Hasan Asker Özmen
Derin Araştırma Laboratuvarı’nda görev alan bir insan, insan olmaktan çıkar, hücreden hücreye dolaşan bir iblise dönüşür
Aykırı düşleri vardı onların. Kendilerinden öte, ırak yıldızlara yakın.
Hep sevinçli bir telaş içindeydiler. Ne büyük şehirlerin ufuklarına, ne de henüz keşfedilmemiş ütopyalara sığardı hayalleri. Heyecanlarını ülkeden ülkeye taşımaya nasıl da hevesliydiler.
Ağızlarında her dilden türküleri, yüzlerinde gülüş yığınakları eksik olmazdı.
Tutkularının peşinde serüvenden serüvene koşar, içine sığamadıkları bu dünyada, toplu iğnenin ucu kadar dahi olsa bir yer, kendilerine ait olsun istemezlerdi.
Tanrıların yeryüzüne sunduğu cehennemin ateşini söndürmek, cenneti bu dünyada yaratmaya dairdi ütopyaları.
Kim bilir, belki de bu yüzdendi, hepsi de kötü muamele gören iyi çocuklardı.
Eylül hükmünü henüz yitirmiştir.
2 Ekim’i 3 Ekim’e bağlamak için gece, nedense hiç de acele etmemiştir.
Ankara serin ve endişelidir. İçine gömüldüğü derin uykusundan uyanma telaşındadır.
Altında mavi kot pantolon, üzerinde koyu gri tişört olan genç adam, ayaklarını uzatmış, yerde oturur vaziyettedir. Başı yana düşmüş, gözleri kapalı, sırtı duvara dayalıdır. Soluk alıp veriyor mu, bir hırıltı çıkıyor mu, kirpiklerini kırpıştırıyor mu, anlaşılmaz.
Kollarında, tavandaki mazgal deliklerinden sızan sabah ışığının aydınlattığı yanık izleri vardır.
Konya-Adana yolu üzerinde, uzaktan, yekpare bir kaya gibi görünen binanın bodrum katında; soğuk, nemli bir hücrede ölüm, var olmakla yok olmak arasındaki o incecik çizgide sabırsızca dolanmaktadır…
Tankların yolları kestiği günlerdir.
Eylül zifiri bir karanlık gibi ülkenin üzerine çökmüştür.
Ordu anayasayı çiğnemiş, kendi halkına ve parlamentosuna karşı darbe yapmıştır!
Her tarafta ev baskınları, gözaltı ve tutuklamalar, sokağa çıkma yasakları hüküm sürmektedir.
1980 yılı, Ekim ayının ikisi. Saat 05.00 suları.
Ankara’da, Altındağ ilçesinin Telsizler Mahallesi’nde hummalı bir hareketlilik yaşanmaktadır. Dışı bordo beyaz badanalı bir apartmanın etrafı kuşatılmıştır.
Binanın merdivenlerinde koyu mavi gölgeler birbiriyle çarpışır. Namlular bir anda 3.kattaki evin kapısına dayanır. İçeride ikisi evli, diğer ikisi nişanlı dört kişi vardır.
Nişanlıların çiçekleri burnundadır henüz. Mayıs ayında, Altındağ’daki gecekondu mahallesindeki kız evinde yapılmıştır nişanları. Dönemin atmosferine uygun olarak, adeta miting havasında geçmiştir nişan merasimi.
Gelenler, nişan ya da evlilik hazırlıkları nedir bilmezler. Evdekilerin dördü de gözaltına alınır.
Eylül güzel bir mevsimin habercisidir.
Eylül, aynı zamanda bir karabasanın adıdır bizde. Bu toprakları yurt eyleyenlerin arkadan bıçaklanmış umudu, bir sonbahar vakti çalınmış geleceği, yarım kalmış düşleridir Eylül.
Bir ülkenin sevinçlerinden yaralanmış çocukluğudur o.
Eylül bir var olmama halidir. Gidip de bir daha geri gelmeyecek olanın geride bıraktığı o doldurulmaz boşluğun adıdır.
