Gelişmiş Ülkeler İklim Felaketlerinin Ahlaki Sorumluluğunu Alacak mı?

Varşova – Polonya’nın başkenti Varşova’da devam eden BM iklim müzakereleriCOP 19, birinci haftasını doldurdu. Birinci haftanın sonunda taraflar arasındaki müzakerlerde hangi noktalar ön plana çıktı ve ne noktaya gelindi, özetlemeye çalışalım.
Uluslararası iklim değişikliği müzakerelerinin en önemli özelliklerinden biri son derece karmaşık olması. O kadar çok paralel toplantı aynı anda yapılıyor ve o kadar çok gündem aynı anda tartışılıyor ki, alışık olmayanlar için değil anlamak, takip etmek bile kolay değil. Bu aşırı hukuki dil ve bürokrasi, olması gereken (ve olduğu iddia edilen) şeffalık ilkesini uygulanamaz kılmakta da büyük bir rol oynuyor.
Varşova zirvesinde aslında birbirine paralel olarak toplanan 5 konferansbirden var. Daha doğrusu 2 konferans, 2 alt kurul ve bir geçici kurulun toplantıları sürüyor. Bu konferansların konularıyla ilgili müzakereler de sadece ana toplantılarda değil, çok sayıda alt çalışma grubunda, danışma toplantısında, temas grubunda, gayrıresmi görüşmelerde ve ikili görüşmelerde yürüyor. Örneğin sadece bilimsel ve teknolojik önerilerin geliştirildiği alt kurul (SBSTA) bu yıl bir çoğu alt çalışma kurullarında geliştirilen 11 gündem maddesini ele alıp karara bağlamaya çalışıyor.
Ama ben sizlere ortalıkta uçuşan yüzlerce kısaltmaya, falanca sözleşmenin falanca maddesine, ya da hangi mekanizmanın hangi zirvede kabul edildiğine hiç girmeden ilk hafta neler konuşuldu, kısaca aktarmaya çalışayım. Daha fazla -teknik- ayrıntı isteyenler için zirvenin sonunda bir bilgi notu oluşturmaya çalışacağım.

1912329_846963628666634_876181027_n
Paris Protokolü hazırlıklarında durum
Varşova zirvesinin en önemli gündemi 2015′de kabul edilmesi ve 2020′de yürürlüğe girmesi gereken yeni protokolün yol haritasını çıkarmak. Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük dönemi kabul edildikten, yani Kyoto Protokolü’nün yok edilmesi önlendikten sonra, ülkelerin yeni yükümlülükler alacağı yeni bir protokol için çalışılmaya başlandı. Bu da 2015 zirvesi Paris’te toplanacağı için büyük ihtimalle Paris Protokolü adını alacak.

Ama olası Paris Protokolü’nün Kyoto’dan farkı, bu kez bütün ülkelerin belli yükümlülükler alması olacak (diye öneriliyor). Henüz buna 2 sene zaman olduğu için de, tabii ki hiçbir ülke nasıl bir yükümlülük altına gireceğini dillendirmiyor. Ancak COP’un bu yılki başkanı Polonya Çevre Bakanı Marcin Korolec önceki gün yaptığı bilgilendirme toplantısında gelecek yıl Peru’nun başkenti Lima’da yapılacak olan COP 20′ye Paris Protokolü’nün taslağı ile gitmek gerektiğini söylüyordu. Dolayısıyla gelecek hafta sonuna kadar böyle bir taslağın bir yıl içinde yazılmasını sağlayacak bir yol haritası üzerinde uzlaşılması gerekiyor.
Zirvede en çok sesi çıkan gelişmekte olan ülkeler (bu ülkeler değişik isimlere sahip büyük ve küçük gruplar altında bir araya gelmiş durumdalar) “ortak ama farklılaştırılmış sorumluluk ilkesi”nin korunmasını, yani asıl büyük yükümlülüğü gelişmiş ülkelerin almasını sağlayan bir mekanizmanın kabul edilmesini sağlamak için çalışıyorlar. Gelişmiş ülkeler ise bütün ülkelerin, ama asıl önemlisi Çin, Hindistan, Brezilya gibi sera gazı emisyonları hızla artan büyük gelişmekte olan ülkelerin sorumluluğa ortak olmaması halinde kendilerinden bir şey beklenememesi gerektiğini belirtiyorlar.
Birinci hafta boyunca bu gündem maddesiyle ilgili çok sayıda danışma toplantısı düzenlendi, ancak ülkeler genellikle bilindik pozisyonlarını tekrarlamakla yetindiler. Dolayısıyla dün itibarıyla ortaya çıkan herhangi bir karar yoktu, ama diplomatik bir dille “yol alındığı” söyleniyordu. Ancak örneğin dün yapılan son toparlama toplantısında İsviçre delegesi kimsenin çözümden bahsetmediğine dair hayal kırıklığı yaşadıklarını söyleyen bir konuşma yaptı.
Bu hayal kırıklığında Japonya ve Avustralya hükümetlerinin kendi emisyon azaltma hedeflerini düşürmelerinin de büyük etkisi var. Bildiğiniz gibiAvustralya hedefini %15-25′den %5′e, Japonya ise %25′den %3,8′e düşürmüştü. ABD birkaç ay önce %17 gibi toplama katkısı çok az olan bir hedef açıklamıştı. AB ise 5 senelik hedefini (%20), aslında çoktan gerçekleştirdiği halde yükseltmeye yanaşmıyor. Bütün ülkeler topu birbirine atıyor.
En büyük sanayileşmiş ülkelerin delegasyonları iklim zirvesindeyken başkentlerinden cesaret kırıcı açıklamalar gelince de haliyle “biz neyi müzakere ediyoruz” duygusu oluşuyor.
Kayıp ve zararların telafisi sağlanacak mı?

