Farklı sendikal örgütlenme modelleri kimlerin kabusu?

Emek piyasalarına ilişkin bölgesel farklılıklar farklı sendikal örgütlenme modellerini gerektirir.
6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu 18 Ekim 2012’de kabul edildi. Konuyla ilgili yapılan tartışmaları, gerek Kanun henüz tasarı aşamasındayken gerekse Meclis’ten geçtikten sonra takip edenler, genel olarak Kanun’a yöneltilen eleştirilerin önemli bir kısmını biliyorlardır.
Bu anlamda, konuyla ilgilenen birçok kişi açısından ortak kanı; 12 Eylül ürünü 2821 ve 2822 sayılı yasaların yerini alan Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun, bu yasalarda var olan sınırlamalarda anlamlı bir iyileştirme sağlamadığı gibi yeni kısıtlamalara da yer verdiği ve yeni yasanın bir sendikal ayrımcılık ve yasaklar manzumesi niteliğinde olduğudur.

Üstelik, neresinden tutulursa tutulsun insanın elinde kalan yeni kanun, Türkiye’de örgütlü bulunan işçi sendikalarının ve konfederasyonlarının iradelerini hiçbir şekilde yansıtmamaktadır (Hak-İş ve örgütlü sendikaları dışında desek daha doğru olur).
ILO, ETUC ve ITUC (daha taslak halindeyken AB) gibi uluslararası ve bölgesel örgütler bile yeni kanuna ciddi eleştiriler yöneltmişlerdir. ITUC ve ETUC, Kanun henüz TBMM’de görüşülürken başbakana bir mektup yollamış ve tasarının uluslararası sözleşmelere aykırı olduğunu, tasarının bu haliyle geçmesinin temel Avrupa ve ILO standartlarını açıkça ihlal edeceğini belirtmişlerdir.

Bu yazıda Kanun’un temel niteliklerine ilişkin genel bir eleştiri yapılmayacaktır. Sadece sendikaların faaliyet alanını işkoluyla sınırlandıran ve bir önceki Kanun’da da var olan “tek tip sendika” yaratma yaklaşımının içeriği, içinde bulunulan zamanın gereklilikleri üzerinden sorgulanacak ve bir önceki yasada olduğu gibi yeni yasada da yer verilmeyen işkolu dışındaki farklı sendikal örgütlenme modellerinin kimlerin kabusu olduğu teşhir edilecektir.

Yeni üretim sistemleri, emek rejiminin değişen yapısı farklı sendikal örgütlenme modellerini gerektirir…
Kanun’un üçüncü maddesine göre; “Kuruluşlar, bu kanundaki kuruluş usul ve esaslarına uyarak önceden izin almaksızın kurulur. Sendikalar kuruldukları iş kolunda faaliyette bulunur”. Dolayısıyla sendikalar, devlet tarafından belirlenen 20 işkolundan birinde ve ülke çapında faaliyette bulunmak üzere kurulabilecektir.

Toplu pazarlık masasına oturabilmeleri için ise, %3’lük işkolu ve en az %50+1’lik işyerini barajını aşmaları gerekmektedir (Ekonomik ve Sosyal Konsey’e üye konfederasyonlara bağlı sendikalar için işkolu barajı 2016’ya kadar %1 olarak belirlenmiş). Yani 2821 sayılı kanunda olduğu gibi 6356 sayılı kanunda da sadece “milli tip” ya da “Türkiye tipi” sendikalara izin verilmektedir. Bunun dışında kalan her türlü sendikal örgütlenme ise yasaklanmıştır. Kanun, işyeri sendikalarının, meslek sendikalarının, bölgesel sendikaların, genel sendikaların, federasyonların kurulmalarını yasaklamaktadır.

Sendikaları “milli tip” bir örgütlenme modeline mahkum bırakan ve bu mahkumiyeti yeni yasayla birlikte bir kez daha üreten bu ilkel yaklaşım gerçekten de anlaşılır gibi değil. Yaptığı her yasal değişikliği çağın bir gerekliliği olarak sunmayı adet edinmiş bir zihniyetin sendikal örgütlenme modelleri söz konusu olduğunda böylesi gerici ve modası geçmiş bir yol izlemesi ancak bir kötü niyet göstergesi olabilir.

