleşirken, toplumun yoksul ve yoksun kesimlerini telafi edilemeyecek dışlanma mekanizmalarına tabi tutuyor.
ABD ve Türkiye örnekleri, yoksulluk sınırlarını keskinleştiren bir güvenlik toplumuna dahil ceza infaz sistemlerinin, bu süreci tersine çevirmeye yönelik adım atmaktan imtina ettiğini gösteriyor.
Mevzu bahis çelişkili durum, ancak ve ancak toplumsal hiyerarşide yoksulluğun, özellikle Pozantı’daki çocuklar özelinde Kürt çocukların çok yönlü mağduriyet hallerinin yeniden üretilmesi ve toplumsal-sınıfsal hiyerarşinin sabitlenmesi tutumuyla açıklanabilir bir hale geliyor. (AN/ÇT)
—-
* Kaynaklar
Loïc Wacquant. 2001. “Deadly Symbiosis: When Ghetto and Prison Meet and Mesh” Punishment & Society, vol 3(1):95-134.
Loïc Wacquant. 2012. “The Prison is an Outlaw Institution”, Howard Journal of Criminal Justice, Vol. 51(1): 1-15.
Mahsus Mahal Derneği, “Eski Mahpusların Topluma Yeniden Katılımı” Proje Raporu http://www.mahsusmahaldergisi.com/?p=176
Michel Foucault. 1995. Discipline and Punish: The Birth of the Prison. New York: Vintage Books.