1688063_703656412990514_708703658_n
Varşova’daki müzakerelerde öne çıkan ve en fazla tartışma konusu olan başlıklar finanmanla ilgili. Filipinler’de yaşanan Haiyan tayfunu nedeniyle iklim felaketleriyle en çok karşılaşan ve bu tür beklenmedik felaketlerle başa çıkma kapasitesi çok az olan yoksul ülkelerin hem hazırlık, hem de başa çıkma güçlerini artıracak kayıp ve zararların telafisi mekanizması kurulması burada en önemli gündem haline geldi.

Finansman konusuyla ilgili olarak Adaptasyon Fonu diye daha önceden kurulmuş bir mekanizma daha var. Ancak Filipinler’den Jubilee Southadlı bir sivil toplum örgütünün temsilcisi olanLidy Nacpil, Üçüncü Dünya Ağı‘nın basın toplantısında yaptığı konuşmada “ülkemde yaşanan son tayfundan sonra adaptasyonla kayıp ve zarar mekanizması arasındaki fark net olarak ortaya çıktı. Hiçbir ülke bu büyüklükte bir tayfuna adapte olamaz. Üstelik bilim insanları bu tür felaketlerin hiçbir zaman tam olarak önceden tahmin edilemeyeceğini söylüyor. Tahmin edemeyeceğiniz felaketlere karşı nasıl adapte olacaksınız? Kayıp ve zarar mekanizması bunun için önemli. Acil yardım, insani yardım tamam, ama bizim bu tür durumlardaki ihtiyacımız bunlar değil, tamamen sistematik bir program geliştirmek zorundayız” dedi.
Oysa kayıp ve zarar mekanizmasının kurulmasına karşı ABD ve Avustralya gibi ülkeler direniyorlar. Bütün gelişmekte olan ülkelerin kurulmasını ısrarla istediği bu mekanizmaya sadece Japonya ve AB destek veriyor. Aynı basın toplantısında Action Aid‘den Brandon Wui, bu direncin nedenini anlamanın zor olduğunu söyledi. Oysa bence o kadar da zor değil. Bu mekanizma kurulduğunda, her şeyden önce tayfun, sel, kuraklık gibi iklim felaketlerinin, iklim değişikliğinden kaynaklandığını kabul etmiş olacaklar. Avustralya’yı kasıp kavuran mega yangınlar için “iklim değişikliğiyle ilgisi yok, bu hayatın bir gerçeği” diyen bir başbakana sahip olan Avustralya, gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğinden kaynaklanan kayıp ve zararlarını karşılamaya nasıl evet diyebilir ki? Zaten bu bakış açısı herşeyden önce neoliberal politikalarının mantığına aykırı!
Adaptasyon Fonu’na 100 milyon, Yeşil İklim Fonu’na 100 milyar dolar… yok!
Dediğim gibi finansman başlığı altındaki diğer tartışma konusu Adaptasyon Fonu. Ortada böyle bir fon var. Ama fonda para yok. Para kalmadığı için işlemez hale gelen fonun canlanması için sadece 100 milyon dolar konulması yeterli. Ama gelişmekte olan ülkeler bu kadar düşük bir bütçeyi bile karşılayıp fonu işler hale getirmiyorlar. Adaptasyon fonunun önünü de bu hafta yapılan bütün müzakerelerde bizzat Avustralya‘nın tıkadığı söyleniyor.
Yeşil İklim Fonu ise hem iklim değişikliğinin önlenmesi için gelişmekte olan ülkelerin kapasitesi artırmayı amaçlayan en önemli finansman mekanizması. Uluslararası iklim politikalarının kasası olarak kurulan Yeşil İklim Fonu’na gelişmiş ülkelerin 2020 itibariyle yılda 100 milyar dolar koyması gerekiyor. Peki adaptasyon fonuna 100 milyon vermeyen, yeşil iklim fonuna 100 milyar verir mi? Tabii ki vermiyor.
Acton Aid’den Brandon Wu, Yeşil İklim Fonu’nun 2014 Mayıs ayında işlemeye başlaması gerektiğini, ancak pek umutlu olmadığını söylüyor. Örneğin en önemli para kaynağı olması gereken ABD parayı nereden bulacağına karar verememiş durumda! Kamu bütçesinden koymak istemiyorlar, topu özel sektöre atıyorlar. Kamu bütçesine iklim fonu için para sağlamak için konulması önerilen finansal işlem vergisine de (transaction tax) yanaşmıyorlar. AB de aynı durumda. Ama özel sektör neden durup dururken böyle bir bütçeyi sağlasın (ya da bunu nasıl zorlayacaklar), buna da cevap veremiyorlar.
Gelişmekte olan ülkeler Yeşil İklim Fonu için bastırıyorlar, ancak gelişmekte olan ülkelerin bu fonu da yine yoksul ülkelere kredi vermeye dönüştürmek istedikleri açık. İklim değişikliğindeki kendi sorumluluklarını kabul edip durdurulması için gereken mücadeleyi finanse etmek yerine yine yoksul ülkeleri borçlu çıkarmayı hedefliyor gibi görünüyorlar. Ayrıca gelişmiş ülkelerin kamu bütçesinden bu fon için para sağlayamayız, özel sektör bir baksın demesi oylama taktiği olarak değerlendiriliyor. Neoliberal politikalar her yerde aynı mantığı dayatıyor…
AB’nin de diğerlerini beklediği ve bir tek Japonya’nın bu konuda adım atmaya yanaştığı anlaşılıyor. Japonya delegasyonunun başkanı Hiroshi Minamidüzenleediği basın toplantısında benim bu konuyla ilgili sorduğum bir soruya, yeşil iklim fonuna 16 milyar dolar katkıda bulunacaklarını, bunun 13 milyar dolarının kamu bütçesinden sağlanacağını, ancak kamu bütçesinden gelecek kısmı nereden bulacaklarına henüz karar veremedikleri için bu katkıyı bu zirve bitmeden realize etmelerinin mümkün olmadığını söyleyerek cevap verdi. Tabii Japonya düşürdüğü emisyon azaltım hedeflerinin karşılığı olarak “parasını ödeyelim, sera gazı salmaya devam edelim” mi demek istiyor, bu da başka bir tartışma konusu.
Müzakerelerde Yeşil İklim Fonu‘nun önünü tıkamak için en kararlı mücadeleyi veren ülkenin kim olduğunu da tahmin edersiniz artık. Bildiniz, Avustralya!
“Ne hızlı gidiyoruz, ne uzağa, ne de ileriye!”
Tabii birinci haftada yol alınan konular da var. Örneğin 2013-2015 değerlendirmesi denen bilimsel bir mekanizmayla ısınmayı kaç derecede sınırlamamız gerektiğini araştıran bilim insanları yol almış durumdalar. 2015 Paris zirvesinden önce 1,5 derecelik ısınmayı aşarsak mı hep birlikte öleceğiz, yoksa 2 dereceyi aşarsak mı, bunu öğrenmiş olacağız! Tabi bir uygarlığın bilerek yok olması da, önceki uygarlıklarla karşılaştırıldığında bir aşama olarak kaydedilebilir…
Birinci haftanın değerlendirmesini dün akşam alt kurul başkanlarının toparlama toplantısının en sonunda konuşan Filipinler delegasyonu başkanı Yeb Sano‘nun sözleriyle bitirelim. Bir haftadır açlık grevinde olan Sano, finansman ve kayıp ve zararların telafisi konularında hiçbir ilerleme kaydedilmemesi ve bazı gelişmiş ülkelerin emisyon azaltım hedeflerini düşürmeleri nedeniyle büyük hayal kırıklığı yaşadığını söyledi. Konuşmasında “hızlı gitmek istiyorsanız yalnız gidin, uzağa gitmek istiyorsanız birlikte gidin” diyen atasözünü hatırlatan Sano, “Varşova’da ne yazık ki ne hızlı gidiyoruz, ne de uzağa, hatta ileriye gittiğimiz bile söylenemez” dedi.
Filipinler’de UNICEF’in son açıklamasına göre 5 milyonu çocuk, milyonlarca insan, Haiyan tayfunu, yani bir iklim felaketi nedeniyle aç. Burada, Varşova iklim zirvesinde, Yeb Sano ve onlarca genç aktivist de onların açlığına ortak oluyor.
Ama hiç durmadan yiyen birileri var…

