Kentlerin Metalaştırılması

“Kentsel Dönüşüm” üzerine yazılan yazılarda olsun, kentsel dönüşüm üzerinde yapılan söyleşilerde olsun üzerinde durulmayan ya da en az durulan bir konu kentlerin metalaştırılması. Bu nedenle bu yazıyı kentsel dönüşümle kentlerin nasıl metalaştırıldığı ile sınırlı tutacağız.

Önce çok kısa olarak meta hakkında bilgilerimizi tazeleyelim. Meta; “Meta, öncelikle, bir ihtiyaca cevap veren bir şeydir; ikinci olarak da başka bir şeyle değiştirilebilen bir şeydir. Bir şeyin yararlı olması onun kullanım değerini oluşturur.

Değişim değeri ( ya da kısaca değer) her şeyden önce, bir tür kullanım değerinden belli bir miktar ın başka bir tür kullanım değerinden belli bir miktar ile değiştirilebildiği oran, orantıdır.”

(Lenin,” Karl Marx; Kısa Bir hayat Hikayesi ve Marksizmin Bir Özeti, Toplu Eserler)

Meta; kullanım değeri ile değişim değerinin bir arada bulunduğu bir emek ürünüdür. Metanın kullanım değeri olmasaydı değişim değeri de olmazdı. Yani bir yararı olmasıydı, bir ihtiyacı karşılamasaydı kimse onu satın almak istemezdi. Öte yandan meta’nın kullanım değeri satılmak amacıyla üretildiği için bu da ancak değişim değeri aracılığı ile gerçekleştirilebilinir. İşte bu nedenle metanın değerinden söz ettiğimiz zaman onun değişim değerini kastederiz. “…Bütün metalar kendi sahipleri için bir kullanım değeri ifade etmezler, buna karşılık kendilerine sahip olmayanlar için bir kullanım değeridirler. Dolayısıyla el değiştirmeleri gerekir.

Bu el değiştirme, metaların birbiriyle değişimi demektir ve bu değişim olayında metalar birer değer olarak birbirleriyle ilişkiye girerler, değer olarak gerçeklik kazanırlar. İşte bu yüzden metalar birer kullanım değeri olarak gerçeklik kazanmadan önce birer değer (değişim değeri) olarak gerçekleşmek zorundadırlar. Öte yandan, metalar birer değer olarak gerçekleşmeden önce birer kullanım değeri olmak zorundadır…” (Marx, Kapital “Değişim” C 1) Kendi başlarına ne meta ne para ne de üretim ve geçim araçları sermaye değildirler.

Sermayeye dönüştürülmeleri gerekir. Bu dönüşüm de ancak belli koşullarda gerçekleşir. Bu koşulardan en önemlisinin bir birinden çok farklı iki tür meta sahibinin bir araya gelerek birbirleriyle ilişki kurmasıdır. Yani birinin satıcı, diğerinin alıcı olması gerekir.

Kapitalist sömürü, sermayenin yeniden üretilmesi ve sermaye birikiminin sırrı meta ilişiklerinde yatar. Ancak gerekli olan sermayenin ilk ortaya çıkışı ve birikimi ise yağmacılık, talan yoluyla ve köylülerin mülksüzleştirilmeleri ve bu mülksüzleştirilen köylülerin ücretli işçi haline getirilmesiyle olmuştur.

Kent ve İnsan Kentler gerek sömürüye dayalı kapitalizmde ve gerekse her şeyin halkın çıkarlarını temel alan sosyalizmde mülkiyet ilişkilerine göre farklı şekillendirilirler. Bugün ülkemizde egemen olan sistem sömürüye dayalı kapitalizm olduğuna göre kentlerde kapitalist sistemin temeli olan sermaye birikimine ve tüm küresel üretimin tüketimlerinin örgütlendiği mekanlar haline getirilmiştir.

Bu nedenle sermaye birikimine hizmet etmeyen, küresel kapitalist üretimin tüketiminde yer almayan yoksulların da kent de yaşamamaları gerekir. Sınıfla mekan arasında da bir ilişki vardır. Bu ilişki, kapitalist sitemdeki kentlerde aynı zamanda sanayinin yoğunlaştığı burjuvazi ve işçi sınıfının dinamiğini bağrında taşıyan, ve bu uzlaşmaz iki sınıfın mücadele alanı olmasıdır. Kentler sadece mekanlardan, yapılardan, yollardan ibaret değildir. O sistemin yaşayan organizmasıdır. Sistemin tüm dişlilerinin döndüğü aynasıdır.

