LENINIZM Üzerine
SVERDLOV ÜNİVERSİTESİ‘NDE VERİLEN KONFERANSLAR-Nisan 1924-Lenin Seferberliğinin anısına-J. STALİN
Leninizmin temelleri geniş bir konudur. Bu konuyu inceden inceye tetkik etmek için koca bir kitap yazmak gerekir. Hatta, bir kitaplar dizisi gerekir. Bu nedenle, konferanslarımın Leninizmin eksiksiz bir açımlaması olamayacağı doğaldır; en iyi halde, Leninizmin temellerinin kısa bir özeti olabilir. Bununla birlikte, Leninizmi başarılı bir şekilde incelemek için gerekli olan bazı temel çıkış noktalarını ortaya koymak amacıyla bu özeti vermenin yararlı olacağını düşünüyorum.
Leninizmin temellerini açımlamak, ne var ki, Lenin’in dünya görüşünün temellerini açımlamak değildir. Lenin’in dünya görüşü ile Leninizmin temelleri, kapsam bakımından bir ve aynı şey değildir. Lenin bir Marksisttir ve elbette ki onun dünya görüşünün temeli Marksizmdir. Ama bundan kesinlikle, Leninizmin açımlamasına Marksizmin temellerinin açımlanması ile başlanması gerektiği sonucu çıkmaz. Leninizmi açımlamak, Lenin’in Marksizmin genel hazinesine yapmış olduğu ve doğal olarak.onun adıyla bağlı olan, yapıtlarındaki özgün ve yeni olan şeyi açımlamaktır. Konferanslarımda Leninizmin temellerinden ancak bu anlamda söz edeceğim.
O halde, Leninizm nedir?
Bazıları, Leninizmin, Marksizmin Rusya’ya özgü koşullara uygulanması olduğunu söylüyorlar. Bu tanımlama, gerçeğin bir kısmını içermektedir ama, tüm gerçeği içermekten uzaktır. Lenin gerçekten de Marksizmi Rus gerçeğine uygulamıştır, hem de ustaca uygulamıştır. Ama Leninizm, Marksizmin Rusya’ya özgü koşullara uygulanmasından başka birşey olmasaydı, o zaman Leninizmin saf milli ve salt milli, saf Rus ve salt Rus bir görüngü olması gerekirdi. Oysa Leninizmin, salt Rusya’ya özgü değil, kökleri uluslararası gelişmenin tümünde olan uluslararası bir görüngü olduğunu biliyoruz. Bu nedenle, bu tanımlamanın tekyanlılıktan muzdarip olduğunu düşünüyorum.
Başka bazıları ise Leninizmin, daha sonraki yıllarda sözümona ılımlı hale geldiği ve devrimci olmaktan çıktığı iddia edilen marksizmden farklı olarak, ondokuzuncu yüzyılın kırklı yıllarındaki Marksizmin devrimci öğelerinin canlandırılması olduğunu söylüyorlar. Marx’m öğretisini devrimci ve ılımlı diye aptalca ve bayağı bir şekilde ikiye bölmeyi bir an için dikkate almazsak, bu tamamıyla yetersiz ve tatmin edici olmayan tanımlamada bile bir gerçek payı bulunduğunu kabul etmek gerekir. Bu gerçek payı, Lenin’in, gerçekten de II. Enternasyonal oportünistlerinin unutturmuş olduğu marksizmin devrimci içeriğini canlandırmış olmasıdır. Ne var ki, bu gerçeğin yalnızca bir parçasıdır. Leninizme ilişkin tam gerçek şudur ki, Leninizm Marksizmi yalnızca canlandırmakla kalmamış, fakat aynı zamanda daha da ileri bir adım atarak kapitalizmin ve proletaryanın sınıf mücadelesinin yeni koşullan altında marksizmi geliştirmiştir.
O halde, sonuç olarak Leninizm nedir?
Leninizm, emperyalizm ve proleter devrimi çağının Marksizmidir.
Daha tam söylemek gerekirse: Leninizm, genel olarak proleter devrimin teorisi ve taktiği, özel olarak proletarya diktatörlüğünün teorisi ve taktiğidir. Marx ve Engels, henüz gelişmiş bir emperyalizmin olmadığı devrim öncesi dönemde (burada proleter devrimi öncesini kastediyoruz), proleterlerin devrime hazırlanması döneminde, proleter devrimin pratikte henüz ivedi bir kaçınılmazlık olmadığı dönemde etkinlik gösterdiler. Marx ve Engels’in öğrencisi olan Lenin ise, gelişmiş emperyalizm döneminde, proleter devrimin halihazırda bir ülkede zafer kazanmış, burjuva demokrasisini parçalamış ve proleter demokrasisi çağını, Sovyetler çağını açmış olduğu gelişen proleter devrim döneminde etkinlik gösterdi.