Varşova – Polonya’nın başkenti Varşova’da devam eden BM iklim müzakereleriCOP 19, birinci haftasını doldurdu. Birinci haftanın sonunda taraflar arasındaki müzakerlerde hangi noktalar ön plana çıktı ve ne noktaya gelindi, özetlemeye çalışalım.
Uluslararası iklim değişikliği müzakerelerinin en önemli özelliklerinden biri son derece karmaşık olması. O kadar çok paralel toplantı aynı anda yapılıyor ve o kadar çok gündem aynı anda tartışılıyor ki, alışık olmayanlar için değil anlamak, takip etmek bile kolay değil. Bu aşırı hukuki dil ve bürokrasi, olması gereken (ve olduğu iddia edilen) şeffalık ilkesini uygulanamaz kılmakta da büyük bir rol oynuyor.
Varşova zirvesinde aslında birbirine paralel olarak toplanan 5 konferansbirden var. Daha doğrusu 2 konferans, 2 alt kurul ve bir geçici kurulun toplantıları sürüyor. Bu konferansların konularıyla ilgili müzakereler de sadece ana toplantılarda değil, çok sayıda alt çalışma grubunda, danışma toplantısında, temas grubunda, gayrıresmi görüşmelerde ve ikili görüşmelerde yürüyor. Örneğin sadece bilimsel ve teknolojik önerilerin geliştirildiği alt kurul (SBSTA) bu yıl bir çoğu alt çalışma kurullarında geliştirilen 11 gündem maddesini ele alıp karara bağlamaya çalışıyor.
Ama ben sizlere ortalıkta uçuşan yüzlerce kısaltmaya, falanca sözleşmenin falanca maddesine, ya da hangi mekanizmanın hangi zirvede kabul edildiğine hiç girmeden ilk hafta neler konuşuldu, kısaca aktarmaya çalışayım. Daha fazla -teknik- ayrıntı isteyenler için zirvenin sonunda bir bilgi notu oluşturmaya çalışacağım.
Paris Protokolü hazırlıklarında durum
Varşova zirvesinin en önemli gündemi 2015′de kabul edilmesi ve 2020′de yürürlüğe girmesi gereken yeni protokolün yol haritasını çıkarmak. Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük dönemi kabul edildikten, yani Kyoto Protokolü’nün yok edilmesi önlendikten sonra, ülkelerin yeni yükümlülükler alacağı yeni bir protokol için çalışılmaya başlandı. Bu da 2015 zirvesi Paris’te toplanacağı için büyük ihtimalle Paris Protokolü adını alacak.