Kapitalist toplumda kentler ve kent alanları insanların ihtiyaçlarını karşılayan ‘kullanım değeriyle’ değil, işbirlikçi tekellerin sermeye birikimlerine, sömürüsüne hizmet eden ‘değişim değeriyle’ yani piyasa değeriyle şekillendirilirler. Bugün, kentsel dönüşümle kentsel mekanlarda sınıfsal ayrışma yeniden biçimlendirilmek istenmektedir. Ama bugün herkesin kabul ettiği gerçek şu; kentlerde iki yaşam yan yana ve birbirine düşman bir şekilde vardır. Bir yanda alabildiğine ihtişamı, görkemi, zenginliği ile burjuva yaşam, öte yanda yoksulluğu, yoksunluğu, ezilmişliği, horlanmışlığı, içine çekilmek istenen bataklığa karşı direnci ve çırpınışları, dizginsiz öfkeleri ile halk vardır.

Sınıf çatışmasının doğal tezahürü olan bu durum iktidar için bir kabul olmaya devam edecektir. İşte egemenlerin kendi yarattıkları bu tablo, korkuları olmaya da devam edecektir. Kentsel Dönüşüm, Kentsel Alanların Metalaştırılmasıdır. Ne zaman ki bir şeyin ihtiyaçları karşılama kapasitesi azalır, artık o şeyin metalaştırılması vakti gelmiştir. Kentsel alanlar ve kamu alanları için İşte bu vakit; İleri kapitalist ülkelerde İkinci paylaşım savaşından hemen sonra 1950’ler, bizim ülkemizde ise 1980 sonrasına tekabül etmektedir. Sermaye birikimi için, önce, 1982 tarihinde çıkarılan 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu, 1989 tarihinde çıkartılan 383 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Kıyılarımızdaki kamu alanları, ormanlar sermayenin yağmasına açılarak çok yıldızlı otellere dönüştürüldü. Ve kıyılar halka kapatıldı.

Sonra ülke genelinde tüm kamu işletmeleri (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) özelleştirilerek egemen sınıflara peşkeş çekildi. 2000’ li yılardan itibaren de kent merkezinde kalan kamu arazileri, kamu kurumları (okullar, hastaneler v.b) ve yoksul halkın 30-40 yıl önce barınma haklarını kullanmak üzere kentin dışında kurdukları mahalleler. Yoksul halkın, tartışılamaz, devredilemez, vazgeçilemez evrensel bir insan hakkı olan barınma hakkını kullanmak için kurduğu bu mahalleleri (gecekondular) aynı zamanda insanların barınma hakkı ihtiyacını karşılaması nedeniyle “kamu alanları” olarak adlandırmak yanlış olmayacaktır. Bu mahalleler bugün bir ihtiyacın, halkın barınma hakkı ihtiyacının karşılanması olarak “kullanım değeri” temel alınarak kullanılmaktadır.

Ama kapitalist sistemin sahibi egemenlerin bir arsa ofisi gibi çalışan ve işbirlikçi tekellerin sermeye birikimlerine ve sömürüsüne hizmet eden TOKİ aracılığı ile bu mahalleler de, diğer kamu alanları da kullanım değeri değil, değişim değerini ön plana çıkararak metalaştırılmaktadır. Bunu yaparken de halkın güvenliği için halkı “afet riskine” karşı koruyacakları yalanını ve aldatmacasını da ihmal etmiyorlar. Yasalarının adına da “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Yasa” diyorlar. Asıl bu yasa yoksul halk için “afet” niteliğinde bir yasadır. Bu yasa da yeni bir yasa değildir. Bal gibi “Kentsel Dönüşüm” yasasıdır. Ama kentsel dönüşümün ne olduğu ortaya çıktığı için artık kentsel dönüşüm kavramını ağızlarına alamıyorlar.Kadının Gücü

Düşündükleri de halkı “afet riskine” karşı korumak değildir. Eğer öyle olsaydı 1999 Marmara depreminden sonra halktan toplanan deprem vergileri ve depremle ilgili gönderilen yardımlar bu uğurda harcanırdı ama bu toplanan milyonlarca TL’ lik verginin bir tek kuruşu bile “Afet riski altındaki alanların” ıslahı için kullanılmamıştır, bunu kendiler de açıklamıştır. Eğer halkı “Afet riskine” karşı korumayı düşünselerdi, Yakın bir gelecekte olacağı düşünülen İstanbul depremi ile ilgili olarak ilk yardımların yapılması için ayrılan alanlar işbirlikçi tekellere peşkeş çekilmezdi. Oligarşinin (Egemen Sınıflar İttifakı) tek düşüncesi kentin genişlemesiyle kent merkezinde kalan yoksulların yaşadığı mahallelerin boşaltılıp burada yaşayan halkın kent dışına sürülmesi ve bu mahallelerin alanlarının sermaye birikimine hizmet etmesi için metalaştırılmasıdır.