Özellikle, 2000’li yıllardan sonra emek piyasalarına ilişkin tüm düzenlemelerde “esneklik” söylemini ön plana çıkaran, gerek üretimin örgütlenmesi ve gerekse emek rejiminin yapısal unsurlarını bütünüyle değiştirecek düzenlemelere imza atanlar, sıra işçilerin örgütlenmesine gelince modası geçmiş modellerden vazgeçememekte, işçi sınıfının ve örgütlerinin yaşanan değişimlere kendilerini uyarlayabilme olanaklarını göz ardı etmektedir, yok saymaktadır. Sendika düşmanı liberal yaklaşım, “uyarlanabilme” fiilini sadece bir işletme sorunu olarak gündemine getirmekte ve emek piyasalarına ilişkin tüm politikalarını bu eksende tartışmaktadır.

Can Şafak’ın da belirttiği gibi; “Sendika hareketinin yükseldiği yıllarda ve kitle üretimine koşut olarak önemli ölçüde homojen emeğin örgütlenmesine dayanan kitle sendikalarının çağında işkolu sendikaları bir model olarak önemli avantajlara da sahipti. Ama bugün kitle üretiminin çözüldüğü, esnekliğin, ‘çeşitliliğin’ belirleyici olduğu, hizmet sektörünün galebe çaldığı, bacasız fabrikaların yaygınlaştığı, işyerlerinin küçüldüğü, bölündüğü, taşeronlaşmanın olabildiğince yaygınlaştığı yeni koşullarda, farklı sendika arayışlarının önemi artmıştır.’’
Kitle üretiminin yerini alan yeni üretim sistemleri, teknik bir detay olmanın ötesine geçmekte ve emeğin toplumsal alanda kendini yeniden üretim koşullarını ciddi anlamda tahrip etmektedir. Sermayenin hizmetine koşulacak hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmayan bu tahribat süreci, işçi sınıfının örgütlü mücadelesini de hedef tahtasına oturtmaktadır.

Bugün dünyanın birçok ülkesinde sendikalaşma oranları ciddi bir biçimde düşerken bu düşüş Türkiye gibi ülkelerde daha hızlı bir şekilde gerçekleşmektedir. Özellikle 80’lerle birlikte hız kazanan sermayenin uluslararası iş bölümü sürecine eklemlenme çabası, birtakım yasal sınırlamalarla birleşince Türkiye’deki sendikal hareket ciddi bir çıkmaza girmiştir. Sendikal hareketlilik ve örgütlenme açısından 80 öncesine göre çok daha sınırlayıcı ve engelleyici hükümler içeren 80 sonrası yasaların, üzerine itinayla eğildiği temel mevzulardan biri ise sendikal örgütlenme modelleri olmuş, 80 öncesinde var olan muhtelif sendikal örgütlenme modelleri yasaklanmıştır.

Dolayısıyla 6356 sayılı yeni yasayla birlikte işkolu sendikacılığına bir kez daha mahkum bırakılan işçi sınıfının mücadele etmek zorunda olduğu asıl tehdit, onu kendi yeterliliği, gereksinimleri ve sendikal demokrasi algısı doğrultusunda oluşturacağı potansiyel mücadele alanlarından uzaklaştırmak isteyen, özgün durumlarına gözlerini kapayan ve öncelikli olarak sermaye birikimini güvence altına almayı amaçlayan tercihe dayalı ilkel yaklaşımdır. İşkolu sendikacılığı dışında benimsenecek farklı sendikal örgütlenme modelleri sermaye ve devlet tarafından birer tehdit unsuru gibi algılanmaktadır.

10505335_10152415873054164_7037773843042847120_n

İşin ilginç tarafı, sendikaları işkolu sendikacılığına mahkum bırakanlar tüm işçi sınıfını homojen bir yapı gibi görerek/göstererek kendi temel değer ve inanışlarıyla da çelişmektedir. Bilindiği gibi, neo-klasik iktisadın ve takipçilerinin temel varsayımlarından birisi emek piyasalarının birden fazla sayıda olduğudur. Birden fazla emek piyasasının olduğuna inanan bir aklın benzer şekilde birden fazla sendikal örgütlenme modeline ihtiyaç duyulabileceğini kestirmemesi pek inanılır görünmemektedir. Üstelik yukarıda da vurgulandığı gibi yeni örgütlenme modelleri aynı zamanda içinde bulunulan dönemin bir gereğidir. Tercihe dayalı ilkel yaklaşım kendi çelişkilerini usta bir şekilde üretmekte hiçbir sakınca görmemektedir.