Gençler kuşaklararası adalet istiyor
Ama olası Paris Protokolü’nün Kyoto’dan farkı, bu kez bütün ülkelerin belli yükümlülükler alması olacak (diye öneriliyor). Henüz buna 2 sene zaman olduğu için de, tabii ki hiçbir ülke nasıl bir yükümlülük altına gireceğini dillendirmiyor. Ancak COP’un bu yılki başkanı Polonya Çevre Bakanı Marcin Korolec önceki gün yaptığı bilgilendirme toplantısında gelecek yıl Peru’nun başkenti Lima’da yapılacak olan COP 20′ye Paris Protokolü’nün taslağı ile gitmek gerektiğini söylüyordu. Dolayısıyla gelecek hafta sonuna kadar böyle bir taslağın bir yıl içinde yazılmasını sağlayacak bir yol haritası üzerinde uzlaşılması gerekiyor.
Zirvede en çok sesi çıkan gelişmekte olan ülkeler (bu ülkeler değişik isimlere sahip büyük ve küçük gruplar altında bir araya gelmiş durumdalar) “ortak ama farklılaştırılmış sorumluluk ilkesi”nin korunmasını, yani asıl büyük yükümlülüğü gelişmiş ülkelerin almasını sağlayan bir mekanizmanın kabul edilmesini sağlamak için çalışıyorlar. Gelişmiş ülkeler ise bütün ülkelerin, ama asıl önemlisi Çin, Hindistan, Brezilya gibi sera gazı emisyonları hızla artan büyük gelişmekte olan ülkelerin sorumluluğa ortak olmaması halinde kendilerinden bir şey beklenememesi gerektiğini belirtiyorlar.
Birinci hafta boyunca bu gündem maddesiyle ilgili çok sayıda danışma toplantısı düzenlendi, ancak ülkeler genellikle bilindik pozisyonlarını tekrarlamakla yetindiler. Dolayısıyla dün itibarıyla ortaya çıkan herhangi bir karar yoktu, ama diplomatik bir dille “yol alındığı” söyleniyordu. Ancak örneğin dün yapılan son toparlama toplantısında İsviçre delegesi kimsenin çözümden bahsetmediğine dair hayal kırıklığı yaşadıklarını söyleyen bir konuşma yaptı.
Bu hayal kırıklığında Japonya ve Avustralya hükümetlerinin kendi emisyon azaltma hedeflerini düşürmelerinin de büyük etkisi var. Bildiğiniz gibiAvustralya hedefini %15-25′den %5′e, Japonya ise %25′den %3,8′e düşürmüştü. ABD birkaç ay önce %17 gibi toplama katkısı çok az olan bir hedef açıklamıştı. AB ise 5 senelik hedefini (%20), aslında çoktan gerçekleştirdiği halde yükseltmeye yanaşmıyor. Bütün ülkeler topu birbirine atıyor
En büyük sanayileşmiş ülkelerin delegasyonları iklim zirvesindeyken başkentlerinden cesaret kırıcı açıklamalar gelince de haliyle “biz neyi müzakere ediyoruz” duygusu oluşuyor.
Kayıp ve zararların telafisi sağlanacak mı?
Varşova’daki müzakerelerde öne çıkan ve en fazla tartışma konusu olan başlıklar finanmanla ilgili. Filipinler’de yaşanan Haiyan tayfunu nedeniyle iklim felaketleriyle en çok karşılaşan ve bu tür beklenmedik felaketlerle başa çıkma kapasitesi çok az olan yoksul ülkelerin hem hazırlık, hem de başa çıkma güçlerini artıracak kayıp ve zararların telafisi mekanizması kurulması burada en önemli gündem haline geldi.

“Geleceğimizde indirim yapmayın”
Finansman konusuyla ilgili olarak Adaptasyon Fonu diye daha önceden kurulmuş bir mekanizma daha var. Ancak Filipinler’den Jubilee Southadlı bir sivil toplum örgütünün temsilcisi olanLidy Nacpil, Üçüncü Dünya Ağı‘nın basın toplantısında yaptığı konuşmada “ülkemde yaşanan son tayfundan sonra adaptasyonla kayıp ve zarar mekanizması arasındaki fark net olarak ortaya çıktı. Hiçbir ülke bu büyüklükte bir tayfuna adapte olamaz. Üstelik bilim insanları bu tür felaketlerin hiçbir zaman tam olarak önceden tahmin edilemeyeceğini söylüyor. Tahmin edemeyeceğiniz felaketlere karşı nasıl adapte olacaksınız? Kayıp ve zarar mekanizması bunun için önemli. Acil yardım, insani yardım tamam, ama bizim bu tür durumlardaki ihtiyacımız bunlar değil, tamamen sistematik bir program geliştirmek zorundayız” dedi.
Oysa kayıp ve zarar mekanizmasının kurulmasına karşı ABD ve Avustralya gibi ülkeler direniyorlar. Bütün gelişmekte olan ülkelerin kurulmasını ısrarla istediği bu mekanizmaya sadece Japonya ve AB destek veriyor. Aynı basın toplantısında Action Aid‘den Brandon Wui, bu direncin nedenini anlamanın zor olduğunu söyledi. Oysa bence o kadar da zor değil. Bu mekanizma kurulduğunda, her şeyden önce tayfun, sel, kuraklık gibi iklim felaketlerinin, iklim değişikliğinden kaynaklandığını kabul etmiş olacaklar. Avustralya’yı kasıp kavuran mega yangınlar için “iklim değişikliğiyle ilgisi yok, bu hayatın bir gerçeği” diyen bir başbakana sahip olan Avustralya, gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliğinden kaynaklanan kayıp ve zararlarını karşılamaya nasıl evet diyebilir ki? Zaten bu bakış açısı herşeyden önce neoliberal politikalarının mantığına aykırı!
Adaptasyon Fonu’na 100 milyon, Yeşil İklim Fonu’na 100 milyar dolar… yok!