İşte bu yüzden, Leninizm marksizmin daha da geliştirilmesidir. Genellikle Leninizmin olağanüstü mücadeleci ve olağanüstü devrimci karakterine işaret edilir. Bu tamamıyla doğrudur da. Ama Leninizmin bu özelliği iki nedenden ileri gelir: birincisi, Leninizmin, izini taşımadan yapamayacağı proleter devrimin bağrından doğmuş olmasıdır; ikincisi, Leninizmin, kapitalizme karşı başarılı bir mücadelenin gerekli önkoşulu olan II. Enternasyonal oportünizmine karşı mücadele içinde büyümüş ve güçlenmiş olmasıdır. Unutmamak gerekir ki, bir yanda Marx ve Engels ile öte yanda Lenin arasında, II. Enternasyonal oportünizminin tek başına egemen olduğu tüm bir dönem vardır, ve bu oportünizme karşı amansız mücadele, Leninizmin en önemli görevlerinden biri olmak zorundaydı.
I.BÖLÜM: LENİNİZMİN TARİHSEL KÖKLERİ
Leninizm, kapitalizmin çelişkilerinin en uç noktaya kadar keskin-leşmiş olduğu, proleter devrimin pratiğin ivedi bir sorunu haline gelmiş olduğu, işçi sınıfının devrime hazırlanma eski döneminin yeni döneme, kapitalizme doğrudan saldırı dönemine gelip dayandığı ve geçtiği emperyalizm koşulları altında gelişti ve biçimlendi.
Lenin emperyalizmi “can çekişen kapitalizm” diye niteledi. Niçin? Çünkü emperyalizm, kapitalizmin çelişkilerini, onun ötesinde devrimin başladığı en yüksek seviyeye, en uç sınıra vardırır da ondan. Bu çelişkiler arasında en önemlileri olarak görülmesi gereken üç çelişki vardır.
Birinci çelişki, emek ile sermaye arasındaki çelişkidir. Emperyalizm, sanayi ülkelerinde, tekelci tröst ve birliklerin, bankaların ve mali oligarşinin mutlak egemenliği demektir. Bu mutlak egemenliğe karşı mücadelede işçi sınıfının alışılmış yöntemlerinin sendikalar ve kooperatifler, parlamenter partiler ve parlamenter mücadele tamamıyla yetersiz kaldığı görülmüştür. Ya kendini sermayenin insafına terkedeceksin, eskisi gibi sürüneceksin ve gittikçe batacaksın, ya da yeni bir silaha sarılacaksın işte emperyalizmin, proletaryanın muazzam kitleleri önüne koyduğu alternatif budur. Emperyalizm, işçi sınıfını devrime götürür.
İkinci çelişki, hammadde kaynaklarını, yabancı toprakları ele geçirme uğruna mücadele eden çeşitli mali gruplar ve emperyalist güçler arasındaki çelişkidir. Emperyalizm, hammadde kaynaklarına sermaye ihracıdır, bu hammadde kaynaklarının tekelci sahipliği için çılgınca mücadeledir, halihazırda paylaşılmış olan dünyanın yeniden paylaşılması uğruna mücadeledir, ellerine geçirmiş olduklarına kene gibi sarılan eski grup ve güçlere karşı, kendilerine “güneşin altında bir yer” edinmek isteyen yeni mali gruplar ve güçler tarafından özellikle kıyasıya yürütülen bir mücadeledir. Çeşitli kapitalist gruplar arasındaki bu çılgınca mücadelenin dikkate değer yanı, bu mücadelenin emperyalist savaşları, başkalarının topraklarını fethetmek için yapılan savaşları kaçınılmaz bir unsur olarak içermesidir. Bu husus ise, emperyalistlerin birbirlerini karşılıklı olarak zayıflatmasına, genel olarak kapitalizmin pozisyonunun zayıflamasına, proleter devrim saatinin yakınlaşmasına ve bu devrimin pratik bir zorunluluk haline gelmesine yol açması bakımından dikkate değerdir.
Üçüncü çelişki, bir avuç hakim, “uygar” ulus ile, dünyanın yüzlerce milyon sömürge ve bağımlı halkları arasındaki çelişkidir. Emperyalizm, muazzam sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde yaşayan, sayıları yüzlerce milyona varan halkların en utanmazca sömürülmesi ve onlara en insanlık dışı zulüm demektir. Bu sömürünün ve bu zulmün amacı, aşırı kâr (*) sızdırmaktır. Fakat emperyalizm, bu ülkeleri sömürürken, buralarda demiryolları, fabrikalar ve işletmeler inşa etmek, sanayi ve ticaret merkezleri kurmak zorundadır. Bir proletarya sınıfının ortaya çıkması, yerli aydınların oluşması, milli öz bilincin uyanması, kurtuluş hareketinin güçlenmesi bunlar bu “politika”nın kaçınılmaz sonuçlarıdır. Devrimci hareketin istisnasız tüm sömürgelerde ve bağımlı ülkelerde güçlenmesi bu olguyu açıkça kanıtlamaktadır. Bu husus, proletarya açısından, sömürgeleri ve bağımlı ülkeleri emperyalizmin yedeklerinden, proleter devrimin yedeklerine dönüştürerek kapitalizmin mevzilerini kökünden mayınladığı için önemlidir.