Farklı koşullar ve farklı dinamikler etrafında gerçekleşen neo-liberal tahribat birçok alanda gözlemlenebilir durumdadır. Emek piyasalarına ve tüm topluma yönelik sosyal politika önlemlerini piyasaya bırakarak sosyal olma niteliğini yitirmeye başlayan devlet ise, izlediği yol sayesinde bu tahribatı her geçen gün bir önceki günden daha fazla desteklemektedir.

Ve bu destek devletin sadece işçi sınıfının genel ihtiyaçlarına değil, o işçi sınıfının yaşadığı ve emeğini sarf ettiği belirli bölgelerin, şehirlerin özgün ihtiyaçlarına da gözlerini kapamasına, oraları tamamen kapitalist sermaye birikiminin arzuları doğrultusunda gözden çıkarmasına neden olmaktadır. Oysa ki, konunun özüne dönecek olursak, içinde bulunduğumuz dönem, sadece emek piyasalarının değil aynı zamanda bölgelerin de bölgesel farklılıklar temelinde sosyo-ekonomik açıdan, daha baskın bir şekilde ayrıştığı bir dönemdir.

Çoğu devlet için böylesi bölgesel farklılıklar sermayenin hizmetine koşulacak fırsat pencereleri olarak değerlendirilir. Bu fırsat pencereleri mikro anlamda bir organize sanayi bölgesi içinde kurulacak serbest bölgeyi tanımlanabileceği gibi, makro anlamda bir şehrin ya da bölgenin bütünü olarak da tanımlanabilir. Ama bu başlık altında bizi ilgilendiren bir şehrin ya da bölgenin sermaye sınıfı açısından fırsat penceresi olarak tanımlanması ve bu bölgelerde sendikal örgütlenmenin zorlaştırılmasıdır.

Bugün işkolu sendikacılığı, üretim sistemleri ve emek rejiminin değişen yapısal unsurlarına benzer şekilde işçi sınıfının mekansal ihtiyaçlarına tam anlamıyla cevap verebilme noktasında yetersiz kalmaktadır. Bu nokta çok önemlidir ve dikkatlerden kaçmamalıdır. Son teşvik paketinde olduğu gibi bölgesel farklılıkları sermaye birikiminin lehine birer fırsata dönüştüren devlet, aynı fırsatı işçi sınıfı ve tüm emekçi kitleler açısından da yaratmak durumundadır.

Konuyu daha özel bir bağlamda ele alacak olursak örneğin; işkolu sendikacılığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde yaşayan işçi sınıfının sorunlarını anlama ve çözümleme noktasında yetersiz kalmaktadır. Her iki bölgenin kendine özgü, yerel düzeyde çözüm bekleyen yerel sorunları vardır. Yıllardan beridir merkezi yönetimi özellikle İstanbul ve Ankara gibi büyük illerde bulunan işkolu sendikacılığı, sendika genel merkezinin çevresinde bulunan işgücünün yapısına uygun bir örgütlenme şekline sahip olduğundan Doğu ve Güneydoğu illerinde yaşayan işçilerin ihtiyaçlarına yeterli ölçüde cevap verememektedir. Kuşkusuz bu durum çok da garip değildir.

İstanbul, Kocaeli, Zonguldak, Ankara gibi şehirler ya işgücünün önemli bir bölümünü barındırmaktadırlar ya da barındıran şehirlere komşudurlar. Sanayinin ve hizmetler sektörünün gelişmiş olduğu bu şehirlerde işkolu sendikacılığı görece daha işlevsel olabilir.
Ancak aynı sendikal örgütlenme biçiminin Doğu ve Güneydoğu illeri için de eşit derecede işlevsel olduğundan bahsetmek pek mümkün görünmemektedir. Bu duruma neden olan birden fazla faktör vardır. Öncelikle, istihdamın yapısı diğer bölgelere göre daha farklıdır. Hatta bir adım daha ileri gidersek bu bölgelerde bir istihdam sorunu vardır.