Kentsel Alanların Metalaştırılması ile Hedeflenen … İstanbul başta olmak üzere büyük metropol kentlerimizde kamu alanlarının ve kamu kurumlarının metalaştırılması işbirlikçi tekellerin sermaye birikimlerine hizmet etmesi hedeflenmektedir. Burjuva İktisatçı Adam Smith; Kapitalist devlet için; “Sivil devletin gerekliliği kıymetli malların edinilmesiyle artar”. (Siz bu “sivil devleti” bu devletin sahibi egemen sınıflar ittifakı oligarşi olarak anlayın.) Yine kamu alanı olarak gördüğümüz ve kentin genişlemesi ile bugün kent içerisinde kalan yoksul halkın barınma hakkını kullandığı gecekondu mahallelerin boşaltılıp kent dışına sürülmek istenmesidir. Bu alanların metalaştırılması sermaye birikiminin yanında, bu gecekondu mahallelerinde yaşayan yoksul halkın, sömürüye dayalı kapitalist sisteme karşı potansiyel tehdit olarak görülmesidir.

Bu tehdide karşı da dayanışma, örgütlenme zeminleri yok edilmek, var olan örgütlülükler dağıtılmak için devamlı operasyonlar düzenlenmektedir.. Yoksul halkın yaşadığı gecekondu mahallelerinin boşaltılıp halkın kent dışına sürülmesinin bir başka nedeni ise, egemenlerin güvenliğini, zenginliğin güvenliğini de sağlamaktır. Bunu biz değil burjuva iktisatçı Adam Smith söylüyor; “Yoksulluğun olmadığı yerde devlet olmaz. Zira devletin asli görevi zenginliği güvenceye almak ve zengini yoksuldan korumaktır” Bu sözün yoruma ihtiyacı yok.

Bu mahallelerdeki direnişi kırmak, bu mahalleri halksızlaştırmak ve boşaltmak için Kürt-Türk, Alevi-Sünni, yörecilik ayırımı (Böl-parçala) yaparak, uyuşturucuyu, fuhuş v.b bu mahallelere sokarak örgütlenmeyi dayanışmayı nasıl yok etmek istediklerine ise yazının konusu olmadığı için değinmiyoruz. Sömürü sadece fabrikalarda değil hayatın her alanında!.. Görüldüğü gibi sömürü, sermaye birikimi ve artı değer sadece ücretli emek üzerinden fabrikalarda gerçekleştirilmiyor. Aynı işleyiş değişik bir biçimde kentsel alanlar üzerinde de işletiliyor. Ama sömürüye, yoksulluğa, yolsuzluğa karşı olduğunu söyleyen “aydınlar”, “sosyalist, komünist partiler”, DKÖ’ ler, meslek odaları, söz konusu yoksul halkın barınma hakkını kullandığı bu mahallelerin boşaltılarak metalaştırılmasına geldiğinde seslerini çıkartmıyorlar.

Haydarpaşa, Galataport ve Taksimin Yayalaştırılmasına karşı gösterdikleri duyarlılığı ne yazık ki yoksul halkın barınma hakkı için yaptığı evlerin başına yıkılıp kent dışına sürülmelerinde göstermiyorlar. Yoksul gecekondu halkı her koşulda barınma hakkı için direnmeye devam ederken bu zevatlar bu direnişin kenarında köşesinde dahi yer almıyorlar Barınma hakkı da, konut sorunu da sömürüye dayalı kapitalist üretim biçimi ile ortaya çıkmış bir kent sorunudur. Bu sorun da özünde, eğitim, sağlık, iş, beslenme, ulaşım, deprem, yoksulluk, yolsuzluk, sömürü, bağımlılık gibi temel sorunların özünü oluşturan emek-sermaye çelişkisinin ete kemiğe büründüğü kapitalist sistemdir.

Sorunun kaynağı olan bir sistemin sorunu çözmesi de mümkün değildir. Son Sözü Direnenler Söyleyecektir… Kendi çarpık düzenlerinin sonucu olan yoksulluk, gecekondular büyüdükçe egemenlerin korkusu da büyümeye devam edecektir. Egemenlerin korkusu ve kar hırsı büyüdükçe, halka, gecekondulara saldırılar daha da yoğunlaşacaktır. Bu gerçek gecekondu halkına ise sadece tek bir seçenek bırakmaktadır; Direnmek. Yaşamak varolmak için Direnmek. Bu direniş sadece yıkımlara, başlarını soktukları evlerinin rantçılara peşkeş çekilmesine karşı bir direniş değildir. Emperyalizme, kapitalizmin sömürüsüne, kültürüne, kültürsüzleştirmeye, yozlaştırılmaya, gecekonduluya reva gördükleri yaşam koşullarına, yok sayılmaya, sadece seçimlerde hatırlanmaya, örgütsüzleştirme saldırılarına, suçlu yatağı olarak görülüp aşağılanmaya, baskıya ve zulme karşı da bir direniştir. Direnenler her zaman kazanmayabilir, ama kazananlar hep direnenler olmuştur.

DEVRİMCİ MÜCADELEDE MÜHENDİS MİMARLAR –