İşte eski, “Gelişen” kapitalizmi can çekişen kapitalizme dönüştüren emperyalizmin en önemli çelişkileri genel olarak bunlardır.
On yıl önce patlak vermiş olan emperyalist savaşın önemi, diğer şeylerin yanısıra, bütün bu çelişkileri bir tek düğümde toplayarak teraziye vurması, böylece proletaryanın devrimci savaşlarını hızlandırmış ve kolaylaştırmış olmasında yatar.
Başka bir deyişle, emperyalizm, devrimi yalnızca pratik bir kaçınılmazlık haline getirmekle kalmadı, aynı zamanda kapitalizmin kalelerine karşı dolaysız saldın için de elverişli koşullan yarattı.
İşte Leninizmi doğuran uluslararası durum buydu.
Bazıları diyebilir ki: Bütün bunlar iyi, hoş da, emperyalizmin klasik bir ülkesi olmayan ve olamayacak olan Rusya ile tüm bunların ne ilişkisi var? Tüm bunların, her şeyden önce Rusya’da ve Rusya için çalışan Lenin ile ne ilişkisi var? Tüm ülkeler içinde neden tam da Rusya, Leninizmin yurdu, proletarya devriminin teorisi ve taktiğinin doğum yeri haline geldi?
Çünkü Rusya, emperyalizmin tüm bu çelişkilerinin düğüm noktasıydı.
Çünkü Rusya, herhangi bir ülkeden daha fazla, devrime gebeydi, ve bu nedenle yalnızca Rusya, bu çelişkileri devrimci yoldan çözecek durumdaydı.
İlk olarak, Çarlık Rusyası, en insanlık dışı ve barbar biçimiyle her türlü zulmün gerek kapitalist, gerek askeri ve sömürge zulmünün ocağıydı. Rusya’da sermayenin mutlak egemenliğinin Çarlık despotizmi ile kaynaştığını; Rus milliyetçiliğinin saldırganlığının, Çarlığın Rus-olmayan halklara karşı cellatlığı ile; koca koca alanların Türkiye, İran, Çin sömürülmesinin, bu alanların Çarlık tarafından ele geçirilmesi ile, fetih savaşları ile birleştiğini kim bilmez? Lenin, Çarlık “askeri-feodal bir emperyalizmdir” derken haklıydı. Çarlık, emperyalizmin en olumsuz yanlarının kat kat yoğunlaşmasıydı.
Devamla, Çarlık Rusyası, yalnızca, Rusya’nın ulusal ekonomisinin yakıt sanayii ve metal sanayii gibi temel dallarını kontrol eden yabancı sermayeye serbest giriş tanıması anlamında değil, aynı zamanda batılı emperyalistlerin emrine milyonlarca asker sunması anlamında da, Batı emperyalizminin muazzam bir yedeği idi. İngiliz-Fransız kapitalistlerinin muazzam kârlarını korumak için emperyalist cephelerde kanı dökülen ondört milyonluk Rus Ordusu’nu anımsayınız.
Bundan başka, Çarlık Doğu Avrupa’da yalnızca emperyalizmin bekçi köpeği olmakla kalmıyordu, aynı zamanda Paris ve Londra’da, Berlin’de, Brüksel’de Çarlığa sağlanan borçlar için halkın sırtından yüzlerce milyona varan faiz sızdırmakla görevli Batı emperyalizminin bir acentasıydı.
Son olarak, Çarlık, Türkiye, İran, Çin vb.nin paylaşılmasında Batı emperyalizminin en sadık müttefikiydi. Emperyalist savaşın, Çarlık tarafından Antant (itilaf ÇN) emperyalistleri ile ittifak içinde yürütüldüğünü, Rusya’nın bu savaşın esas unsurlarından biri olduğunu kim bilmez?
Çarlığın ve Batı emperyalizminin çıkarlarının içice geçmesi ve sonunda bir tek emperyalist çıkarlar yumağı halinde kaynaşması işte bundan dolayıdır. Batı emperyalizmi, Çarlığı savunmak ve ayakta tutmak amacıyla, Rusya’da devrime karşı bir ölüm-kalım savaşı vermek için tüm güçlerini harekete geçirmeden, eski Çarlık Rusyası, burjuva Rusya gibi Doğu’da bu kadar güçlü bir desteği ve bu kadar zengin bir insan gücü ve kaynak yedeğini yitirmeye razı olabilir miydi? Elbette olamazdı.
Ama bundan şu sonuç çıkar ki: Kim Çarlığa vurmak istiyorsa, kaçınılmaz olarak emperyalizme karşı el kaldırmak zorundaydı, kim Çarlığa karşı ayaklanıyorsa, emperyalizme karşı da ayaklanmak zorundaydı; çünkü kim Çarlığı devirmek istiyorsa, gerçekten yalnızca Çarlığı yenmekle kalmayıp, bilakis onu kökünden temizlemek istediği ölçüde emperyalizmi de devirmek zorundaydı. Böylece Çarlığa karşı devrim, emperyalizme karşı devrime, proleter devrime varmak, ona geçmek zorundaydı.
