İnsan Merkezli Yaşamın Cehennemi
iklim raporuyla ilgili bilmeniz gereken 10 şey
Hükümetler Arası İklim Değişimi Paneli başkanı Rajendra Pachauri bu raporu 1988′den beri iklim değişimini izleyen IPCC’nin “en güçlü, en sağlam ve en kapsamlı” raporu olarak niteledi. Beyaz Saray’ın yayınladığı açıklamada da raporun “küresel topluma, süratle ve kuvvetle harekete geçmek zorunda olduğumuzu hatırlatan bir uyan borusu” olduğu belirtildi.
Raporun dili geçmiş yıllardakinden çok daha kuvvetli: Isınma “tartışmasız” ve görmekte olduğumuz değişimler her yana nüfuz etmekte, diyor rapor açık bir biçimde. Fosil yakıtlara bağımlılığımızı kesmek için hızla harekete geçmeliyiz, diye uyarıyor. Aksi takdirde, “daha çok ısınmayla ve iklim sisteminin bütün bileşenlerinde uzun vadeli değişimlerle karşı karşıya kalacağız, bu da insanlar ve ekosistemler üstünde sert, yaygın ve geri-çevrilemez etkilerin olasılığını arttıracak.”
Geçen hafta açıkladığımız gibi, eğer bir déjà vu hissine kapıldıysanız sorun yok – bunun sebebi, Eylül 2013′ten beri üç IPCC raporu yayınlanmış olması. Bugünkü, bu raporlar silsilesinin son taksiti: sentez raporu denen bu rapor, kendinden önce gelen üç raporu özetleyip açıklamayı amaçlıyor. Bütün bu parçalar bir arada Beşinci Değerlendirme Raporu’nu, yani AR5′i (Fifth Assessment Report) oluşturuyorlar. AR5, iklim değişimine 2007′den beri en kapsamlı bakışı sunuyor.
Rapor sürecine dahil olan herkes özetlenen araştırmaların, siyasi liderlere ve BM müzakerecilerine önümüzdeki yıl emisyon kesimiyle ilgili bir anlaşmaya varıp hepimizi kurtarmaları yolunda rehberlik edeceğini umuyor.
Her ne kadar bu rapor, IPCC standartlarında bakarsak, oldukça hafif kalsa da (epi topu 116 sayfadan oluşuyor ve 40 sayfalık bir politikacı özeti içeriyor) burada sizin için iyice süzdük. Aşağıda, bazı tablolar ve grafikler eşliğinde, paket edip evinize götürebileceğiniz 10 şeyi bulabilirsiniz, ki birçoğu da geçen 13 ayda yayınlanan önceki IPCC raporlarından tanıdık gelecektir.
1. Biz insanlar gerçekten, hakikaten iklim değişiminden sorumluyuz, ve bu gerçeği görmezden gelmek onu daha az doğru kılmıyor. “İklim sistemindeki insan etkisi açıktır ve yakın zamandaki insan kaynaklı sera gazı salımları tarihteki en yüksek seviyesindedir.” diyor rapor. Kilit sera gazlarının – karbondioksit, metan, diazot monoksit – atmosferdeki yoğunluğu “son 800 bin yılda eşi benzeri görülmemiş seviyelerde” diye uyarıyor, ve bunun suçlusu bizim fosil yakıt temelli ekonomilerimiz ve sürekli artan nüfusumuz.
2. İklim değişim hali hazırda gerçekleşiyor. Son otuz yılın her on yıllık bölümü, o zaman kadar kayıt altındaki en sıcak on yıl oldu. Deniz seviyeleri yükseliyor. Kuzey Kutbu buz katmanı küçülüyor. Tarımsal üretim değişiyor – çoğunlukla da azalıyor. İklim daha yağışlı hale geliyor ve fırtınalarla sıcak hava dalgaları yoğunlaşıyor.
3. … ve işler çok daha kötüye gidecek: “Sıcak hava dalgaları daha sık gerçekleşecek ve daha uzun sürecek … aşırı yağış olayları birçok bölgede daha yoğun ve daha sık hale gelecek. Okyanuslar ısınmaya ve asitlenmeye devam edecek, ve küresel ortalama deniz seviyeleri de yükselmeyi sürdürecek.” diyor rapor. Eğer böyle devam edersek, yüzyılın sonunda 3.7 – 4.8 derecelik sıcaklık artışı – veya daha da fazlası – ile karşılaşabiliriz.
Bu grafikler deniz seviyelerinde ve yüzey sıcaklığında farklı emisyon senaryolarında beklenen değişimleri gösteriyor:
4. Son dönemdeki ısınmanın büyük kısmı okyanuslarda yaşandı. 1971′den beri iklim sistemine giren enerjinin yaklaşık yüzde 90′ı okyanuslara gitti. Bu, daha sıcak ve genleşen okyanuslar demek; bu da, daha güçlü kasırgalar demek. Ayrıca da deniz seviyelerinde artış ve sahil şeritlerinin erozyonu demek.
5. Okyanuslar asitleniyor. Sanayi devriminden beri insanların kustuğu bunca karbondioksiti alan okyanuslar yüzde 26 daha asitli hale geldiler ve pH seviyeleri daha da düşüyor. Bilim insanları bunun deniz yaşamına yaygın ve sert etkileri olabileceğini düşünüyorlar – git gide okyanus asitlenmesi “diğer CO2 sorunu” olarak adlandırılıyor.
6. İklim değişimi kalkınmakta olan ulusları özellikle sert biçimde vuracak, ama hepimiz zarar görmeye açığız. İklim değişimi gıda sistemlerini dengesizleştirecek, sağlık sorunlarını alevlendirecek, insanları yerlerinden edecek, ülkelerin altyapılarını zayıflatacak ve çatışmaları körükleyecek. Hayatın her alanına temas edecek. Sıcaklıklar arttıkça ekonomik büyüme yavaşlayacak, yeni yoksulluk tuzakları yaratılacak ve biz de önce iklim değişimini çözmeden yoksulluğu ortadan kaldıramayacağımızı göreceğiz.
7. Bitkiler ve hayvanlar bizden de daha hassas. İklimler yer değiştirdikçe topyekun ekosistemler hareket etmek zorunda kalacak ve birbirleriyle çarpışacaklar. Eğer ısınma böyle devam ederse birçok bitki ve küçük hayvan bu hıza yetişemeyecek ve türleri yok olacak.
8. 2050 itibariyle büyük ölçüde yenilenebilir kaynaklara yönelmeliyiz ve 2100′de fosil yakıtları tamamen devre dışı bırakmalıyız. İklim değişimin geri-dönülemez olma ihtimali bulunan ve en yıkıcı etkilerinden kaçınmak için (mesela rapordan: “azımsanamayacak tür yokoluşu, küresel ve bölgesel gıda güvensizliği, bunların sonucunda normal insan faaliyetlerindeki kısıtlamalar ve sınırlı adaptasyon potansiyeli”), sera gazı salımlarını bu yüzyılın ortasına kadar ciddi miktada kısmamız gerekiyor. “Yüzyılın sonunda CO2 ve diğer uzun ömürlü sera gazı emisyonlarını neredeyse sıfıra indirmeyi” hedeflemeliyiz.
Bu grafik, farklı emisyon senaryolarında salımlarımızın ne kadar artıp azalabileceğini gösteriyor:
9. İklim değişimiyle mücadele için gereken çözümlere hali hazırda sahibiz. Gerekli teknolojilere sahip olduğumuzu ve eğer harekete geçersek ekonomik büyüme çok şiddetli etkilenmeyeceğini savunuyor rapor. Klişe olduğu üzere: Tek ihtiyacımız olan, eyleme geçme azmi. Ancak rapor eyleme hep birlikte geçmemiz gerektiğini işaret ediyor: “Eğer tekil özneler bağımsız olarak kendi çıkarlarını ön plana çıkarırlarsa efektif azaltıma erişilemeyecektir. Dolayısıyla sera gazı salımlarını azaltmak ve diğer iklim değişimi sorunlarına çözüm bulmak için işbirliğine dayalı yanıtlar (uluslararası işbirliği de dahil olmak üzere) gerekmektedir.”
10. Bu vahim rapor kuşkusuz muhafazakar bir rapor. İklim değişiminin etkileri raporun sunduğundan çok daha kötü olabilir. Chris Mooney’in açıkladığı üzere birçok bilimsel uzman panelin temkinli tarafa doğru hata yaptığını belirtiyor:
Bulletin of the American Meteorological Society‘de yayınlanan yeni bir çalışma, IPCC’nin “2.tip hata”lardansa – yani olan bir şeyin olmadığını iddia etmektense – “1.tip hata”lardan – yani olmayan bir şeyin olduğunu iddia etmekten – kaçınmaya odaklandığını belirtiyor.
Yani iklim değişiminin etkileri gerçekte IPCC’nin betimlediğinden çok daha sert hatta çok daha tuhaf olabilir.