1555464_514481938664819_477553077_n
Dediğim gibi finansman başlığı altındaki diğer tartışma konusu Adaptasyon Fonu. Ortada böyle bir fon var. Ama fonda para yok. Para kalmadığı için işlemez hale gelen fonun canlanması için sadece 100 milyon dolar konulması yeterli. Ama gelişmekte olan ülkeler bu kadar düşük bir bütçeyi bile karşılayıp fonu işler hale getirmiyorlar. Adaptasyon fonunun önünü de bu hafta yapılan bütün müzakerelerde bizzat Avustralya‘nın tıkadığı söyleniyor.
Yeşil İklim Fonu ise hem iklim değişikliğinin önlenmesi için gelişmekte olan ülkelerin kapasitesi artırmayı amaçlayan en önemli finansman mekanizması. Uluslararası iklim politikalarının kasası olarak kurulan Yeşil İklim Fonu’na gelişmiş ülkelerin 2020 itibariyle yılda 100 milyar dolar koyması gerekiyor. Peki adaptasyon fonuna 100 milyon vermeyen, yeşil iklim fonuna 100 milyar verir mi? Tabii ki vermiyor.
Acton Aid’den Brandon Wu, Yeşil İklim Fonu’nun 2014 Mayıs ayında işlemeye başlaması gerektiğini, ancak pek umutlu olmadığını söylüyor. Örneğin en önemli para kaynağı olması gereken ABD parayı nereden bulacağına karar verememiş durumda! Kamu bütçesinden koymak istemiyorlar, topu özel sektöre atıyorlar. Kamu bütçesine iklim fonu için para sağlamak için konulması önerilen finansal işlem vergisine de (transaction tax) yanaşmıyorlar. AB de aynı durumda. Ama özel sektör neden durup dururken böyle bir bütçeyi sağlasın (ya da bunu nasıl zorlayacaklar), buna da cevap veremiyorlar.
Gelişmekte olan ülkeler Yeşil İklim Fonu için bastırıyorlar, ancak gelişmekte olan ülkelerin bu fonu da yine yoksul ülkelere kredi vermeye dönüştürmek istedikleri açık. İklim değişikliğindeki kendi sorumluluklarını kabul edip durdurulması için gereken mücadeleyi finanse etmek yerine yine yoksul ülkeleri borçlu çıkarmayı hedefliyor gibi görünüyorlar. Ayrıca gelişmiş ülkelerin kamu bütçesinden bu fon için para sağlayamayız, özel sektör bir baksın demesi oylama taktiği olarak değerlendiriliyor. Neoliberal politikalar her yerde aynı mantığı dayatıyor…
AB’nin de diğerlerini beklediği ve bir tek Japonya’nın bu konuda adım atmaya yanaştığı anlaşılıyor. Japonya delegasyonunun başkanı Hiroshi Minamidüzenleediği basın toplantısında benim bu konuyla ilgili sorduğum bir soruya, yeşil iklim fonuna 16 milyar dolar katkıda bulunacaklarını, bunun 13 milyar dolarının kamu bütçesinden sağlanacağını, ancak kamu bütçesinden gelecek kısmı nereden bulacaklarına henüz karar veremedikleri için bu katkıyı bu zirve bitmeden realize etmelerinin mümkün olmadığını söyleyerek cevap verdi. Tabii Japonya düşürdüğü emisyon azaltım hedeflerinin karşılığı olarak “parasını ödeyelim, sera gazı salmaya devam edelim” mi demek istiyor, bu da başka bir tartışma konusu.
Müzakerelerde Yeşil İklim Fonu‘nun önünü tıkamak için en kararlı mücadeleyi veren ülkenin kim olduğunu da tahmin edersiniz artık. Bildiniz, Avustralya!
“Ne hızlı gidiyoruz, ne uzağa, ne de ileriye!”
Tabii birinci haftada yol alınan konular da var. Örneğin 2013-2015 değerlendirmesi denen bilimsel bir mekanizmayla ısınmayı kaç derecede sınırlamamız gerektiğini araştıran bilim insanları yol almış durumdalar. 2015 Paris zirvesinden önce 1,5 derecelik ısınmayı aşarsak mı hep birlikte öleceğiz, yoksa 2 dereceyi aşarsak mı, bunu öğrenmiş olacağız! Tabi bir uygarlığın bilerek yok olması da, önceki uygarlıklarla karşılaştırıldığında bir aşama olarak kaydedilebilir…
Birinci haftanın değerlendirmesini dün akşam alt kurul başkanlarının toparlama toplantısının en sonunda konuşan Filipinler delegasyonu başkanı Yeb Sano‘nun sözleriyle bitirelim. Bir haftadır açlık grevinde olan Sano, finansman ve kayıp ve zararların telafisi konularında hiçbir ilerleme kaydedilmemesi ve bazı gelişmiş ülkelerin emisyon azaltım hedeflerini düşürmeleri nedeniyle büyük hayal kırıklığı yaşadığını söyledi. Konuşmasında “hızlı gitmek istiyorsanız yalnız gidin, uzağa gitmek istiyorsanız birlikte gidin” diyen atasözünü hatırlatan Sano, “Varşova’da ne yazık ki ne hızlı gidiyoruz, ne de uzağa, hatta ileriye gittiğimiz bile söylenemez” dedi.
Filipinler’de UNICEF’in son açıklamasına göre 5 milyonu çocuk, milyonlarca insan, Haiyan tayfunu, yani bir iklim felaketi nedeniyle aç. Burada, Varşova iklim zirvesinde, Yeb Sano ve onlarca genç aktivist de onların açlığına ortak oluyor.
Ama hiç durmadan yiyen birileri var…
Ümit Şahin – Yeşil Gazete

zehirli-atiklar-buyuk-kuresel-tehdit-5329321_8087_o
Varşova – Birleşmiş Milletler’in 19. İklim Zirvesi (COP 19) toplantının başlamasından iki gün önce yaşanan Filipinler felaketinin ağırlığı altında devam ediyor. Bu “talihsiz tesadüf” nedeniyle gelişmiş ülke temsilcilerinin canlarının sıkıldığını tahmin etmek zor değil. Çünkü kimsenin anlamlı bir sonuç çıkmasını beklemediği ve hükümet yetkililerinin üst düzey temsilci bile göndermeden sessizce geçiştirmeyi planladığı anlaşılan Varşova zirvesi, Filipinler’de yaşanan ve ülkenin üç bölgesini kelimenin tam anlamıyla yıkıp geçen Haiyan tayfununedeniyle uluslararası medyanın ilgisini çekiyor (Tabii iyice kendi içine kapanan ve dünyanın en büyük iklim felaketini bile göremeyen anaakım Türkiye medyasından bahsetmiyorum). Oysa hükümetler, 4 yıl önce Kopenhag’da yaşanan hayal kırıklığının ardından hepimizin buralardan bir şey çıkmayacağı konusunda umutsuzluğa kapılmamızdan gayet hoşnutlardı.
Filipinler’in tarihinde yaşadığı bu en büyük iklim felaketi, 98 milyon nüfuslu ülkede 4 milyonu çocuk olmak üzere yaklaşık 12 milyon insanı etkilemiş durumda. Evler ve ağaçlar sökülüp atılmış ya da su altında kalmış, gazeteciler yolları kaplayan çamur deyasında yatan cesetleri sayıyor. Yarım milyondan fazla insan (BM rakamlaına göre 673 bin, Filipinler hükümetine göre 800 bin kişi) evsiz kaldı. Filipinler hükümetine göre en az 2500, farklı kaynaklara göre 10 bine yakın insan öldü. Felaketin beşinci gününde felaketten sağ kurtulan insanlar sadece evsiz değil, aç ve susuz durumdalar. En az 2 milyon kişinin acil yardıma ihtiyacı var. Çok büyük bir ekolojik yıkım ve insani kriz yaşanıyor. Aileler yaşadıkları yeri bir anda vuran tayfun nedeniyle parçalanmış, kayıp olan yakınlarından bir haber almayı bekliyorlar.
Ve bu kez deprem ya da tsunami gibi bir doğal afetten değil, iklim değişikliğinin neden olduğu devasa bir meteorolojik felaketten bahsediyoruz. Eğer iklim bilimcilerin dediği gibi yeni normalimiz bunun gibi bir şeyse, dünya bununla nasıl başa çıkacak kimse bilmiyor.
Aquino: “Gelişmiş ülkeler felaketin ahlaki sorumluluğunu almalı”