Bu arada Rusya’da, başında dünyanın en devrimci proletaryasının durduğu, ve Rusya’nın devrimci köylülüğü gibi önemli bir müttefike sahip bir proletaryanın durduğu muazzam bir halk devrimi gelişiyordu. Böyle bir devrimin yarı yolda duramayacağı, başarılı olduğu takdirde daha da ilerleyip emperyalizme karşı isyan bayrağını kaldırması gerektiğini tanıtlamanın gereği var mı?
İşte bunun için Rusya, emperyalizmin çelişkilerinin odak noktası haline gelmek zorundaydı, yalnızca bu çelişkilerin özellikle iğrenç ve özellikle dayanılmaz niteliklerinin tam da Rusya’da en açık şekilde dışa vurması anlamında değil; yalnızca Rusya, Batı’nın mali sermayesini Doğu’nun sömürgeleriyle birleştiren Batı emperyalizminin son derece önemli bir dayanağı olduğundan değil, bilakis, emperyalizmin çelişkilerini devrimci yoldan çözebilecek gerçek güç yalnızca Rusya’da bulunduğundan ötürü de.
Ama bundan şu sonuç çıkar ki, Rusya’daki devrim kaçınılmaz olarak bir proleter devrim haline gelmek zorundaydı, gelişmesinin daha ilk günlerinde uluslararası bir niteliğe bürünmek, dolayısıyla kaçınılmaz olarak dünya emperyalizmini temellerinden sarsmak zorundaydı.
Bu koşullar altında, Rus komünistleri çalışmalarını Rus devriminin dar ulusal çerçevesi ile sınırlayabilirler miydi? Elbette hayır! Tam tersine, gerek iç (derin devrimci bunalım) ve gerek dış (savaş) durumun tümü, onları, bu çerçevenin dışına çıkmaya, mücadeleyi uluslararası alana taşımaya, emperyalizmin yaralarını açığa çıkarmaya, kapitalizmin çöküşünün kaçınılmazlığını tanıtlamaya, sosyal-şovenizmi ve sosyal-pasifizmi paramparça etmeye ve son olarak kendi ülkesinde kapitalizmi devirmeyi ve tüm ülkelerin proletaryasının kapitalizmi devirmesini kolaylaştırmak için proletaryaya yeni bir mücadele silahı, proletarya devriminin teorisi ve taktiğini kurmaya zorluyordu. Rus komünistleri zaten başka türlü davranamazlardı; çünkü yalnızca bu yol, Rusya’yı burjuva düzenin restorasyonuna karşı koruyabilecek uluslararası alandaki belli değişiklikleri sağlayabilirdi.
İşte Rusya’nın, Leninizmin yurdu ve Rus komünistlerinin önderinin, Lenin’in, onun yaratıcısı olması bu yüzdendir.
Geçen yüzyılın kırklı yıllarında Almanya’nın ve Marx-Engels’in başına gelen şey, yaklaşık olarak Rusya ve Lenin’in de “başına geldi.” O zamanlar Almanya, tıpkı yirminci yüzyılın başında Rusya’nın durumunda olduğu gibi, burjuva devrimine gebeydi. Marx o sıralar “Komünist Manifesto”da şöyle yazıyordu:
“Komünistler esas dikkatlerini Almanya’ya çeviriyorlar, çünkü Almanya bir burjuva devriminin arifesinde bulunuyor, ve çünkü o bu devrimi genel olarak Avrupa uygarlığının daha ileri koşullarında ve İngiltere’nin onyedinci ve Fransa’nın onsekizinci yüzyıldaki proletaryasından çok daha gelişmiş bir proletarya ile yaptığından, Alman burjuva devrimi bir proletarya devriminin başlangıcından başka birşey olamaz”
Başka bir deyişle, devrimci hareketin merkezi Almanya’ya kayıyordu.
Aktarılan alıntıda Marx tarafından vurgulanan tam da bu hususun, tam da Almanya’nın bilimsel sosyalizmin doğduğu ülke ve Alman proletaryasının önderlerinin, Marx ve Engels’in, onun yaratıcıları haline gelmesinin muhtemel sebebi olduğuna herhalde kuşku yoktur.
Ama aynı şey, daha yüksek ölçüde, yirminci yüzyılın başındaki Rusya için de geçerlidir. Rusya bu sırada burjuva devriminin arifesinde bulunuyordu, bu devrimi Avrupa’daki daha da ileri koşullar altında ve Almanya’nın ondokuzuncu yüzyılın kırklı yıllarındakinden (İngiltere ve Fransa’nın sözünü bile etmiyorum) daha da gelişmiş bir proletarya ile yapacaktı, bütün koşullar, bu devrimin proleter devrimin mayası ve başlangıcı haline gelmek zorunda olduğunu gösteriyordu.