***
Bu makale 2 Kasım 2014′te Grist’te “The 10 things you need to know from the new IPCC report” başlığıyla yayınlandı.
Gezegenin ateşini düşürmek için: Harekete geç ve örgütlen !
Dünya çapında 200 milyon insanı temsil eden toplumsal hareketler, Ban Ki-Moon’un İklim Zirvesi’nde şirketlerin egemenliğini ifşa etti.
İçlerinde La Via Campesina, OilWatch International, Migrants Rights International, Global Forest Coalition, Indigenous Environmental Network, Grassroots Global Justice Alliance ve ATTAC Fransa’nın da bulunduğu dünya çapında (köylüler, küçük çiftçiler, yerli halklar, göçmenler, işçiler, kadınlar, beyaz ırka mensup olmayanlar, çevresel adalet ve iklim adaleti aktivistleri ve su savaşçıları da dahil) toplam 200 milyondan fazla üyesi olan 330′dan fazla örgüt Ban Ki-Moon’un İklim Zirvesi’nde şirketlerin egemenliğini ifşa etti.
16 Eylül’de yayınlanan ortak bildiride, REDD+, İklim-Akıllı Tarım ve Herkes İçin Sürdürülebilir Enerji girişimi gibi şu anda Zirve gündeminde bulunan gönüllü vaatlere dayanan, piyasa temelli ve yıkıcı kamu-özel ortaklıkları yerine sistemik değişim çağrısında bulundular.
Global Justice Ecology Project’ten alıntıladığımız bu giriş paragrafının ardından, orijinalini şurada bulabileceğiniz ortak bildiriyi paylaşıyoruz..
Gezegenin ateşini düşürmek için: Harekete geç ve örgütlen !
Biz insanlar ateşimiz çıktığında hemen endişelenir ve harekete geçeriz. Neticede, bırakın 2ºC’yi, beden sıcaklığımız normalin 1.5ºC bile üzerine çıkması durumunda bunun bize şiddetli hasar verebileceğini, 4-6ºC’lik bir artışın ise bizi komaya sokabileceğini, hatta öldürebileceğini biliriz.
Gezegenin ateşi çıktığında da durum aynıdır. Son 11 bin yıldır Dünya’nın ortalama sıcaklığı 14ºC civarında seyretti. Şimdiyse 1ºC’lik bir artışa erişmek üzere. Ve eğer bu ateşin yayılmasını durdurmak için uygun önlemler almazsak, öngörülen o ki gezegenimiz bu yüzyılın sonuna kadar 2ºC ile 6ºC arasında bir sıcaklık artışına doğru ilerliyor. Böyle hummalı şartlarda, Dünya üstünde bugün bildiğimiz anlamıyla yaşam çarpıcı bir biçimde değişecek.
Hemen eyleme geçmekten başka bir seçeneğimiz yok. Herhangi bir eyleme değil, doğru eyleme ve doğru zamanda. Örneğin bir insanın yüksek ateşi olduğunda ona vücudunu dinlendirmesi konusunda ısrar ederiz, bol miktarda sıvı içmesini sağlarız, doğru ilaçları temin ederiz, ve eğer ateşi yükselmeye devam ederse hastaneye götürüp ateşinin sebebini bulmaya çalışırız – bu sebep basit bir enfeksiyon da olabilir, kanser gibi ölümcül bir hastalık da.
Doğru Reçete
Konu gezegensel ateş olunca, doğru reçete en az 10 eylemin hayata geçirilmesini gerektiriyor.
1. 2020 yılı itibariyle küresel yıllık kişi başı sera gazı salımlarını 38 gigatona indirerek bu yüzyıl içinde gerçekleşecek sıcaklık artışını 1.5ºC altında tutmak için derhal bağlayıcı taahhütler verilmeli – keyfe bağlı vaatler değil.
2. Toprağın veya okyanus tabanının altındaki fosil yakıt rezervlerinin %80′den fazlasını oldukları yerde bırakmak üzere bağlayıcı taahhütler koyarak Dünya’nın dinlenmesi sağlanmalı.
3. Doğal kaynakların çıkarılması ve işlenmesinden uzaklaşmak için, (Keystone XL gibi boru hattı altyapı çalışmaları da dahil olmak üzere) tüm yeni petrol, bitumen kumu, kaya gazı, kömür, uranyum ve doğalgaz arama ve çıkarma çalışmalarına yasak konmalı.
4. Rüzgar, güneş, jeotermal ve medcezir enerjisi gibi yenilenebilir enerji alternatifleri, daha fazla kamu ve topluluk mülkiyeti ve kontrolüne dayalı biçimde genişletilmeli ve bu geçiş hızlandırılmalı.
5. Halkın temel gereksinimlerinin karşılanması için dayanıklı ürünlerin tüketimi ve yerel üretim teşvik edilmeli, yerel olarak üretilebilen ürünlerin nakliyesinden kaçınılmalı.
6. Küresel süpermarket için sanayileşmiş ve ihracata dayalı tarımdan gıda egemenliğine dayanan ve yerel gıda ihtiyacına odaklanan topluluk-temelli üretime geçiş özendirilmeli.
7. Çöplerin öğütülmesi ve geri dönüştürülmesi için ve binaların ısıtma ve soğutma sırasında enerjiyi koruması için iyileştirilmesi için Sıfır Atık stratejileri benimsenmeli ve uygulanmalı.
8. Kent merkezlerinde ve kentsel bölgelerdeki şehirler arasında insanların ve eşyaların taşınmasında verimli trenler aracılığıyla toplu taşıman güçlendirilmeli ve genişletilmeli.
9. Dünya sisteminin dengesini yeniden kuracak yeni iş alanları yaratmak üzere ekonomide yeni alanlar oluşturulmalı – örneğin sera gazı emisyonlarını azaltmak için iklim işleri veya Dünya restorasyonu işleri.
10. Savaş kaynaklı sera gazı salımlarını azaltmak üzere savaş sanayi dağıtılmalı, askeri altyapı sökülmeli ve savaş bütçeleri hakiki barışı teşvik etmeye yönlendirilmeli.
Yanlış Reçete
Aynı zamanda, her eylemin uygun eylem olmadığının ve kimi girişimlerin durumu daha da kötüleştirebileceğinin farkında olmak zorundayız. Karşımızdaki belki de en büyük mesele, büyük şirketlerin, krizleri avantaja çevirecek yeni iş fırsatları yaratmak için, iklim gündemini ele geçirmekte olmalarıdır. Buna cevaben şirketlere net ve gür biçimde “İklim Değişimi Trajedisini Sömürmeyi Bırakın!” mesajını vermeliyiz.
Özellikle, aşağıdaki politikaları, stratejileri ve önlemleri reddederek, ‘sermayenin yeşillenmesi’nin bir çözüm olarak sunulmasına karşı durmalıyız:
- Doğaya fiyat biçen ve eşitsizlikleri arttırmak ve doğanın yıkımına hız kazandırmak dışında hiçbir işe yaramayacak yeni türev piyasalar oluşturan sahte bir “yeşil ekonomi” gündemi öne sürülmesi yoluyla doğanın işlevlerinin metalaştırılması, finansallaştırılması ve özelleştirilmesi.
- Bu, REDD’e (Reducing Emissions from Deforestation and Forest Degradation: Ormansızlaştırma ve Ormanların Kötüleştirmesine Dayalı Salımların Azaltılması) … İklim-Akıllı Tarım’a, Mavi Karbon’a ve Biyoçeşitlilik telafisine Hayır demek anlamına gelir – bu mekanizmaların tamamı şirketler için yeni kâr alanları yaratmak için tasarlanmıştır.
- Jeo-mühendislik, genetiği değiştirilmiş organizmalar, tarımsal yakıtlar, endüstriyel biyoenerji, sentetik biyoloji, nanoteknoloji, hidrolik kaya gazı çıkartma, nükleer projeler, atık yakımına dayalı atıktan enerji üretimi vb. “teknoloji harikası” “çözüm”ler.
- Toplumun ihtiyacı olmayan ve sera gazlarına net katkı koyan devasa ve gereksiz altyapı projeleri – örneğin dev barajlar, abartılı büyük otoyollar, dünya kupaları için stadyumlar vb.
- Kâr için ticareti teşvik eden, ev içi emeğin fiyatını kıran, doğayı yok eden ve ulusların kendi ekonomik, toplumsal ve çevresel önceliklerini ciddi ölçüde azaltan serbest ticaret ve yatırım sistemleri.
Önleyici Tedavi
Son olarak, doğru ve yanlış reçetelerin ötesine geçmemiz ve bu gezegensel ateşe sebep olan hastalığın adını koymamız gerekiyor. Eğer bunu yapmazsak, ateş yeniden ve yeniden, üstelik daha da agresif bir biçimde geri gelecek. Fırtınadan sağ çıkmak için hastalığın kökenlerine inmemiz gerekiyor.