Dünya kamuoyunun tıpkı iklim zirvesi gibi sessizce geçiştirmeyi umduğu bir konu da felaketin iklim değişikliğiyle ilgisiydi. Bugüne dek bütün ‘yetkililerin’ tekrarlamaktan hiç usanmadığı bir klişe olan,“herhangi bir olayın tek başına iklim değişikliğiyle ilişkilendirilemeyeceği”ezberi artık kimseyi ikna etmiyor. Filipinler heyetindeki diplomatlar her fırsatta dünya televizyonlarında böyle bir tayfunun, bu tarihte ve bu büyüklükte yaşanmasının görülmüş bir şey olmadığını, sorumlunun iklim değişikliği olduğunu tekrarlıyorlar.
Hatta dün gece CNN’de Christian Amanpour’un programında konuşanFilipinler devlet başkanı Benigno Aquino da meseleyi bu netlikte ortaya koyan az sayıda liderden biri oldu. Normalde yağışlı olan bölgelerin kurak olduğunu, kurak bölgeleri ise sel bastığını anlatan Aquino, Filipinler’de bu yıl her zamankinden fazla tayfun yaşandığını söyledi ve felaketi tamamen iklim değişikliğine bağladı. Aquino’nun verdiği en önemli mesaj ise gelişmiş ülkelerin, ülkesinde ve benzeri yerlerde yaşanan bu tür fekaletlerin ahlaki sorumluluğunu almaları için çağrı yapmasıydı. Ülkeleri sular altında kalmaya başlayan ve göç edecek yer arayan ada ülkelerini de anan Aquino, gelişmiş ülkelerin iklim değişikliğinin başlıca sorumlusu olduğunu ve bugün yaşadıkları iklim değişikliğine bağlı olduğu açık olan felaketlerin ahlaki sorumluluğunu da almaları gerektiğini söyledi.
Yine dün akşam CNN International’a bağlanan Dünya Bankası başkanı Jim Yong Kim bile, hiç çekinmeden aynı bağlantıyı kurdu. Yong, önce sözünü ettiğim klişeyi tekrarlasa da, daha sonra iklim değişikliği nedeniyle bu tür felaketlerinin hem sıklığının hem de şiddetinin arttığını, bilim insanlarının Filipinler’de yaşanan Haiyan tayfunu gibi 5 kateorisindeki tayfunların insanın hayatında bir kez görebileceği felaketler olduğunu söylemelerine rağmen son bir ay içinde (Hindistan’ı vuran Phailin kasırgasıyla birlikte) bu şiddette iki tayfun yaşandığını söyledi. Yani Dünya Bankası başkanı da, artık iklim felaketlerine karşı hazırlıklı olmamız gerektiğini vurguluyor.
Kayıp ve zararları kim tazmin edecek?