Paranın, çeklerin ve hisse senetlerinin kirletemeyeceği, daha güzel bir dünya için devrimci düşler kuran o ay yüzlü çocukların, gülüşlerinden kopartılmış gençliğidir Eylül.
Yıllar yılı, soğuk taş kaldırımlarda, evlatlarını arayacak olan anaların, hiç dinmeyecek yürek sızısıdır o.
Derin Araştırma Laboratuvarı
Laboratuvar sözcüğü bilimsel bir terimdir. Akla, ya sağlıkla ilgili tıbbi testlerin, ya da bilimsel deneylerin yapıldığı yerler gelir. Hastanelerde, sağlık kurumlarında, okul ve üniversitelerde laboratuvarlar vardır.
1970-80’li yıllarda Ankara’daki Emniyet Genel Müdürlüğü’nde de böyle bir laboratuvar kurulmuştu. Adı Derin Araştırma Laboratuvarı’ydı. Kısaca DAL denirdi ona. Burada, gözaltına alınanlar üzerinde, birbirinden ilginç, derin işkence teknikleri uygulanırdı…
Altındağ’da, 2 Ekim’de gözaltına alınanlar da, işte bu DAL denilen yere getirilir.
Bu sefer karşılarında, diğerlerinin yanı sıra, ikisi nişanlı, ikisi evli çift de vardır. Her iki çifte de, daha özel teknikler uygulamaktan geri kalmaz işkenceciler.
Derin Araştırma Laboratuvarı…
Kulaklara güzel gelen bir isim, değil mi? Kulağa güzel gelen şeyler, kimi zaman sağlığa iyi gelmez. DAL’da görev alan bir insan, insan olmaktan çıkar, hücreden hücreye dolaşan bir iblise dönüşür. Laz Fikri’nin adı fısıldanır koridorlarda. Onun iri, kıllı ellerinde büyüyen kötülüğe, diğer bütün işkenceciler ortak olur. Enver Göktürk, Ali Kemal Yazıcıoğlu, Serdar Kerem, Niyazi Porç bunlardan bazılarıdır…
Zemini ve koşulları bulduğunda insanın, nasıl bir canavara dönüştüğünün adeta kanıtıdır burada yaşananlar. Başkentin göbeğinde, resmi devlet aygıtının gözetiminde, soğuk, nemli hücrelerin duvarlarına bulaşan bu kötülük, oradaki bütün bedenlere, ruhlara acımasızca sızar…
İşkenceciler, işkence odasında nişanlı çifte, birbirlerinin çığlıklarını dinletmek isterler. Bunu hisseden nişanlılar, çektikleri olanca acıya rağmen dişlerini sıkar; ses çıkarmaz, inlemez, acılarını dışa vurmazlar. İşkencecilerin arzuları böylece kursaklarında kalmış olur…
Eylül karanlıktır kimi zaman.
Hüzünlüdür Eylül. Kendi ordusu, askeri, kolluğu tarafından ömürleri heder edilmiş bir gençliğin kalbinde, Eylül daha da hüzünlüdür.
Sonbaharın sarılığı yoktur onda. Ülkeyi kasıp kavuracak, geleceğini yok edecek bir vahşet rejiminin zifiri karanlığı vardır.
Bu yüzden ki, acıyla doludur Eylül, ağlamaklıdır, hep sızısı kalır yüreklerde.
Yıllar sonra, haramilerin sofrasına sunulacak bir ülkenin çaresizliğidir Eylül; dereleri, tepeleri yağmalanacak; ormanları, meraları yok edilecek; nehirleri kurutularak şehirleri talan edilecek bir ülkenin hiç dinmeyecek ağrısıdır o…
“Katiller! Hasan’ı öldürdünüz!”
Erzurumlu polis Nizam’ın nöbeti vardır o gün. Sabah Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gelir. DAL gurubundaki polisler aralarında konuşmaktadırlar. Birinin öldüğünden bahsedilmektedir…
Nizam konuşulanlara kulak kabartır, ne olduğunu sorar. Açıklamak istemezler. Ölüm olayını ondan saklamaya çalışırlar. Oradakilerle tartışır Nizam. Önünde toplandıkları odanın kapısını hızla açar, içeri girer.