Lenin’in, Rus devrimi rüşeym halinde iken, daha 1902’de de “Ne Yapmalı?” adlı yapıtında şu kâhince sözleri yazması elbette bir rastlantı değildir:
“Tarih bizi (yani rus Marksistlerini /. St.) şimdi, herhangi bir başka ülkenin proletaryasının önündeki bütün ivedi görevlerin en devrimcisi olan bir görevle karşı karşıya getirmiştir.” “Bu görevin gerçekleştirilmesi, yalnızca Avrupa gericiliğinin değil, bilakis (şimdi diyebiliriz ki) Asya gericiliğinin de en güçlü kalesinin yıkılması, Rus proletaryasını uluslararası devrimci proletaryanın öncüsü yapacaktır.” (Bkz. Lenin, Seçme Eserler, C. 2, s. 50.)
Başka bir deyişle, devrimci hareketin merkezi Rusya’ya kaymak zorundaydı.
Bilindiği gibi, Rusya’da devrimin seyri, Lenin’in bu öngörüsünü tamamıyla doğrulamıştır.
Tüm bunlardan sonra, böyle bir devrimi yapmış ve böyle bir proletaryaya sahip olan ülkenin, proleter devrimin teorisi ve taktiğinin doğum yeri olmuş olmasına şaşılabilir mi?
Rusya proletaryasının önderinin, Lenin’in, aynı zamanda bu teorinin ve taktiğin yaratıcısı ve uluslararası proletaryanın önderi haline gelmiş olmasına şaşılabilir mi?
(*) ”Extraprofit” karşılığı olarak “aşırı kâr” kavramını kullandık. Kastedilen, emperyalist – sömürge ilişkisi içinde ortaya çıkan ‘özel’ (extra) bir kârdır. Bunun boyutu (oranı) ‘normal’ artı-değerden çok daha fazla olduğu için bu tip kâra “Extraprofit” adı verilmektedir. ÇN.
II. YÖNTEM
Yukarıda, bir yanda Marx ve Engels ile öte yanda Lenin arasında, II. Enternasyonal oportünizminin hakim olduğu tüm bir zaman diliminin yattığını söyledim. Tam doğru olmak için, kastettiğimin, oportünizmin biçimsel hakimiyeti değil, gerçek hakimiyeti olduğunu eklemeliyim. Biçimsel olarak, II. Enternasyonal’in başında “imanlı” Marksistler, “Ortodokslar” duruyordu Kautsky ve diğerleri. Gerçekte ise II. Enternasyonal’in esas çalışması oportünizm çizgisini izliyordu. Oportünistler, uyarlamacı, küçük-burjuva nitelikleri yüzünden kendilerini burjuvaziye uyarladılar; “Ortodokslar” ise, oportünistlerle “birliği korumak” uğruna, “partide barış” uğruna kendilerini oportünistlere uyarladılar. Böylece, burjuvazinin politikası ile “ortodokslar”ın politikası arasındaki devre tamamlandı, ve sonuç oportünizmin hakimiyeti oldu.
Bu dönem, kapitalizmin görece barışçıl bir gelişme dönemi idi; emperyalizmin felaketli çelişkilerinin henüz tüm belirginliğiyle gün yüzüne çıkmadığı, işçilerin iktisadi grevlerinin ve sendikaların aşağı yukarı “normal” bir şekilde geliştiği, seçim kampanyalarının ve parlamento gruplarının “baş döndürücü” başarılar sağladığı, yasal mücadele biçimlerinin göklere çıkarıldığı ve yasal araçlarla kapitalizmin “işinin bitirilebileceğine” inanıldığı; kısacası, II. Enternasyonal partilerinin yağ bağladığı ve devrim üzerine, proletarya diktatörlüğü üzerine ve kitlelerin devrimci eğitimi üzerine ciddi bir şekilde düşünme isteğinde olmadıkları bir savaş öncesi dönemdi.
Bütünlüklü bir devrimci teori yerine, kitlelerin yaşayan devrimci mücadelelerinden kopuk, çürük dogmalara dönüşmüş birbiriyle çelişen teorik önermeler ve teori parçacıkları. Dış görünüşü kurtarmak için elbette arasıra Marx’ın teorisi anılıyordu, ama bu ancak onun canlı, devrimci ruhunu kovmak için yapılıyordu.
Devrimci bir politika yerine porsumuş bir darkafalılık ve aşağılık bir politika cambazlığı, parlamenter diplomasi ve parlamenter kombinasyonlar. Dış görünüşü kurtarmak için elbette “devrimci” kararlar ve şiarlar kabul ediliyordu, ama bu yalnızca bunları rafa kaldırmak için yapılıyordu.
Partiyi kendi hataları temelinde eğitmek ve ona doğru bir devrimci taktik öğretmek yerine acil sorunlardan kasten kaçınma, bunların üstünü örtüp kapatma. Dış görünüşü kurtarmak için elbette sakıncalı sorunlara da arada bir değinmeye kimsenin itirazı yoktu, ama bu yalnızca meseleyi herhangi bir “esnek” kararla halletmek için yapılıyordu.
İşte II. Enternasyonal’in fizyonomisi, çalışma yöntemleri, cephaneliği böyleydi.
Bu sırada emperyalist savaşların ve proletaryanın devrimci savaşlarının yeni bir dönemi yaklaşıyordu. Eski mücadele yöntemlerinin, mali sermayenin mutlak egemenliği karşısında apaçık yetersiz ve etkisiz kaldığı görülüyordu.