Normalde iklim zirvelerinin gündemi değişmez biçimde iklim değişikliğinin durdurulması veya yavaşlatılması için yapılması gerekenlerdir. Herkesin Kyoto Protokolü tartışmalarından aşina olduğu sera gazı azaltım hedeflerinden, ya da iklim politikaları jargonuyla söylersek“mitigasyon”dan söz ediyorum… Oysa İklim Değişikliği Çerçeve sözleşmesinde daha az ilgi çeken konular da var: Adaptasyon, teknoloji transferi ve kapasite geliştirme çalışmaları gibi.
İklim değişikliğinin neden olduğu felaketlerin gün geçtikçe daha fazla kendini göstermesi nedeniyle adaptasyon ve iklim değişikliğinden etkilenen yoksul ülkelerin zararlarının tazmini meselesi giderek daha fazla önem kazanıyor. Varşova’da ilk iki gün en fazla konuşulan konulardan biri kayıp ve zararlarınnasıl telafi ve tazmin edileceğine dair “loss and damage” mekanizmaları denen konuydu. Gelişmekte olan ülkeler iklim değişikliğinin meydana gelmesinden sanayileşmiş ülkeler kadar sorumlu değiller ve özellikle de tarihsel olarak iklim değişikliğine neden olan sera gazlarını salmaktan kaynaklanan refahı paylaşmış değiller. Ancak aynı ülkeler iklim felaketlerinden en fazla zararı görüyorlar ve üstelik zengin ülkelerin aksine bu felaketlere yanıt verme kapasiteleri de çok zayıf. Özellikle ada ülkeleri, tropik kuşaktaki ülkeler, Afrika ve Asya ülkeleri büyük tehdit altında. Yani pek çok konuda olduğu gibi iklimde de adalet yok!
Varşova’da ilk iki gün en çok konuşulan konu bu olduğu için, bu yılki iklim zirvesinin ‘iklim adaleti’ temasının ağır bastığı bir zirveye dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz.
Ancak sanayileşmiş ülkeler böyle bir mekanizmanın oluşturulmasını kabul ederler ve buraya finansman aktarırlarsa, sadece paralarını ‘o nasıl yaşadıklarını işitmekten pek de memnun olmadıkları yoksul ülkelerin insanlarıyla’ paylaşmış olmayacaklar, aynı zamanda yaşanan bu felaketlerin, yani sıklığı ve şiddeti giderek artan tayfun, kuraklık ve sellerin iklim değişikliğinden kaynaklandığını da kabul etmiş olacaklar. Yani bir anlamda yüzyıllardır ekolojik yasalara aykırı biçimde biriktirdikleri zenginliğin bedelini ödemeye artık hazır olduklarını kabul edecekler! Bu nedenle de adaptasyon fonunda da, kayıp ve zararların telafisi meselesinde de yol almak kolay görünmüyor. 2010′da Cancun’da teorik olarak 100 milyar dolarlık bir yeşilk iklim fonu kurulmuştu örneğin ve bu fonu elbette Batı ülkeleri sağlayacaktı. Maalesef bugüne dek fonu gören, duyan yok!
Yani mesele sadece para meselesi, ya da zengin ülkelerin eli sıkılığı meselesi değil. Ortada son derece ciddi ve tarihsel öneme sahip ilkesel bir tartışma var.Batı ülkeleri iklim değişikliğine neden olmalarından kaynaklanan tarihsel ve ahlaki sorumluluklarını kabul edecekler mi? Bu sorumluluğun gereği olarak zarar gören yoksul ülkelerin insanlarının yaşadığı zararları, bağış veya insani yardım şeklinde değil, zorunlu olarak ve hukuki bir mekanizma gereği, yani adalet gereği tazmin edecekler mi? En azından Varşova’dan bu konuda ciddi bir gelişme beklemek zor görünüyor.
Günün fosili Polonya
Varşova’da en çok konuşulan konulardan biri de bu yıl iklim zirvesine yüzlerce temsilci gönderen fosil yakıt şirketleri ve COP’un ana sponsorlarının da bu şirketler, yani büyük kömür, petrol, enerji ve otomotiv şirketleri olması. Sivil toplum ikliöm zirvelerinin itibarının büyük tehdit altında olduğuna dair açıklamalar yapıyorlar. Bu konuyu daha geniş bir haberde ele alacağım.
Ve tam da bu yüzden ikinci gün günün fosili ödülünü ev sahibi Polonya aldı. Kömür şampiyonu Polonya’nın bu ödüle layık görülmesinin en önemli nedeni iklim zirvesiyle birlikte bir de kömür zirvesidüzenliyor olmaları! Ödülü veren İklim Eylem Ağı CAN’in, ödül gerekçelerinden biri de Polonya hükümetinin resmi yayınlarında iklim inkarcılarının görüşlerine yer vermekten vazgeçmemesi.
Bu zirve Polonya’nın COP’a ikinci ev sahipliği. İlki olan 2008 Poznan zirvesini de izlemiştim. Ürettiği elektriğin %90′ını kömürden elde eden, böylesine kömür meraklısı bir ülkenin neden iklim zirvesini tekrar tekrar düzenlemekten kendini alamdığını anlamak zor… Ya da yoksa kolay mı?