Duvarın önünde genç bir adam, sırtı duvara yaslanmış, oturur vaziyettedir. Başı yana düşmüş, gözleri kapalıdır. Altında mavi kot pantolon, üzerinde gri bir tişört vardır. İşkencecilerden ikisi içeri girer. Yerdeki hareketsiz adamı, kollarından tutar, sürükleyerek dışarı çıkarırlar. O sırada, gözleri bağlı bir kadın işkence odasına getirilmektedir. Adı Birgül’dür. Birgül, aralanan göz bağının altından, sürüklenmekte olan adamı görür. Mavi kot pantolonu, koyu gri renkli tişörtünden tanır onu. Nişanlısıdır! Yüreğinin derinlerinden, bir şeylerin kopup gittiğini hisseder… Sesi, kulakları paralayan bir çığlığa dönüşür, binanın koridorlarında dalga dalga yankılanır:
“Katiller! Hasan’ı öldürdünüz! Hasan’ı öldürdünüz!”
Polis Nizam, Birgül’ün ailesini tanımaktadır. Memleketlisidir onların. Aynı gün Birgül’ün annesi Cemile’ye haber verir. Ona, Cemile Teyze diye hitap etmektedir. “Birgül’ün nişanlısını öldürmüşler, ailesine haber verin!” der.
Adana’da, Bayındırlık Müdürlüğü’nde bir telefon çalar. Arayan Birgül’ün ailesinden biridir. Ağabeyi Cabbar’a, Hasan’ın ölüm haberini ulaştırır.
Acı haber, Yeşilyuva Mahallesi’ndeki Hasan’ın evine bir ateş gibi düşer. Anneye, üzülmesin diye, “Hasan yaralanmış” denir. Anneyse inanmaz buna. “Yaralı olsaydı, arkadaşları haber vermezdi” der. Bir ana önsezisidir bu, dövünmeye başlar…
Baba Hüseyin’le birlikte aile, 4 Ekim sabahı Ankara Etlik’teki Gülhane Askeri Hastanesi’nin morgundadırlar. Baba Hüseyin ve ağabeyi Cabbar, açılan çarşafın altındaki Hasan’ın çıplak bedenine acılı gözlerle bakarlar. Vücudu morluklar, kesikler içindedir. Karnında, kollarında parça parça, tırmalanmış gibi yaralar vardır.
Polis Nizam da oradadır. Olayı bir kez de baba Hüseyin’e anlatır. “Ben olmasaydım cenazeyi bile bulamazdınız” der…
Alelacele hazırlanan otopsi raporu bile o kadar gayri ciddidir ki, Halkın Kurtuluşu grubuna karşı yapılan operasyondaki örgüt adı, raporda Dev-Yol olarak geçecektir.
Eylül düş bozumu demektir aynı zaman.
Eylül gelince, acı ve hüzün birlikte gelirdi. Sadece acı ve hüzün mü? Ölüm de gelirdi birlikte.
Gelince, ya 17’sinde sabahın ayazında, yağlı bir urganın ucunda; ya da 22’sinde kirli bir silahın namlusunda veya 24’ünde işkencede gelirdi ölüm.
Eylül deyince, hayatları bir ütopya tarafından kuşatılmış neşeli, gencecik çocuklar gelirdi akla. Geceleri, gizli gizli buluşmalar yapan, gülünce ağız dolusu gülen çocuklar.
Aralarında esrarengiz şarkılar söyler, zulalarında şifreli pusulalar taşır, bağışlanması zor hayaller kurarlardı.
Tek suçları, hayat denilen kavgada erkenden başkaldırıp, çürümekte olan bir çağa meydan okumaktı.
Ne zamanki kendilerine biçilen kaderi değiştirmeye yeltendiler, zamanın günahkârları olarak tanrıların gazabına uğramakta gecikmediler.
Aklımda gülümsemesi kaldı
Hasan Asker Özmen.
Hacettepe Üniversitesi Fizik Bölümü öğrencisiydi.