Bilim insanları sorunun izini açık bir biçimde sera gazı emisyonlarının 250 yıl önce sanayi devrimiyle beraber artışında ve geçen yüzyıldaki ani yükselişinde takip ediyorlar. Bu analiz açıkça ortaya koyuyor ki sorunun birincil sebebi, bir avuç insanın kârı için artan miktarda kaynak çıkarımına ve üretimciliğe dayanan endüstriyel modeldir. Kapitalist sistemin sürekli daha fazla ve daha fazla kâr etmek amacıyla yücelttiği sonsuz büyüme modeli yerine, insanlarla doğa arasında uyumu hedefleyen yeni bir sistemle değiştirmeliyiz kapitalizmi. İklim değişimini insan haklarıyla ilişkilendiren, göçmenler gibi saldırıya açık toplulukları koruyan ve yerli halkların haklarını tanıyan bir sisteme ihtiyacımız var.
Toprak Ana ve onun doğal kaynakları, bu küreselleşmiş modern sanayi toplumunun tüketim ve üretim ihtiyaçlarının ağırlığını taşıyamaz. Bir avuç seçkinin değil çoğunluğun ihtiyaçlarına odaklanan yeni bir sisteme gerek duyuyoruz. Bu yönde ilerlemek için, şu anda yüzde 1′in kontrolünde olan zenginliğin yeniden dağıtılması gerekiyor. Bu da, gezegendeki tüm yaşam için refah ve esenliğin, Toprak Ana ve Doğa’nın haklarını kabul ederek baştan tanımlanmasını gerektiriyor.
Eylül ayında, New York’ta ve tüm dünyada, iklim krizini önünde sürükleyen yapısal sebeplere dönük bir dönüşüm sürecini zorlamak için acilen harekete geçmeli ve örgütlenmeliyiz.
***
İmzacı örgütlerin listesine şuradan ulaşabilirsiniz.
İklim zirvesi: Gezegen yanıyor, dünya liderleri aylaklık ediyor.
ABD, New York, 16 Eylül 2014 – Dünya liderleri burada İklim Zirvesi için bir araya gelmeden bir hafta önce, Friends of the Earth International 23 Eylül’de gerçekleşecek “iş görüşmeleri”nde liderlerin bağlayıcılığı olan karbon azaltımı taahhütleri yerine eften püften vaatler geveleyip aylaklık edecekleri konusunda uyardı.
[Bu metin, Friends of the Earth International’ın internet sitesinde 16 Eylül 2014’te yayınlanan “Climate summit: world leaders fiddle while the planet burns” başlıklı bildirinin çevirisidir.]
FoE İklim Adaleti ve Enerji koordinatörü Dipti Bhatnagar, “Liderlerin kendilerini güzel göstermeye çalıştıkları bir geçit töreni bizi iklim kriziyle ilgili gerçek eylemlere bir adım dahi yaklaştırmıyor. Bu tek günlük Zirve’de, iklim değişimine karşı mücadele için hiçbir elle tutulur eylem ortaya konmayacak.” şeklinde konuştu.
“Dünya liderleri iklim değişiminin adil bir biçimde gerçekten önünü almak için yapmamız gerekenlerin çok uzağında bir yerlerdeler. New York’ta dile getirecekleri hiçbir bağlayıcılığı olmayan eften püften vaatler de geçmiş performanslarını iyileştirmeyecek. Acilen ihtiyacımız olan, eften püften ve keyfe bağlı değil, hakkaniyetli ve bağlayıcılığı olan karbon azaltımları.” diye ekledi.
21 Eylül’de FoE üyelerinin ve destekçileri de dahil yüzbinlerce insan New York’ta, Londra’da, Amsterdam’da ve daha nice şehirde iklim adaleti talep etmek ve dünyanın dört bir yanında iklim ve kirli enerji mağduru topluluklarla dayanışmak için yürüyecek.
Geçtiğimiz hafta Dünya Meteoroloji Örgütü 2013′te atmosferdeki sera gazlarının rekor seviyeleri ulaştığı ve karbondioksit konsentrasyonunun küresel kayıtlar başladığından beri en hızlı şekilde arttığı uyarısında bulundu. [Bu cümleyi bildiride geçtiği gibi çevirdik. Ancak ilgili raporda karbondioksit miktarının 1984’ten beri görülmemiş bir hızda arttığı belirtiliyor.* – ofb]
Sel baskınları, kuraklıklar, kasırgalar gibi gün geçtikçe sıklaşan aşırı hava olaylarının etkileri milyonlarca insanın yaşamını ve geçim kaynaklarını mahvediyor.
İklim değişimi her yıl, çoğu fakir ülkelerde olmak üzere yüzbinlerce insanın ölümünün doğrudan sebebidir.
Acil eyleme geçilmezse iklim değişimi kesinlikle kötüleşecek ve son derece tehlikeli bir devrilme noktasını aşarak aynı anda hem yıkımsal hem de geri döndürülemez bir hal alacaktır.
Birleşmiş Milletler İklim Değişimi Çerçeve Sözleşmesini (BMİDÇS) imzalayan 195 devlet, iklim değişimine en çok zengin ve sanayileşmiş ülkelerin sebep olduğunu ve dolayısıyla onların sorunu çözmek için önderlik etmeleri ve daha fakir ülkelere destek sağlamaları gerektiğini kabul etti.
Ancak gelişmiş ülkelerin liderleri iklim yıkımını önlemek konusundaki sorumluluklarını görmezden geliyorlar. Konumları her geçen gün daha yoğun bir biçimde zengin elitlerin, fosil yakıt sanayinin ve çokuluslu şirtketlerin dar ekonomik ve finansal çıkarları tarafından yönlendiriliyor.
FoE, mevcut iklim trendlerini tersine çevirmek ve geri döndürülümez hasarlar ve iklim değişiminin elimizden kaçması olasılıklarının asgariye indirilmesi için, bu yüzyılın ortasına kadar tüm karbon emisyonlarının sona erdirilmesini talep ediyor.
NASA’dan James Hansen ve daha birçok bilim insanı, gezegeni ve halklarını korumak için atmosferdeki karbondioksit miktarının milyonda 350 parçacık (350 ppm) seviyesine veya altına indirilmesi gerektiğini vurguladılar. Bu yükün paylaşılması, adil küresel bir geçiş sağlanması için, tarihsel sorumluluk, eyleme geçme kapasitesi ve sürdürülebilir kalkınmaya erişim temel alınarak gerçekleştirilmelidir.
FoE, bilimin ve hakkaniyetin ışığında sanayileşmiş ülkelerin acilen ülke içinde emisyonlarını – telafi vb. çözüm olmayan çözümlere başvurmaksızın – azaltma taahhüdünde bulunmaları gerektiğini düşünmektedir.
İklim krizine gerçek çözümler vardır. Bunlardan ilki, sera gazı salımlarının azaltılmasıdır. Azaltımlar BMİDÇS’de, bilimin ve hakkaniyetin gerektirdiği şekilde, yasal bağlayıcılığı olan bir anlaşmayla belirlenmelidir.
Ayrıca topluluklar için temiz, sürdürülebilir enerjiye ihtiyacımız var – halkların enerjiye erişim hakkı; rüzgar ve güneş gibi sürdürülebilir enerji kaynaklarına ve sürdürülebilir tüketim alışkanlıklarına karar verebilme ve sahip olma hakkı.
FoE ayrıca iklim finansmanı için önerilen Mali İşlem Vergisi – ya da Robin Hood Vergisi – çağrısını desteklemektedir. Topluluklar için temiz, sürdülülebilir enerji ve kalkınmakta olan ülkelerde iklim değişimine uyum için acilen kaynak gerekmektedir.
Sera gazı seviyeleri 1984′ten beri görülmemiş bir hızda artıyor. – Matt McGrath
Yeni bulgular, atmosferdeki karbondioksit miktarında görülen bir artışla 2013 yılında sera gazlarının rekor seviyelere ulaştığını gösteriyor.
[Burada ilk yarısının çevirisini yayınladığımız yazı BBC’de Matt McGrath tarafından 9 Eylül 2014’te yayınlandı. İngilizce orijinaline şuradan ulaşabilirsiniz: Greenhouse gas levels rising at fastest rate since 1984 ]
Atmosferdeki CO2 yoğunluğu 2013′te hızla arttı.
Atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonu 2012-2013 yılları arasında 1984′ten beri görülmemiş bir hızda arttı.
Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO – World Meteorological Organization), bunun, küresel bir iklim anlaşmasına olan ihtiyacın altını çizdiğini belirtti.
Ama Birleşik Krallık enerji sekreteri Ed Davey, önceden de öngörüldüğü üzere böyle bir anlaşmanın emisyon kesintileri hakkında yasal bağlayıcılığı olmayacağını söyledi.
WMO’nun Sera Gazı Bülteni, santral bacalarındaki emisyonu ölçmek yerine, hava, toprak ve okyanuslar arasında gerçekleşen karmaşık etkileşimin ardından ne kadar sera gazının atmosferde kaldığını ölçüyor.