II. Enternasyonal’in tüm faaliyetini, tüm çalışma yöntemlerini gözden geçirmek ve darkafalılık, dar görüşlülük, politika cambazlığı ve hainliğin, sosyal-şovenizm ve sosyal-pasifizmin kökünü kurutmak gerekiyordu. II. Enternasyonal’in tüm cephaneliğini gözden geçirmek, paslı ve çürük olan herşeyi bir kenara atmak ve yeni tür silahlar edinmek gerekiyordu. Böyle bir ön çalışma olmaksızın, emperyalizme karşı savaşa çıkmak boşunaydı. Bu ön çalışma olmaksızın, proletarya, yeni devrimci savaşlara yeterince donanmamış olarak, ya da hiç dona-tımsız girmek tehlikesiyle karşı karşıya idi.
II. Enternasyonal’in Augias ahırlarını genel denetimden geçirmek ve genel temizliğini yapmak şerefi Leninizme düştü.
İşte Leninizmin yöntemi bu koşullar altında doğdu ve biçimlendi. Bu yöntemin talepleri nelerdir?
Birincisi, II. Enternasyonal’in teorik dogmalarının, kitlelerin devrimci mücadelesinin ateşinde, canlı pratiğinde sınanması, yani teorinin ve pratiğin bozulmuş olan birliğinin yeniden kurulması, bu ikisi arasındaki uçurumun giderilmesi; çünkü devrimci teoriyle silahlanmış gerçek bir proletarya partisini yaratmak ancak böyle mümkündür.
İkincisi, II. Enternasyonal partilerinin politikasının, şiarlarına ve kararlarına (ki bunlara inanılmamalıdır) bakarak değil, tam tersine, yaptıklarına, eylemlerine bakarak sınanması; çünkü proletarya kitlelerinin güvenini kazanmak ve buna layık olmak ancak böyle mümkündür.
Üçüncüsü, tüm parti çalışmasının, kitleleri devrimci mücadeleye eğitme ve hazırlama bakış açısıyla, yeni, devrimci bir tarzda yeniden örgütlenmesi; çünkü kitleleri proleter devrime hazırlamak ancak böyle mümkündür.
Dördüncüsü, proletarya partilerinin özeleştirisi, kendi hataları temelinde eğitilmesi ve yetiştirilmesi; çünkü partinin gerçek kadrolarını ve gerçek önderlerini yetiştirmek ancak böyle mümkündür.
İşte Leninizmin yönteminin temeli ve özü budur. Bu yöntem pratikte nasıl uygulandı?
İkinci Enternasyonal oportünistlerinin sürekli yineleyip durdukları bir dizi teorik dogma vardır. Bunlardan birkaçını ele alalım.
Birinci dogma: proletaryanın iktidarı hangi koşullar altında ele geçirebileceğine ilişkindir. Oportünistler, proletaryanın, ülkede çoğunluğu oluşturmadığı takdirde, iktidarı ele geçiremeyeceğini ve geçirmemesi gerektiğini iddia ediyorlar. Kanıtın izi yok, çünkü bu saçma tezi teorik ya da pratik olarak gerekçelendirmek mümkün değildir. “Varsayalım ki, bu böyledir”, diye yanıtlıyor Lenin bu II. Enternasyonal baylarını; Ama nüfusun azınlığını oluşturan proletaryaya, emekçi kitlelerin muazzam çoğunluğunu çevresinde toplama olanağını sağlayan bir tarihi durum ortaya çıktığında (savaş, tarım bunalımı vs.) ne olacak, niçin proletarya o zaman iktidarı ele geçirmesin? Proletarya, sermaye cephesini yarmak ve genel sonucu hızlandırmak için, elverişli uluslararası ve iç durumdan neden yararlanmasın? Marx, daha geçen yüzyılın ellili yıllarında, Almanya’da proletarya devrimi, eğer deyim yerindeyse, “Köylü Savaşı’nın bir çeşit ikinci baskısı” ile desteklenebilirse, işlerin “mükemmel” olacağını söylememiş miydi?” O sıralar Almanya’daki proleterlerin sayısının, örneğin 1917 yılında Rusya’da olduğundan nispeten daha az olduğunu bütün dünya bilmiyor mu? Rus proleter devriminin pratik deneyimi, II. Enternasyonal kahramanlarının pek sevdikleri bu dogmanın, proletarya için hiçbir yaşamsal önemi olmadığını göstermemiş midir? Kitlelerin devrimci mücadelesinin pratik deneyiminin bu çürük dogmayı çürüttüğü ve yıktığı açık değil midir?