Avustralya iklim düşmanlığında liderliğe
Varşova – Avustralya, Birleşmiş Milletler’in 19. İklim Zirvesi COP 19′un ilk dört gününde günün fosili ödülünü üç kez kazandı (ikinci gün ödülü Türkiye ile paylaşmıştı, hatırlayacaksınız). Günün fosili ödülü iklim müzakerelerini en çok tıkayan ya da iklim değişikliğini durdurmak için hiçbir şey yapmayan ve yapanları da engelleyen ülkeleri teşhir etmek için 2007′den bu yana 850′den fazla sivil toplum örgütünün üyesi olduğu İklim Eylem Ağı ve dünya gençlik örgütleri tarafından verilen çok prestijli (!) bir ödül. İklim zirvelerinde sadece basın ve aktivistler değil, delegeler de (onlar tabii biraz endişe içinde) her gün merakla ödülün kime gideceğini bekliyorlar.
Peki Avustralya’nın bu yılki ödülleri silip süpürmesi neden? Avustralya neden (Kanada ve Japonya’yla birlikte) ABD ve Rusya’yı bile sollayan bir iklim düşmanı olarak görülmeye başlandı? Bu soruların cevabı yine o kapkara sözcükte gizli:Kömür.
Ama biz Avustralya’nın kömür bağımlılığını ve iklim müzakerelerine verdiği zararları masaya yatırmadan önce, ülkenin iklim değişikliğiyle imtihanına bir bakalım. Çünkü Avustralya havalar ısınıyor diye keyiflenecek zengin ve şımarık bir Kuzey Avrupa ülkesi değil. Hatta sanayileşmiş ülkeler arasında ABD ile birlikte iklim değişikliğinden en ağır etkilenen ülke olduğu söylenebilir, çünkü iklim değişikliğiyle birlikte kelimenin gerçek anlamıyla çöle dönüşüyor! Yani Avustralya kendi kazdığı kömür madeni kuyusuna kendisi düşüyor.
Avustralya ne zaman yaşanamaz hale gelecek?
Avustralya, Türkiye’nin 10 katı büyüklüğünde bir ülke (daha doğrusu kıta), yüzölçümü 7,5 milyon kilometrekatreden fazla. Ancak nüfusu 23 milyoncivarında. Avustralya’nın dünyanın en ‘seyrek’ yerleşimli ülkesi olmasının nedeni kıtanın büyük kısmını kaplayan çöller. Ülkenin sadece güneydoğu ve güney batı köşelerinde ılıman iklim var, geri kalanı kurak ve yarı kurak bölgelerden ya da düpedüz insanların yaşamasına imkan vermeyen çöllerden oluşuyor. Zaten nüfusun büyük bölümü de ılıman bölgelerde yaşıyor.
İşte küresel ısınma Avustralya’nın bütün bölgelerini insanların yaşamasına izin vermeyecek bir iklime doğru sürüklüyor. IPCC raporuna göre Avustralya’da sıcaklıkların 2050′ye kadar 3,4 derece kadar yükselmesi, sel, kuraklık ve fırtınaların artması, kıtanın doğu kıyılarını vuran tropikal siklonların %20 şiddetlenmesi, kıtanın güneybatısında kuraklığın 2070′e kadar %80 artması ve 2080′e kadar kıtanın kuzeydoğu kıyılarını kaplayan 2600 kilometre uzunluktaki büyük mercan yataklarının tamamen ölmesi söz konusu.
Geçen ay ülkenin doğusunda yaşanan, hatta Sydney kentini tehdit eden ve yüzlercesi aynı anda çıkan mega orman yangınları, ya da 2010′da Queensland eyaletinin günlerce sular altında kalmasına neden olan sel felaketi hatırlarda. Yani iklim değişikliği Avustralya’da bütün çıplaklığıyla yaşanıyor ve kimi yazarlar yüzyıl sonuna kadar kıtanın insansızlaşacağını iddia ediyorlar.
Peki Avustralya kendi topraklarını yaşanmaz hale getiren iklim değişikliğine karşı ne yapıyor?
Kömür lideri Avustralya
Avustralya küresel sera gazı emisyonlarının %1′inden fazlasından sorumlu. Ancak kişi başı emisyonu 24 tona yakın, yani en yüksek ülkelerden biri. Dolayısıyla sanayileşmiş bir ülke olan Avustralya, hem tarihsel sorumluluk, hem de güncel emisyonlar açısından iklim değişikliğinin bir numaralı sorumluları arasında.
Avustralya dünyanın bir numaralı kömür ihracatçısı. Her yıl 420 milyon tonkömür çıkaran ülke, bunun %70′ini ihraç ediyor. Yani kömür Avustralya’nın en önemli gelir kapısı. 2008-2010 arasında ülkede 20 yeni kömür madeni açılmış. Kömür üretiminin 2016′ya kadar en az 50 milyon ton artması bekleniyor. Galilee denen bölgede ise yeni mega kömür madenleri açılması gündemde. Yani iklim değişikliğiyle mücadele etmek için fosil yakıtlardan uzaklaşması gereken bir ülke, tam tersine kömür yatırımlarını hızla artırıyor.
Tabii Avustralya’nın kömürden elektrik üretimindeki dünya liderlerinden biri olduğunu (7. sırada) eklemeye gerek yok. Dolayısıyla başka her şey bir yana, sadece kömür bağımlılığı bile Avustralya’nın iklim politikalarını açıklamaya yetebilir.
Karbon vergisi iptal, emisyon hedefi iptal, iklim fonuna para yok
Bununla birlikte Avustralya birkaç senedir iklim değişikliğinde olumlu adımlar atmaya başlamıştı. 2010 yılında seçimleri kazanan ve zor bir denklemden Yeşiller Partisi’nin desteğiyle hükümet çıkarmayı başaran İşçi Partisi lideri Julia Gillard, çok partili bir iklim değişikliği komisyonu kurmuş ve seçimlerde vaad ettiği karbon vergisini yasalaştırmıştı. Ayrıca bir temiz enerji planı ve yasası da parlamentodan geçirildi. Karbon vergisinin 2012′de yürürlüğe girmesi gerekiyordu. Ancak tabii ki bu durumda hoşlanmayan endüstri boş durmadı.

Bu yıl Eylül ayında yapılan federal seçimleri karbon vergisine karşı savaş açanLiberal Parti başkanı Tony Abbott‘un başkanlığındaki sağ koalisyon kazandı. Abbott’un ilk işi karbon vergisini kaldıracağını açıklamak oldu. Hükümet önümüzdeki günlerde karbon vergisini iptal eden bir yasayı parlamentodan geçirmeye hazırlanıyor.
Avsutralya hükümeti, Varşova zirvesinin başladığı gün, bir anda Avustralya’nın emisyon indirim hedefini de revize ediverdi. Tabii bu revizyonların neden iklim zirvesi başlarken yapıldığını siyaset stratejistleri tartışabilir. Tony Abbott’un yaptığı açıklamaya göre Avustralya 2020′ye kadar sera gazı emisyonlarını 2000 seviyesine göre %5′den fazla düşürmeyecek. Avustralya’nın önceki hedefi bu rakamın %15-25 arasında olacağıydı. İklim aktivistleri bu hedefin ABD’nin 2020′ye kadar 2005′e göre %17 indirim hedefinden bile kötü olduğunu, hatta Çin’in bile daha yüksek hedef koyduğunu söylüyorlar.
Avustralya hükümeti bu feci U dönüşünü komşusu Filipinler iklim felaketleriyle cebelleşirken vermekten de hiçbir hicap duymuyor olsa gerek ki, burada, Varşova’da, yeşil iklim fonunun işlemesinin ve gelişmekte olan ülkelerin iklim felaketlerinden kaynaklanan kayıp ve zararlarını giderecek mekanizmaların kurulmasının önündeki en büyük engel de yine Avustralya hükümeti. Avustralya iklim fonuna bir kuruş vermediği gibi, çeşitli taktiklerle fonların kendisini de yok etmeye çalışıyor. Hükümetin bu fonlarla ilgili yorumu bunların “çevrecilik maskesi altında sosyalizm” olduğu…
Öte yandan Avustralya hükümeti Varşova iklim zirvesine çevre bakanını göndermeyerek ve iklim değişikliği departmanını kapatarak zirveye iklim müzakereleriyle ilgili net bir mesaj daha gönderdi. Bilmem bu sonuncusu size başka bir ülkeyi daha hatırlattı mı?
Sanırım Avustralya’ın neden günün fosili ödülüne abone olduğunu biraz anlatabilmişimdir…

Ümit Şahin – Yeşil Gazete