Babasına yazdığı son mektubunda, “Ben çok iyiyim, hiç merak etmeyin” diyordu. Altındağ’daki o evden alınarak işkencede katledilmeseydi, bir süre sonra evlenip belki de çoluk çocuğa karışacaktı. Kim bilir, bugünün bilim insanı, yufka yürekli şairi, ya da öğretmeni olacaktı…
Olmadı!
Hayat ona, yüzünden eksik etmediği gülümsemesini, bütün yaşamına paylaşacak yılları esirgedi.
Komiser yardımcısı Enver Göktürk, onu aldıkları gün “ya konuşursun, ya ölürsün!” demişti.
Konuşmadı!
Devletin kolluk güçlerince öldürüldü!
Sebze halinden aldığı kasa kasa meyveleri, sebzeleri, yoksul mahallelerin en yoksul evlerine dağıtan o iyilik meleği çocuk öldü!
Ankara Emniyeti’nde birlikte oldukları Kamber Ateş onu, “işkence sonrası her gördüğümde gülümsüyordu, aklımda gülümsemesi kaldı” diye anlatacaktı.
Alçakgönüllü, özverili, sabır dolu bir insandı. Onu tanıyan herkesin kalbinde taht kuran, çocukla çocuk olan; gururlu, alıngan, esprili; karıncayı dahi incitmeyen o çocuğu, ömrünün en ince dalından incittiler!
Onlar ki, kendi düşlerinin yalancısıydılar. Düşleri, isimlerinde kaldı çocukların.
Deniz koydular adını, devrim koydular, barış koydular; Hasan koydular adını. Koydular, lakin ismini koydukları yeğenine Hasan demeye bir türlü dilleri varamadı. Özgür diye çağırdılar onu…
Otopsi raporunda adı, “Kötü muamele sonucu öldüğü iddia edilen şahıs” olarak geçti.
Hayalinde bir çocuk gibi besleyip büyüttüğü o güzel dünyadan vazgeçmemek uğruna, gencecik ömrünü, 12 Eylül’ün işkence tezgâhlarında terk etti.
Katilleri, çoğu kez olduğu üzere, göstermelik cezalar aldılar.
Baba Hüseyin Özmen’e gelince. Oğlunun acısını tam 31 yıl yüreğinde taşıdı. Bir dönemin umutlarına, acılarına, heyecanlarına tanıklık etmiş o yürek, oğlunun toprağa verildiği gün olan 5 Ekim’de ebediyen sustu.
Bütün yeryüzü parçalarını sevdiler
Bütün bir yeryüzü tanıktı; hepsi de cesur, iyi çocuklardı.
Sevdaları ölümcüldü. Bu yüzden olsa gerek, hep kısa yaşadılar. Deli dolu âşık oldular, özlemini duydukları şeylere amansız tutuldular.
Hayatlarını adadıkları tehlikelerle dolu yolculuklarda, kendileri için hiçbir şey beklemediler. Kurdukları daha güzel bir dünya düşü uğruna, ömürlerini heder etmekten bir an için bile tereddüt etmediler.
Özgür ve bağımsız bir ülkede yaşamaktı biricik hayalleri; ülkelerini deli gibi sevdiler. Ülkelerini sevdikleri kadar bütün yeryüzü parçalarını sevdiler. Adil bir dünyada “yârin yanağından gayri, her yerde, her şeyde, hep beraber diyebilmek için…” kardeşçe bir yaşama özlem duydular.
Çıktıkları serüvenlerle dolu yolculuklarda kimisi ser verdi, sır vermedi; kimisi bedel ödedi, boyun eğmedi; kimisi can verdi, aman dilemedi.
Gördükleri hiçbir kötü muamele onları, hayat denilen bu acılı serüvenden alıkoyamadı.
Anlatılarda, kötü muamele gören iyi çocuklar olarak geçti adları.
Tarih alkışladı onları…
Not: Katkılarını esirgemeyen Birgül Kaya, Kamber Ateş, Özen Özmen, Doğan Alagöz, Özgür Özmen, Hülya Alagöz, Mutlu Özmen, Cabbar Özmen, Mustafa Öcal, Meral Bekâr ve Ahmet Sefa’ya teşekkürlerimle..
Yusuf Nazım