Emisyonların yaklaşık yarısı denizler, ağaçlar ve canlılar tarafından tutuluyor.
Bültene göre, küresel ortalama atmosferik karbondioksit miktarı 2013 yılında 396 ppm’ye (parts per million – milyonda parçacık adedi) ulaştı. Bu, önceki seneye kıyasla 3 ppm’lik bir artış demek.
“Sera Gazı Bülteni, atmosferde karbondioksit konsantrasyonunun geçtiğimiz sene, düşmek bir yana, son 30 yıldır görülmemiş bir hızda arttığını ortaya koyuyor.” şeklinde konuştu WMO genel sekreteri Michel Jarraud.
“CO2 ve diğer sera gazı salımlarını keserek bu trendi tersine çevirmeliyiz.” Ve ekledi:
“Zamanımız daralıyor.”
Atmosferik CO2 miktarı sanayi devrimi öncesindeki seviyesinin %142′sine ulaştı. (1750 yılına kıyasla)
Öte yandan küresel ortalama sıcaklıklar CO2 artışıyla aynı düzende yükselmedi ve bu da küresel ısınmanın durduğu konusunda iddialara yol açtı.
“İklim sistemi çizgisel değil, dümdüz gerçekleşmiyor. İlla ki atmosferin sıcaklığında kendini göstermesine gerek yok, ama okyanusların sıcaklık durumunu incelerseniz, ısının okyanuslara gitmekte olduğunu görebilirsiniz,” dedi WMO atmosferik araştırma bölümü başkanı Oksana Tarasova.
‘Daha da endişe verici’
Bülten’de ayrıca 2013′te karbondioksit miktarındaki artışın, artan emisyonların yanında, Dünya biyosferinin karbon tutma kapasitesindeki bir düşüşten de kaynaklandığı öne sürüldü.
WMO’daki bilim insanları bu gelişme karşısında şaşkına döndüler. Biyosferin karbon emme kapasitesinde böyle bir düşüş en son 1998′de, hem El Nino hem de dünya genelinde ciddi biyokütle yanmasıyla yaşanmıştı.
“2013′te biyosfer üzerinde böyle bariz etkiler yok. Bu yüzden durum daha da endişe verici” dedi Oksana Tarasova.
“Bu durumun geçici mi kalıcı mı olduğunu anlayamıyoruz o yüzden biraz endişeliyiz.”
“Biyosferin sınırında olabiliriz, ama şu anda bunu söylemek mümkün değil.”
WMO verileri, 1990-2013 arasında iklimdeki ısınma etkisinin %34 arttığına işaret ediyor, zira karbondioksit, metan ve azot oksit gibi gazlar çok uzun süre atmosferde kalıyorlar.
Havai’de WMO’nun kullandığı Mauna Loa atmosferik istasyonu
Bülten’de ilk defa olarak karbondioksit sebebiyle denizlerin asitlenmesiyle ilgili veriler var.
WMO’ya göre okyanus her gün kişi başına 4kg CO2 tutuyor. Mevcut asitlenme hızının 300 milyon yıldır eşi benzeri görülmemiş olduğunu düşünüyorlar.
Michel Jarraud, atmosfer ve okyanuslardan gelen kanıtların, sorunla ilgili acil ve yoğun politik eylem ihtiyacının altını çizdiğini vurguladı.
“Gezegene bir şans vermek, çocuklarımıza ve torunlarımıza bir gelecek bırakmak üzere sıcaklık artışını 2°C hizasında tutmak için bilgiye de araçlara da sahibiz.”
“Bilmediğimiz bahanesine sığınmak eyleme geçmemek için yeterli olamaz.”
Aşırı hava olayları son on yılda ikiye katlandı.
Yağmur suları şehir merkezine akarken bir yaya çöp tenekesine tutunuyor. ABD’nin New Mexico eyaletindeki Albuquerque şehri, 1 Ağustos 2014. Şiddetli yağışlar bu ayın başında su baskınlarına ve yolların tıkanmasına yol açtı. Fotoğraf: Roberto E. Rosales/AP
Şu anda ABD’nin batısını kavuran sıcaklar ve 2010′da Pakistan’ı yerle bir eden su baskınları gibi aşırı hava olayları, yeni bir bilimsel araştırmanın gösterdiği üzere, çok daha sıklaşıyor.
Çalışma, “tıkanıklık modeli” adı verilen, sıcak veya nemli havanın bulundukları bölgelerde haftalarca hapis kalmasıyla sıcak hava dalgalarına ve sellere sebep olması olgusunun geçtiğimiz yaz mevsimlerinde iki katından da fazla arttığını gösteriyor. Bu yeni araştırma, ayrıca, iklim değişimi ile İngiltere’de geçen sene su baskınlarının damgasının vurduğu kış arasında bir bağlantı kurabilir.
2000 yılından beri “fevkalade miktarda yaz mevsimi aşırılığı görülmesi ve bunlardan bazılarının topluma büyük çapta zarar vermesi” Almanya’daki iklim bilimcilerin dikkatini çekti. Bunun üzerine orta enlemlerde, yüksek-seviye jet akımı rüzgârlarındaki devasa kıvrımları incelediler. Uydulardan, gemilerden, meteoroloji istasyonlarından ve meteoroloji balonlarından toplanan 35 yıllık rüzgâr verilerini analiz ettiler. Bu kıvrımlar yavaşladığında ortaya çıkan tıkanıklık modellerinin son dönemlerde çok daha sık gerçekleştiğini buldular.
“2000 yılından beri bu gibi olaylarda bir kümelenme gördük. Bu yüksek-enlem dalgalar yarı-durağan hale gelince, yüzeyde daha fazla aşırı hava olayları görülüyor.” diyor Potsdam Institute for Climate Impact Research’ten (Potsdam İklim Etki Araştırmaları Enstitüsü) Dr. Dim Coumou. “Sıcak aşırılıklarında bu özellikle dikkat çekiyor.” Yoğun sıcak hava dalgaları 2010′da Rusya’da 50 bin kişinin ölümüne ve buğday hasadının mahvolmasına, 2003′te ise Batı Avrupa’da 30 bin ölüme yol açtı. Bu iki durumda, tıkanıklık modeli sebebiyle gerçekleşiyor. Hükümetler arası İklim Değişimi Paneli (IPCC – Intergovernmental Panel on Climate Change) 2011 yılında, küre ısındıkça aşırı hava olaylarının sıklaşacağını ve hem sıcak hava dalgalarına hem de şiddetli fırtınalara yol açacağını belirtmişti.
Bir Rusyalı, 4 Ağustos 2010 tarihinde Dolginino köyü yakınlarındaki yangını durdurmaya çalışıyor. Rusya’nın onlarca yıldır görülmemiş sıcak hava dalgası hiç merhamet göstermezken, yetkililer en az 50 cana mal olan bu ulusal felakette yüzlerce itfaiyecinin mücadele ettiğini belirtti. Fotoğraf: Artyom Korotayev/AFP/Getty Images
Proceedings of the National Academies of Science (PNAS) dergisinde yayınlanan makaleye göre, tıkanıklık modellerindeki artışla, Kuzey Kutbu’ndan iklim değişiminin getirdiği fazladan ısıyla yakın bir korelasyon var. Coumou ve çalışma arkadaşları, bu iki olgu arasında nedensellik bağı olduğunu düşünmek için fiziksel sebepler olduğunu, çünkü jet akımlarının kutuplar ve ekvator arasındaki sıcaklık farkı tarafından yönetildiğini savunuyorlar. Kuzey Kutbu alçak enlemlerden daha hızlı ısındığı için sıcaklık farkı azalıyor, bu da jet akımlarına ve onun Rossby dalgaları denen kıvrımlarına daha az enerji sağlıyor.
İngiltere’de Reading Üniversitesi’nden iklim bilimci Prof. Ted Shepherd, her ne kadar çalışmada yer almamışsa da, tıkanıklık modelleri ile aşırı hava olayları arasındaki bağlantının çok iyi biçimde kurulduğunu söyledi. Ayrıca, bu yeni çalışmada gösterilen sıklık artışının, iklim değişiminin (gezegenin sürekli ısınmasının yanında) hava olaylarında ani ve şiddetli değişikliklere yol açabileceğini ifade ettiğini ekledi. “Sirkülasyon değişimlerinin doğrusal olmayan birçok etkisi olabilir. Bir süre boyunca hiçbir şeye yol açmayıp, birden düzen değişikliğine sebep olabilirler.”
Shepherd, Kuzey Kutbu’ndaki ısınmayı tıkanıklık olaylarındaki artışla bağlamanın bu aşamada “biraz spekülatif” olduğunu, çünkü kutuplar ve ekvator arasındaki sıcaklık farkının yazdan ziyade kışın önem kazandığını söyledi. Ancak bunun yanında İngiltere’de art arda gelen fırtınalarla birlikte 250 yılın en yağışlı kış mevsiminin yaşanmasını, tıkanıklık modellerinin aşırı hava olaylarına yol açmasının “çok iyi bir örneği” olduğunı ifade etti. “Jet akımı uzun süre aynı konumda hapsolunca İngiltere üzerinden bir seri fırtına geçti.” dedi.