Bu sorunun bir parçasını işsizlik oluşturuyorken, diğer parçasını kayıtdışı istihdam oluşturmaktadır. Batı’da belirli bir düzeye ulaşmış olan sanayi ve hizmetler sektörünün gelişmişlik düzeyi bu bölgelerde düşüktür. İstihdamın yapısını etkileyen temel faktörlerden biri de budur zaten. Bu tür sorunlara çözüm olacağı iddiasıyla hayata geçirilen bölgesel asgari ücret, sermayeye dönük vergi indirimleri ve yatırım kolaylıkları ise tek yönlü bir çözüm amacını gütmekte, bölgeyi ucuz emek havuzuna dönüştürmeyi amaçlamaktadır.

Bu bağlamda, sorunun çözümü olarak sermayenin gündelik yaşama nüfuz edebilme kapasitesi arttırılırken, bu anlayışın devamı olarak işçi sınıfının kendi potansiyelleri doğrultusunda çözüm üretebilme olanakları görmezden gelinmektedir. Sendikal örgütlenme modeli açısından ise, özellikle yeni teşvik paketinin beklenen sonucu vereceği ve bu bölgelerde gerçekten de istihdamı, ucuz işgücünü ve sömürüyü arttıracağı düşünülürse, bölgesel sendikacılık uygun bir model olarak düşünülebilir, düşünülebilirdi.
Ancak yeni yasa böylesi bir düşüncenin ürünü olmadığından beklenen ve arzulanan değişiklikleri yansıtmamaktadır.
…Farklı sendikal örgütlenme modelleri kimlerin kabusudur?

Farklı sendikal örgütlenme modelleri; neo-liberalizmin bir gereği olarak emek piyasalarını olabildiğince parçalamak ve sınıf mücadelesini baltalayacak her türlü mekanizmayı hayata geçirmek konusunda kararlı olanların kabusudur.

Farklı sendikal örgütlenme modelleri; özellikle ve özellikle üstüne basa basa vurguluyorum, Doğu ve Güneydoğu illerini uzun vadede Çin’e dönüştürmeyi kafasına koymuş, 4+4+4 gibi bir düzenleme sayesinde sermayenin potansiyel anlamda ihtiyaç duyabileceği işgücünü yaratabilme iktidarına sahip, teşvik paketleriyle buralarda istihdam ve refah yaratma söyleminin ardına saklananların kabusudur.

Farklı sendikal örgütlenme modelleri; işçi sınıfının sendika merkeziyle arası ne kadar kopuk olursa, merkezin çözüm üretme mekanizmalarına katkısının o denli az olacağını bilenlerin kabusudur. Ne de olsa ülke çapında örgütlü bir işkolu sendikasının konsantrasyon ve eylemlilik düzeyi, yerelin ihtiyaçlarını sıcağı sıcağına cevap verebilme noktasında yetersiz kalmaktadır ve yetersiz kalacaktır. Kayıtdışı istihdam sorunu toptan çözülse, tüm çalışanlar kayıt altına alınsa ve bu bölgeler birer sanayi merkezlerine dönüşse bile bu yetersizlik kendisini sürekli olarak yeniden üretecektir.

Farklı sendikal örgütlenme modelleri; dönem dönem yerel unsurlara methiyeler düzmekle birlikte, işçi sınıfının yerel dinamiklerinden korkan ve onları en iyi nasıl kontrol eder ve denetimim altına alırım diye düşünen patronların kabusudur.
Farklı sendikal örgütlenme modelleri; işçi sınıfının asıl gücünün örgütlü mücadelesinden geldiğini çok iyi bilen ve örgütlü mücadele içerisinde bir özne olarak kendini tanımladığı an sermaye sınıfının karşısına tüm cesaretiyle dikilecek olan işçilerden korkanların kabusudur.
Ve son olarak farklı sendikal örgütlenme modelleri; Türkiye’de sendikal demokrasi diye bir olgunun gerçek anlamda var olmadığını bilen, bu yüzden sendikal bürokrasinin ve sendika ağalarının arkasına gizlenmeyi bir adet haline getirmiş demokrasi düşmanlarının kabusudur.

İşkolu sendikacılığını merkezi ve güçlü bir sendikal yapının gereği olarak öne sürenlerin asıl derdi de, anti-demokratik sendika yönetimlerinin kendileri için birer destekleyici unsur olarak garantiye alınmasıdır. Bugün güçlü ve merkezi olduğu bilinen bazı iş kolu sendikalarının ve konfederasyonlarının işçi sınıfıyla hiçbir ilgisinin olmadığı herkes tarafından açıklıkla bilinmektedir. Sorun demokrasi kavramının nasıl algılandığıyla ilgilidir.