İkinci dogma: Proletarya, ülkenin yönetilmesini örgütleyebilecek, kültür bakımından ileri ve yönetimde deneyimli yeterli sayıda kadrodan yoksun ise, iktidarı koruyamaz; bu kadrolar ilkönce kapitalizm koşullan altında yetiştirilmelidir, iktidar ancak bundan sonra alınabilir. Varsayalım ki, bu böyledir, diye yanıtlıyor Lenin. “Ama bu iş, ilkönce iktidarın devralınması, proletaryanın gelişmesi için elverişli koşulların yaratılması ve bundan sonra her adımda yedi fersah katederek emekçi kitlelerin kültür seviyesinin yükseltilmesi, işçiler arasından önder kadrolar ve yönetim kadrolarının yetiştirilmesine doğru ilerlemek şeklinde niçin yapılamayacak olsun?” Rusya’nın pratik deneyimi, işçiler arasından önder kadroların, proletaryanın iktidarı altında, kapitalizmin iktidarı altında olduğundan yüz kez daha hızlı ve daha esaslı bir şekilde geliştiğini göstermemiş midir? Kitlelerin devrimci mücadelesinin pratik deneyiminin, oportünistlerin bu teorik dogmasını da acımasızca yıktığı açık değil midir?
Üçüncü dogma: Siyasi genel grev yöntemi, proletarya için kabul edilemez birşeydir, çünkü teorik olarak savunulamaz (bakınız Engels’in eleştirisi), pratikte tehlikelidir (ülkenin iktisadi yaşamının normal seyrini bozabilir ve sendikaların kasalarını boşaltabilir), ve proletaryanın sınıf mücadelesinin esas biçimi olan parlamenter mücadele biçimlerinin yerini tutamaz. Pekâlâ, diye yanıtlıyor Leninistler, ama Engels önce her genel grevi değil, yalnızca genel grevin belli bir türünü, yani anarşistlerin, proletaryanın siyasi mücadelesinin yerine önermiş oldukları, anarşistlerin iktisadi genel grevini eleştirmiştir bunun siyasi genel grev yöntemi ile ne ilişkisi vardır? İkincisi, parlamenter mücadele biçiminin, proletaryanın esas mücadele biçimi olduğu nerede ve kim tarafından tanıtlanmıştır? Devrimci hareketin tarihi, parlamenter mücadelenin, proletaryanın parlamento dışı mücadelesinin örgütlenmesi için bir okul ve yardımcı araç olduğunu, kapitalizm altında işçi hareketinin temel sorunlarının şiddet yoluyla, proletarya kitlelerinin dolaysız mücadelesi yoluyla, genel grevi, ayaklanması yoluyla çözüldüğünü göstermiyor mu? Üçüncüsü, parlamenter mücadelenin yerine siyasi genel grev yönteminin geçirileceği sorununa nasıl varılmıştır. Siyasi genel grev yanlıları, parlamenter mücadele biçimlerinin yerine parlamento dışı mücadele biçimlerini geçirmeyi nerede ve ne zaman denemişlerdir? Dördüncüsü, Rusya’daki devrim, siyasi genel grevin, proletarya devriminin muazzam bir okulu ve kapitalizmin kalelerine taarruzun arifesinde proletaryanın en geniş kitlelerinin seferber edilmesi ve örgütlenmesi için vazgeçilmez bir araç olduğunu acaba göstermemiş midir? Öyleyse, iktisadi yaşamın normal seyrinin bozulması üzerine ve sendika kasaları üzerine darkafalı sızlanmalar niye? Devrimci mücadelenin pratik deneyiminin, oportünistlerin bu dogmasını da parçaladığı açık değil midir?
İşte bunun için Lenin, “devrimci teori bir dogma değildir…”, o “ancak gerçekten kitlesel bir hareketin ve gerçekten devrimci bir hareketin pratiğiyle sıkı sıkıya bağ içinde kesin biçimini alır” demiştir (“Sol” Radikalizm Bir Çocukluk Hastalığı), çünkü teori, pratiğe hizmet etmelidir, çünkü “teori, pratiğin ortaya koyduğu sorunlara yanıt vermelidir” (“Halkın Dostları”), çünkü teori, pratik deneyimler temelinde sınanmalıdır.