Moorland’daki Northmoor Green kentindeki sel baskınında neredeyse tüm yerel halk tahliye edildi. Somerset, İngiltere. 10 Şubat 2014. Fotoğraf: David Levene, The Guardian.
Coumou araştırmasının yaz mevsiminde sıklaşan tıkanıklık modelleriyle Kuzey Kutbu’ndaki ısınma arasında korelasyon gösterdiğini (yani nedensellik göstermediğini) kabul etti. “Nedensellik göstermek için bilgisayar modeli çalışmalarına gerek var, ama mevcut iklim modellerinin bu etkileri yakalayıp yakalayamayacağı da şüpheli.” dedi.
Oxford Üniversitesi’nden Prof. Tim Palmer, 2013 yılında PNAS’ta yayınlanan bir makalesinde, tıkanıklık modellerindeki değişimleri anlamanın, aşırı hava olaylarını ve dolayısıyla da iklim değişiminin topluma en kötü etkilerini anlamak için kilit olabileceğini yazdı. Ancak bunun için iklim modellerinin 1 kilometre ölçeğine kadar inebilmesi gerektiğini söyledi. “Şu anda ulusal iklim enstitülerindeki yüksek-performans bilişim kabiliyeti, bırakın 1 km’yi, 20′km çözünürlükte iklim simülasyonunu sağlayamıyor.” dedi. “Hükümetlerin iklim öngörüsü araştırmalarına en azından Higgs bozonu için harcadıkları parayı ayıracakları günü bekliyorum.”
IPCC: İklim değişimi güvenlik, gıda ve insanlık için bir tehdit – Suzanne Goldenberg
IPCC uyardı: Isınma daha değişken hava modellerine sebep oluyor. Bu hâlihazırda ekin hasadını azaltmakta.
[Not: Bu yazı Hükümetler arası İklim Değişimi Paneli’nin 5. Değerlendirme Raporu’nun ikinci parçası (IPCC AR5 WG2) olan “Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” raporunu özetlemek amacıyla 31 Mart 2014’te The Guardian’da yayınlanan “Climate change a threat to security, food and humankind – IPCC report” başlığı ile yayınlanan haberin çevirisidir. “Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine: Küresel iklim değişimi dosyası” kapsamında bu çeviriyi yapan Pınar’a çok teşekkürler.]
Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan bir rapor; iklim değişiminin yaşam ve canlılar üzerindeki yıkıcı sonuçları hakkındaki uyarılarıyla, bu tehdidi büsbütün yeni bir seviyeye yükseltti.
Birleşmiş Milletler Hükümetler Arası İklim Değişimi Paneli’nin (IPCC – Intergovernmental Panel on Climate Change) raporu, iklim değişiminin etkilerinin çoktan başladığı sonucuna vardı: Deniz buzulunu eritiyor ve Kuzey Kutbu’ndaki donmuş toprağı çözüyor, okyanuslardaki mercan kayalıklarını öldürüyor ve sıcak hava dalgalarına, şiddetli yağmurlara, muazzam felaketlere neden oluyor.
Ve en kötüsü daha yolda. Büyük ses getiren raporun söylediğine göre, iklim değişimi küresel gıda stoklarını ve insan güvenliğini tehdit ediyor.
IPCC başkanı Rajendra Pachauri “Bu gezegendeki hiç kimse, iklim değişiminin etkilerinden muaf olmayacak.” dedi.
Rapor BM iklim panelinin şimdiye kadarki en ayıltıcı, bilim insanlarının söylediğine göre de en açık ve net olanı. 300 bilim insanının üç yıllık ortak çalışmasıyla ortaya çıkan rapor 2600 sayfa ve 32 cilde ulaşıyor.
İklim değişiminin etkileri hakkındaki bilimsel literatür son rapordan bu yana ikiye katlandı ve bulgular iklim değişimin (fakirlik ve eşitsizlik gibi mevcut faylarla birlikte) yaşam ve canlılar üzerine nasıl çok daha doğrudan bir tehdit oluşturduğu tartışmasını detaylandırdı.
Bu, raporun diline de yansıyor. Kızıl Haç’ın sayımına göre raporun özet bölümü, “risk” kelimesini, yedi yıl önce 40′tan biraz fazla kullanmasına kıyasla, 230 seferden fazla tekrarladı.
Bu risklerin ön planında insani krizler yaratma ihtimali var. Rapor; 2000′den bu yana gezegen sularında meydana gelen bazı felaketleri listeliyor: Avrupa’da öldürücü sıcak hava dalgaları, Avustralya’da orman yangınlar ve Pakistan’da amansız sel baskınları.
Raporun iki başyazarından biri olan Chris Field, “İklim değişiminin geleceğe dair bir çeşit varsayım olmadığı bir dönemdeyiz artık.” dedi.
Bu aşırı hava olaylarının yoksul, güçsüz ve yaşlı insanlara oransız derecede ağır bir bedeli olacak. Bilim insanları, hükümetlerin bu insanları koruyacak bir sistemleri olmadığını belirtiyorlar. Yazarlardan biri ve aynı zamanda Nairobi Üniversitesi’nde bir coğrafya uzmanı olan Maggie Opondo, “Bu, dünyadaki bazı yoksul toplumlar ve ülkeler için gerçekten de ciddi bir zorluk olacaktır.” şeklinde konuştu.
İklim değişimine ve aşırı hava olaylarına dair tehlike işaretleri nicedir birikiyordu. Ancak bu rapor, iklim değişimini gıda kıtlığına ve çatışmalara net bir çizgiyle bağlayarak çığır açan bir etki yarattı.
Rapor iklim değişiminin küresel gıda teminini zaten azaltmış olduğunu ifade ediyor. Küresel tarımsal üretim (özellikle buğday için) düşmeye başlıyor ve üretimin nüfus artışına ayak uydurup uyduramayacağı şüphesi doğuruyordu.
Pachauri, “Dünyanın kimi bölgelerinde yeşil devrimin yükseliş sonrası bir düzlüğe vardığı artık açık.” dedi.
Gelecek, daha da korkunç görünüyor. Kimi senaryolara göre iklim değişimi mısırda azalmanın yanı sıra küresel buğday üretiminde de keskin düşüşlerin öncüsü olabilir.
Raporun yazarlarından biri olan, Princeton Üniversitesi profesörü Michael Oppenheimer’ın dediğine göre, “İklim değişimi, bir fren gibi davranıyor. Artan talebi karşılamak için verime ihtiyacımız var; ancak iklim değişimi tam da bu verimi yavaşlatıyor.”
Diğer gıda kaynakları da tehdit altında. Rapora göre tropikal bölgelerin kimi yerlerinde balık avında %40 ile %60 arası bir düşüş bekleniyor.
Rapor, iklim değişimini gıda fiyatlarındaki artış ve siyasi istikrarsızlık ile de ilişkilendiriyor. Asya ve Afrika’da 2008′deki gıda fiyat şoklarını takip eden ayaklanmalar buna bir örnek.
Standford Üniversitesi’nin gıda güvenliği merkezinde modeller tasarlamış olan David Lobell, “Dünyanın çoğu yerinde etkiler zaten gün gibi ortada. Bu, [yalnızca] gelecekte başımıza gelecek bir şey değil.” şeklinde konuştu. “Isınmanın buğday üzerinde olumsuz bir etkisi olduğunu ve mısır için de çok benzer bir durumun söz konusu olduğunu neredeyse her yerde görebilirsiniz. Bunlar henüz muazzam etkiler değil ama eğilimlerin önemli sayılması gerekecek kadar büyük olduğunu açıkça gösteriyorlar.”
Rapor daha uzun büyüme mevsiminin çiftçilik için daha iyi olduğu birkaç istisnai arazinin var olduğunu teslim ediyor, ama konu iklim değişimiyse gıda üretimi açısından avantajlar da olabileceği fikrini kesinlikle ciddiye almıyor.
Genel olarak rapor “İklim değişiminin tarımsal ürünler üzerine olumsuz etkileri, olumlu etkilerinden daha yaygın olmuştur.” diyor. Bilim insanları ve kampanyacılar sonuca raporun belirleyici özelliği olarak dikkat çektiler.
Rapor yine ilk kez, iklim değişiminin yoksulluk ve ekonomik şoklarla birlikte savaşa yol açabileceği ve insanları evlerini terk etmek zorunda bırakabileceği konusunda uyarıyor.
Bilim insanları, riskler listesinin, hükümetleri ve halkı sera gazı emisyonlarını kesmenin geçmişte kaldığına, iklim değişimine karşı bir parça koruma sağlamayı öneren deniz surları gibi savunma sistemlerini tasarlamaya ikna edeceğini umduklarını söylediler.
Pachauri “Bundan çıkaracağımız tek mesaj şu: Dünya uyum sağlamalı ve sonuçları hafifletmelidir.” dedi.
İklim Değişimi Raporu: Beş Kilit Nokta – Suzanne Goldenberg
Dünya; gıda arzı tehdidi, su hakları üzerine çatışmalar ve büyüyen eşitsizlikle yüzleşiyor. Tek seçenek; salımları kesmek.
[Not: Bu yazı Hükümetler arası İklim Değişimi Paneli’nin 5. Değerlendirme Raporu’nun ikinci parçası (IPCC AR5 WG2) olan “Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” raporunu özetlemek amacıyla 31 Mart 2014’te The Guardian’da yayınlanan “Climate Change Report: Five Key Points” başlığı ile yayınlanan haberin çevirisidir. “Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine: Küresel iklim değişimi dosyası” kapsamında bu çeviriyi yapan Pınar’a çok teşekkürler.]
Avusturalya’daki Büyük Set Resifi’nde; okyanus sıcaklığının artması nedeniyle ağarmış, ölü mercanlar. (Fotoğraf: Kike Calvo/National Geographic Society/Corbis)
1. Gıda tehdidi
İklim değişimi, şimdiden küresel gıda arzının oldukça büyük bir parçasını yok ediyor ve bu durum daha da kötüleşecek. (Artan nüfusu sürdürmek için gerekli olan) hasat verimindeki artışlar; son 40 yıl süresince yavaşlamıştı. Şimdi bazı çalışmalar kimi ekinlerin (özellikle de buğdayın ve çok az ölçüde mısırın) önümüzdeki 50 yıl içerisindeki olağanüstü düşüşüne dikkat çekiyor. Pirinç, şimdiye kadar etkilenmemiş. Kıtlıklar ve gıda fiyatlarının artması tehdidi, huzursuzluğa yol açabilir.
2. İnsan güvenliği
İklim değişimi; insan güvenliğine bir tehdit yaratır ve artan göçlere neden olabilir. İklim değişimi kaynaklı, olası gıda ve su kıtlığı; ileriki çatışmaların tetikleyicisi olabilir. Bunlar; illa ki hükümetler arası savaşlar değil, çiftçiler ile çiftlik sahipleri arasındaki ya da şehirler ile gıda için su talep eden tarım endüstrisi arasındaki çatışmalar olabilir. Öte yandan; bu çatışmalar, hükümetlerin insanları gelecekte yaşanacak iklim değişimden koruma çabalarının da yolunu kesecek.
3. Eşitsizlik
Kimileri, diğerlerine göre daha korunmasızdır. Raporun dediğine göre; iklim değişiminin haksız yükünü fakir ülkelerdeki fakir insanlar (ve hatta zengin ülkelerdeki fakir insanlar) taşıyacaklar. İklim değişimi; var olan eşitsizlikleri şiddetlendirecek ve insanların fakirlikten çıkış yolundaki çabalarını zorlaştıracak.
4. Kimse güvende değil
Sıcaklıklar (şimdiki gidişata göre) 2 dereceden fazla 4 dereceye kadar artarken, toplumun iklim değişimine nereye kadar uyum sağlayabileceğinin sınırları var. Geriye kalan tek yol; salımları şimdi kesmek (ve ısınmayı yavaşlatarak biraz zaman kazanmak) ve eş zamanlı olarak da deniz surları, tehcir ve insanları zararların dışında tutabilecek başkaca önlemler planlamak.
5. Zor, ama imkânsız değil
Rapor; iklim değişiminin etkilerinin 2007′deki son rapordan bu yana ikiye katlandığını belirtiyor -ve böylece insanları daha ciddi sonuçlardan korumak için neler yapılması gerektiği hakkında da bir anlayışı var.
Liberya: Topraklarımızın özgürlüğü, bizim özgürlüğümüzdür.
Not: Silas Kpanan’Ayoung ve Jacinta Fay tarafından hazırlanan bu röportajı bu ayki “Gıdayı kontrol eden tüm yaşamı kontrol eder.” temamız kapsamında paylaşıyoruz. Yazının orijinali “When our land is free, we’re all free.” başlığıyla 7 Mayıs 2014′te Friends of the Earth International internet sayfasında yayınlandı.
Tarım ve sanayi, kırsal ile kent arasındaki “çelişki” ulus-ötesi şirketlerde çözümlenmişe benziyor. 24 Mayıs’taki Monsanto Karşıtı Yürüyüş’e konu olan Monsanto, aynı anda hem tarımda kullanılan kimyasalları, hem de tohumları üretiyor. Tohumlar, daha çok kimyasala ihtiyaç duyacak şekilde üretiliyor; kimyasallar sadece belirli tohumlarla kullanılmak üzere üretiliyor. Buna “endüstriyel tarım” deniyor. Bu çelişkinin diğer çözümünü ise, bundan önce paylaştığımız “Nijerya: Okomu Palmiye Yağı Şirketi kâr için toplulukları yok ediyor.” haberinde de gördüğümüz gibi, “tarım endüstrisi” oluşturuyor. Devasa tarım şirketleri, sanayi kuruluşlarının ihtiyaçlarını karşılamak için doğal ve kültürel tüm ekosistemleri ortadan kaldırmayı kendilerine misyon biçmişe benziyorlar.
6-8 Mayıs 2014′te tarım endüstrisi şirketleri Nijerya’nın Abuja kentinde “Afrika’da sürdürülebilir tarımsal büyümeyi daha da ivmelendirmek” amacıyla yapılacak “Grow Africa Investment Forum”da Afrika hükümetlerine kur yapacaklar. Şirketlerin çıkarları kesinlikle Afrika tarımında şirketlerin toprak ve tohum kontrolünü arttırdı, ama kıtanın beslenmesi açısından aynı şey söylenemez. Özel sektör yatırımları, aile çiftçiliğini ve küçük ölçekli köylü çiftçiliğini desteklemek yerine, şirketlerin toplulukların topraklarına el koymasıyla sonuçlandı.
Sürdürülebilir tarım yapan ve hayatta kalmak için bu topraklara ihtiyacı olan topluluklar, bu ele geçirme sürecine direniyorlar ve kazanıyorlar. Afrika’nın dört bir yanından halklar hükümetlerine net bir mesaj iletiyorlar: Afrika’yı şirketlere satmayı bırakın. Liberya’dan Jogbahn Kabilesi de bunlardan biri. Ve işte onların hikayesi.
Blayahstown’da bayram havası var. Civar köylerden gelenlerle birlikte köy şarkılı türkülü bir kutlamaya sahne oluyor.
Jogbahn kabilesi, Liberya Başkanı’nın kabilenin Equatorial Palm Oil‘i (EPO) reddetme haklarını tanımasıyla gelen zaferi kutluyor. (EPO, kabilenin topraklarını almaya çalışan bir İngiliz palmiye yağı şirketi.) Bu az buz bir başarı değil. Hele ki ülke arazilerinin yarıdan fazlasının o toprakta yaşayan halka dahi danışmadan bir şirkete peşkeş çekildiği düşünüldüğünde.
Kabile şefi Chio Johnson’ın yüzünden zafer hissi okunuyor. Sanki Liberya Başkanı’yla yaptığı ve başkanın onlara topraklarını EPO’dan korumalarına yardımcı olacağı sözü verdiği görüşmeden beri yüzündeki gülümseme devam ediyor. “Şirketin biri neden bizim geçimimize el koyacakmış?” diye soruyor Chio. “Biz bu toprakların insanıyız. Atalarımızın bize bıraktığı her şey ormanlarda korunuyor. Neden ormanlarımızdan vazgeçecekmişiz?”
Kabile şefinin eşi Deyeatee Kardor ormanda yürürken yerdeki yaprakları topluyor ve hangilerinin hangi ilaçların yapımında kullanılabileceğini anlatıyor. Savaş zamanlarında ailesiyle beraber nasıl ormanda saklandıklarını, bitkiler ve çalılarda yetişen meyveler sayesinde hayatta kalışlarını anımsıyor. Toprak her ne kadar yakın geçmişin yaralarını taşısa da, kabilenin atalarının yurdunu temsil ediyor ve topraklarıyla bu derin bağlarının çatlatılmasına rıza gösterecek değiller.
“Toprak bize her şeyi veriyor.” diyor Chio bölgeyi gezerken; sebzeler, palmiyeler, şeker kamışları dört bir yanda büyüyorlar. Liberya’nın diğer kırsal toplulukları gibi, onlar da geçimlerini kolektif olarak idare ettikleri topraktan sağlıyorlar. Kabile kendi kendine yetiyor ve toprağı sürdürülebilir biçimde idare ediyor. Kabile için toprağı kaybetmek her şeyi kaybetmek demek.