İkinci Enternasyonal partilerinin siyasi şiarlarına ve siyasi kararlarına gelince, devrim karşıtı faaliyetlerini parlak devrimci şiarlarla ve kararlarla örten bu partilerin siyasi pratiğinin tüm sahteliğini ve tüm kokuşmuşluğunu anlamak için, “Savaşa karşı savaş” şiarının tarihçesini anımsamak yeter. Emperyalistlerin, savaş çıkartmaya cüret ettikleri takdirde, ayaklanmanın bütün dehşetiyle tehdit edildikleri, ve tehdit edici “Savaşa karşı savaş” şiarının tarihçesini anımsamak yeter. Emperyalistlerin, savaş çıkartmaya cüret ettikleri takdirde, ayaklanmanın bütün dehşetiyle tehdit edildikleri, ve tehdit edici “Savaşa karşı savaş” şiarının atıldığı II. Enternasyonal’in Basel Kongresi’ndeki tantanalı gösterileri herkes anımsar. Ama belli bir zaman sonra, savaşın başlangıcından hemen önce, Basel kararının rafa kaldırıldığını ve işçilere yeni bir slogan verildiğini, kapitalist anavatanın şan ve şerefi uğruna birbirlerini boğazlamaları sloganının verildiğini kim anımsamaz? Devrimci şiarların ve kararların, eylemle gerçekleşmedikçe beş para etmediği açık değil midir? Oportünist politika cambazlarının tüm alçaklığını ve Leninizmin yönteminin tüm büyüklüğünü anlamak için, emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürme Leninist siyaseti ile, II. Enternasyonal’in savaş sırasındaki hain siyasetini karşı karşıya koymak yeter. Bu noktada Lenin’in “Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky” adlı kitabından, Lenin’in, II. Enternasyonal’in önderi Kautsky’nin, partileri eylemleriyle değil, bilakis kağıt üzerinde kalan şiarlarına ve belgelerine bakarak değerlendirmek şeklindeki oportünist çabasını şiddetle eleştiren bir pasajı aktarmaktan kendimi alamayacağım:
“Kautsky, bir şiar ilan etmenin sanki herhangi birşeyi değiştirdiğini sanmakla… tipik küçük-burjuva, darkafalı bir siyaset gütmektedir. Burjuva demokrasisinin tüm tarihçesi, bu hayali çürütmektedir; burjuva demokratları halkı aldatmak için, istenen bütün ‘şiarları’ daima ilan etmişlerdir ve etmektedirler. Önemli olan, onların içtenliğini sınamaktır, sözleri ile eylemlerini karşılaştırmaktır, idealist ya da şarlatanca lafazanlıklarla yetinmemek, bilakis sınıf gerçekliği temeline varmaktır.” (Bkz. Lenin, Bütün Eserler, Cilt 23, s. 486.)
İkinci Enternasyonal partilerinin özeleştiri korkusunun; hatalarını gizlemek, “sakıncalı” sorunları örtbas etmek, herşey yolundaymış gibi yaparak eksikliklerini örtmeye çalışmak âdetlerinin; canlı her düşünceyi körelten ve partinin kendi hataları temelinde devrimci eğitimine gem vuran, Lenin tarafından alaya alınan ve ipliği pazara çıkarılan bu âdetin burada sözünü bile etmiyorum. Lenin, “Sol Radikalizm” adlı yapıtında, proletarya partilerinde özeleştiri üzerine şöyle yazıyordu:
“Siyasi bir partinin kendi hatalarına karşı tavrı, bu partinin ciddiyetinin ve sınıfına ve emekçi kitlelere karşı yükümlülüklerini gerçekten yerine getirmesinin en önemli ve en emin kıstaslarından biridir.
Hatayı açıkça kabullenmek, nedenlerini ortaya çıkarmak, hataya yol açan koşulları tahlil etmek, hatayı ortadan kaldırmanın yollarını özenle araştırmak işte ciddi bir partinin belirtileri bunlardır, yükümlülüklerini yerine getirmenin, yani sınıfı ve sonra kitleyi de eğitmenin ve yetiştirmenin yolu budur.” (Bkz. Lenin, Seçme Eserler, C. 10, s. 91.)
Bazıları, kendi hatalarını ortaya çıkarmanın ve özeleştiri yapmanın tehlikeli olduğunu, çünkü bunların düşman tarafından proletarya partisine karşı kullanılabileceğini söylüyorlar. Lenin bu türden itirazların önemsiz ve tamamıyla yanlış olduğu görüşündeydi. Partimizin henüz zayıf ve çelimsiz olduğu bir sırada, daha 1904’te, “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” adlı yazısında bu konuda şöyle yazıyordu:
“Onlar (yani Marksistlerin hasımları / St) bizim ihtilaflarımıza sinsice gülüyorlar ve oh çekiyorlar; onlar elbette, Partimizin eksikliklerini ve yetersizliklerini konu edinen benim broşürümden, tek tek pasajları, kendi amaçlan için bağıntısından koparmaya çalışacaklardır. Rus sosyal-demokratları, daha şimdiden, böylesine ufak tefek şeylerden tedirgin olmayacak ve bunlara rağmen özeleştiri çalışmasını ve işçi hareketinin büyümesiyle hiç şüphesiz ve kaçınılmaz olarak üstesinden gelinecek olan kendi eksikliklerini acımasızca açığa çıkarmayı sürdürecek kadar savaşta çelikleşmişlerdir.” (Bkz. Lenin, Seçme Eserler, C. 2, s. 410.)
İşte Leninizmin yönteminin karakteristik özellikleri genel olarak bunlardır.
Lenin’in yönteminde var olan şey esas olarak daha Marx’ın öğretisinde vardı; o öğreti ki, Marx’ın sözleriyle, “özü itibarı ile eleştirici ve devrimci”dir. Tam da bu eleştirici ve devrimci ruh, Lenin’in yönteminin tepeden tırnağa içine işlemiştir. Ama Lenin’in yönteminin, Marx’ın yönteminin basitçe yeniden kurulması olduğunu sanmak yanlış olur. Gerçekte ise Lenin’in yöntemi, Marx’ın eleştirici ve devrimci yönteminin, materyalist diyalektiğinin yalnızca yeniden kurulması değil, aynı zamanda somutlaştırılıp daha da geliştirilmesidir.