2012′de EPO ekim alanlarını topluluk arazilerine genişletmeye başlayınca toplulukların direnişi de başladı. Liberya hükümeti bir imtiyaz anlaşmasıyla EPO’ya, topluluklara ait 20 bin hektarlık alana ekimlerini genişletme izni verdi. Liberya’nın her yanında topluluklar topraklarının şirketlere verilmesi tehdidiyle yüz yüzeler. Bunun sonucunda topluluklarla şirketler arasında sıklıkla çatışma yaşanıyor.
Kabile örgütlendi ve topraklarına el konmasına direndi. Etkilenen 11 köyden erkekler, kadınlar ve gençler direnişe önderlik edecek bir çekirdek grup oluşturmak üzere temsilciler seçtiler. Şirketle ve hükümetle defalarca toplantı yapıp şirketin genişlemesine karşı çıktılar. Tüm bunlara rağmen 2012 yılı sonlarında EPO yıkım ve ekim çalışmalarıyla topluluğun ekinlerini ve tarlalarını yok etmeye başladı.
Eylül 2013′te EPO izinsiz olarak toplulukların arazilerinin haritasını çıkarmaya başladı. Topluluklar bu arazi çalışmalarını durdurmaya çalıştıklarında yarı askeri polis birlikleri bölgeye konuşlandırıldı. Halk, EPO güvenliği ve polis tarafından taciz ve tehdit edildi. Güvenlik güçleri gecenin ortasında acil durum işaret lambalarını açıp araçların üstüne çıkarak köylere girdiler – aynı savaş boyunca isyancıların yaptıkları gibi. Ayrıca barışçıl bir eylem sırasında halk tartaklandı ve 17 kişi keyfi olarak tutuklandı. Ayrıca Kabile Şefi’nin görevi de şirket aleyhinde konuştuğu için hükümet tarafından askıya alındı.
Topluluk tüm bu saldırgan taktiklere direndi. “Roundtable on Sustainable Palm Oil” kuruluşuna bir şikâyette bulundular ve hükümete itirazlarını ileten bir imza kampanyası yürüttüler. “Tek yaptıkları bizi bölmeye çalışmaktı” diyor Deyeatee. “Önemli insanlara biraz para verip onları ikna etmeye çalışıyorlar.” Ama topluluk bölünerek zayıflatılmayı reddetti ve sonunda Liberya Başkanı Ellen Johnson Sirleaf ile kritik bir toplantı yapmayı başardı. Bu toplantıda Başkan halkın şirkete “Hayır” deme hakkını tanıdı.
“Mücadele bizi hiç olmadığımız kadar güçlendi ve birlik olmanın önemini öğrendik” diyor Anthony Johnson. “Başarımız öyle büyük ki sadece benim değil çocuklarımın da geleceğini güvence altına alıyor. Burada kalacağım ve çocuklarım için bitkiler ekeceğim ki gelecek nesiller de bu topraklarda hayatta kalabilsinler.”
Başkan’ın taahüdüne rağmen EPO hala kabilenin şirket faaliyetlerine hayır deme hakkını tanımadı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ediyorlar ve ormanı açmaya hazırlık olarak kabilenin arazilerinde araştırmalar yürütüyorlar. Arazi açmak ve başka hazırlık faaliyetleri yasaya aykırı, çünkü toplulukların hem ulusal hem de uluslararası hukukta “Free, Prior and Informed Consent” adıyla anılan haklarını çiğniyor. (“Free, Prior and Informed Consent” ile toplulukların özgürce, karar alma sürecine katılarak ve bilgilendirilerek rıza göstermeleri kast ediliyor. – çn)
Ama kabile cesaretini yitirmiş değil ve daha iyi bir gelecek için direnmeyi sürdürüyor. “Biz hükümetin topraklarımızda kendine yeten bir topluluk olmamız için desteklemesini, topraklarımızı parayı alıp gidecek bir şirkete vermemesini istiyoruz. Bunun yerine bu parayı Liberya’da tutabiliriz ve daha iyi yaşayabiliriz.” diyor Garmondeh Benwon.
Her yıl dünyada Liberya’nın toplam arazisinin beş katı boyutunda bir alan topluluklardan alınıyor. Jogbahn Kabilesi, toplulukların birleştikleri, harekete geçtikleri ve direndikleri zaman bunu durdurmanın mümkün olduğunu gösteriyor. Hükümet topluluğun “hayır” deme hakkını tanıdı. Şimdi EPO’nun ve şirketin en büyük hissedarı KLK’nin de aynısını yapması gerekiyor.
Kabileyle dayanışma içinde çalışmak bizim için büyük bir ayrıcalık ve onların enerjisi ve direnci “Sustainable Development Institute / Friends of the Earth Liberya”daki herkese ilham kaynağı oluyor. Kabile mücadele deneyimlerini paylaşmaya ve toprakları elinden alınan diğer kabilelere umut olmaya hazırlanıyor. “Topraklarımız özgür olduğu için çok mutluyum” diyor Deyeatee. “Çünkü topraklarımızın özgürlüğü, bizim özgürlüğümüzdür.” Jogbahn Kabilesi’nin toprağını koruma mücadelesine destek olmak ve EPO’ya dur demek için imza kampanyasına katılabilirsiniz.
Nijerya: Okomu Palmiye Yağı Şirketi kâr için toplulukları yok ediyor.
Not: Bu makalenin orijinali, World Rainforest Movement‘ın (Dünya Yağmur Ormanları Hareketi – WRM) 199. bülteninde yayınlanmıştır. Çevirimizde, 7 Mart 2014 tarihinde internet sitelerinde yayınlanan “Nigeria: Okomu Oil Palm Company- destroying communities for oil palm expansion” başlıklı makaleyi esas aldık.
Palmiye yağı ve kauçuk üretimi sektörlerinde çalışan Okomu Oil Palm, 1976′da Nijerya Federal Hükümeti’nin bir pilot projesi olarak 15.580 hektarlık bir alanın 12.500 hektarına palmiye ağaçları dikilmesi için kuruldu. 1979 yılında limited şirket olarak özelleştirildi ve 1990′da Yapısal Uyum Programı kapsamında Halka Açık Kamusal Şirket (Public Limited Company – PLC). Okomu Oil Palm, Lüksemburg merkezli SOCFIN’in bir üyesi. SOCFIN, palmiye ekiminin yanında kauçuk, kahve ve tropikal bitkilerin ekiminde küresel aktörlerden oluşuyor. SOCFIN, Okomu Oil Palm’ın hisselerinin yüzde 62.69′una sahip.
Okomu Oil Palm kurulduğundan bugüne Nijerya’nın en büyük palmiye yağı şirketlerinden biri haline geldi. Edo eyaletinde 2012 itibariyle 9.713 hektarlık bir alanda ekim gerçekleştiriyor, buna 2014′e kadar 802 hektar daha ilave etmeyi planlıyordı.
Şirket 2012 yıllık raporunda palmiye ve kauçuk ekim alanlarını genişletmeye niyetli olduğunu duyurdu ve ayrıca Afrika’nın en büyük yağ değirmenini kurarak Sierra Leone’de yağ değirmeni kapasitesini saate 30 tondan 60 tona çıkarma planlarını açıkladı.
Yatırımcılar arasında Okomu Oil Palm bir başarı öyküsü olarak biliniyor. Şirket 2013 yılında hissedarlarına tarihinin en büyük kar payını bıraktı. Ama doğal maddelerin işlenmesine dayalı bu gibi tarımsal işletmelerde yatırımcılar için “başarı” yerel topluluklar için yüksek bedeller anlamına geliyor.
Dünya Yağmur Ormanları Hareketi – WRM ile yaptığı bir röportajda bölge halkından Sunny Ajele, Okomu’nun palmiye ağacı ekimlerini genişletmesiyle beraber yerel toplulukların yaşamlarının nasıl değiştiğini anlatıyor: “Bizim deneyimimiz, Okomu Oil Palm’ın üç köyü (Owieke, Ajbede, Ijawkam) köylülere hiçbir tazminat ödemeksizin yok etmesiyle başladı. Köyler yok edilirken, hiçbir duyuru yapılmadan buldozerler geldiğinde köylerin şefleri öfke içinde öldüler. Eyalet hükümeti bir araştırma komitesi kurdu ama bu komite köyleri hiç ziyaret etmedi. Komite raporu, köylülerin yasadışı işgalciler olduğunu, köylerin sadece 1950′li yıllarda kurulduğunu iddia etti. Oysa bu art niyetli komite raporunun başka bir bölümü köyün 1935′de var olduğuna kanıt içeriyordu. Ayrıca 1912 tarihli bir orman yönetmeliği köylülere tarım yapma, balık avlama ve yaşama hakkı tanıyordu.”
“Bu art niyetli komite raporunu gören köylüler kendilerini mahvolmuş hissettiler. Sonra, 2010 yılında Okomu Oil Palm, Makilolo Topluluğu’na bir son ihtar yolladı. Makilolo, benim de ait olduğum topluluk. Bölgeyi terk etmek için belli sayıda günümüz kalmıştı. İhtar, askeri polis tarafından ulaştırıldı. Bu aşamada topluluk “Yeter artık.” dedi ve hükümete, eğer gereken buysa bir kitlesel cenazeye hazırlıklı olmasını söyledik. Yine de hükümet bize hiçbir yanıt vermedi.”
“Bu noktada, bize bir “Mutabakat Anlaşması” imzalamamızı ya da tahliye edileceğimizi söyleyen Okomu Oil Palm’ın sorumlu müdürü Dr. Graham Hefer tatile çıktı. Bu anlaşma tek taraflı olarak şirket tarafından hazırlanmıştı ve bize kimse bir şey sormamıştı. Polis, emniyet birimleri ve köylüler durumu çözüme kavuşturmaya çalışmak için toplantı yaptılar. Polis komiseri bize, şirketin elinde iskan izni olduğu sürece kazanmamızın imkansız olduğunu söyledi. Komiser bize “Gidin şirkete kalmanıza izin vermesi için yalvarın.” tavsiyesinde bulundu. Biz de “Böyle bir şey mümkün değil.” dedi. Ardından köy Okomu Oil Palm’ın sorumlu müdürüyle de bir toplantı yaptı. Müdür bize bir Mutabakat Anlaşması sundu ve teklifini değerlendirmemiz için bize 24 saat süre verdiğini söyledi.”
“Aklı başında hiç kimse o belgeyi imzalamazdı. Belge insanı direkt köleliğe yolluyordu. Böylece köy bu Mutabakat Anlaşması’nı imzalamayı reddetti.”
“Bunun üzerine şirket topluluğu bölgeye hapsetti, pazarla tüm bağlantılarını kopardı. Pazar yerine ulaşmak için muazzam dolambaçlı yollardan gitmek, bölgeyi terk etmek için başka bir eyaletin içinden geçmemiz gerekiyordu çünkü etrafımızı çevirmişlerdi. Benin kentine doğrudan ulaşmak yaklaşık bir buçuk saatimizi alacakken, Ondo eyaleti üzerinden dolaşarak gitmek bir tam gün sürüyordu.”
Sunny, köyleri Benin kentine bağlayan ve köylülerin normalde kullandıkları yolda askerlerle karşılaştıklarını, bu hattaki askerlerin “Köylü görürseniz vurun.” talimatı almış olduklarını anlattı. Bu hapis, 17 Aralık 2010′dan 25 Şubat 2011′e kadar sürdü.
“Polisi bu yaptıklarının kamusal rahatsızlık yarattığı ve eğer kapılar bir an önce açılmazsa gençlerin ayaklanacakları konusunda uyardık. Yine de kapılar kilitli kaldı.”
“Ofise gitmem için bir telefon aldım. Bu bir aldatmacaydı. Gittim ve buluşma noktasında ofisi bombalayacağım bahanesiyle tutuklandım. Beni bir gün hapiste tuttular, sonra serbest bıraktılar. 18 Ocak 2011′de tekrar davet edildim. Ekim alanında bir beyaz adamı kaçırdığım, adamın ciddi şekilde yaralandığı ve tedavi için yurt dışına yollandığı iddia ediliyordu. ‘Ben bunu nasıl yapmış olabilirim? O gün ben hapisteydim, sizin gözetiminizdeydim. Nasıl aynı anda ekim alanında birini kaçırmış olabilirim?’ diye sordum. Devlet Güvenlik Teşkilatı’ndan bir memur sessizce, bana tuzak kurulduğunu ve bunun çok ciddi bir mesele olduğunu söyledi.”
“Bu noktada telefonumu iptal ettirdim, evi terk ettim ve kaçak durumuna düştüm. ERA/FoEN (The Environmental Rights Action/Friends of the Earth, Nigeria) yasal biriminin başındaki Bar. Chima Williams ile, onların, ormanları ve biyoçeşitlilik projesi üzerinden irtibata geçtim. ERA dosdoğru Okomu Oil Palm yönetimine bir mektup yazdı. Mektupta, şirket tarafından kitlenen köyün tek giriş – çıkış yolunun derhal topluluk üyelerine açılması ve topluluk üyelerinin yazımında yer almadıkları bir Mutabakat Anlaşması’nı imzalamaya zorlanmamaları gerektiği söyleniyordu. Bu noktada ERA bana kaçmayı bırakmamı tavsiye etti.”
“Okomu Oil Palm’ın sorumlu müdürü, topluluk temsilcileri, devlet güvenlik teşkilatı, askerler ve köf şefleriyle bir toplantı çağrısı yapıldı. Sorumlu müdür bunun üzerine yeni bir anlaşma kaleme aldı, yolu düzene koyacaklarına, yılda 60 genci eğiteceklerine, burslar sağlayacaklarına, okulu ıslah edeceklerine vb. söz verdi. Bu sözler 2011 yılı sonunda gerçekleşecekti. Tüm bunlar, köylülerin daha önceden reddettikleri Mutabakat Anlaşması’nı imzalamaları şartına bağlanmıştı. Eğer bu teklif kabul edilmezse şirket başka bir şey önermeyecekti. Köyün yanıtı netti: ‘Biz bunu imzalayamayız.’”
“Eş zamanlı olarak şirket köydeki bazı kişilere Mutabakat Anlaşması’nı imzalatmak için çalışmaya başladı. Bazı köylüler bir süre sonra anlaşmayı imzaladılar gerçekten de. Bunun ardından şirket 4 litre kırmızı palmiye yağı ve birçok kitap bağışlamış olduğunu iddia etti. Ama bu bağış kitaplar daha hala, topluluğun rızasını almadan anlaşmayı imzalayanların evinde öylece duruyor. Bu imzacılardan biri sonra şirketin topluluk meseleleriyle ilgili özel danışmanı oldu. Şirketle tüm iletişim onun üzerinden gerçekleşmek zorunda. (Bu kişi ayrıca köy şefliğine aday olmayı planlıyor.)”
“2013′ün sonlarında yolun sadece yarısı düzenlenmişti. 2012′de bir kuyu açtılar, çünkü köylülerin geçmişte kullandıkları nehir suyu yağmurlu mevsimlerde şirketin ekimde kullandığı zirai toksinler yüzünden kullanılamaz hale geliyor. Köylüler zararlı olduğunu bilmelerine rağmen bu suyu hala içiyorlar.”
Suçlamalar devam etti. Örneğin Sunny Ajele askeri kamplar yönetmekle suçlandı. Bir memur kendisine verilen emri gizli olarak Sunny’ye söyledi: ‘onu bul, düzelt, işini bitir’; bir başka deyişle, onu öldür.
Bundan beri durum biraz daha az gergin olmakla birlikte topluluk için hala katlanılmaz halde. 50 akre alan köye, hiçbir sabit yapı inşa edilmemesi, hiçbir ekim yapılmaması, köpeklerin ve keçilerin alandan uzak tutulması, aksi takdirde topluluğun tahliye edileceği şartıyla “bağışlandı”. Köye girip çıkan tüm araçlar yol kullanımı için 200 Naira (yaklaşık $1.20) ödemek zorunda. Gıda kamyonları ise daha da çok ödüyorlar. Yakın zamanda şahsi araçlardan ücret alınmasına son verildi, ama ticari araçlar hala kullanım ücreti ödemek zorundalar.
“Köyü terk etmek veya eve dönmek, gümrükten geçmeye benziyor. Kamerayla geldiğini görürlerse kamerana el koyarlar.” diye açıkladı Sunny. “Şirketin bir hastanesi var, ama sadece çalışanlarına hizmet veriyor. Ayrıca her ‘ev’e keyfi olarak girip arama yapma hakları var. Ha bire palmiye meyvelerini çalmakla suçlanıyoruz. 20′den fazla köylü tutuklandı. Anlayacağın, kendi topraklarımızda köle hayatı yaşıyoruz. Mutabakat Anlaşması şirkete köyü dilediği anda yıkma hakkı veriyor, diğer üç köyde yaptıkları gibi. Ekimin başladığı bu diğer üç bölgeye insanların girmesi yasak, ekim alanları maaşlarını şirketin ödediği askerler tarafından korunuyor.”
Bu öykü, palmiye yağının yayılmasının gerçek bedellerini anlatıyor. Hakları için ayaklanan mütevazi ve cesur yerel halk, yüksek bedeller ödüyor ve kimi zamanlarda hayatını tehlikeye atıyor. Buna rağmen manşetler, cirosunu katlayan şirketlerin haberlerinden başka bir şey vermiyor.
***2-5 Kasım 2013′de Nijerya’nın Cross River eyaletinde Calabar’da yapılan bir uluslararası toplantıda WRM’den Jutta Kill’in Sunny Ajele ile yaptığı röportaj esas alınmıştır. Calabar Deklarasyonu’na (İngilizce) şuradan ulaşabilirsiniz.