Sınıfsal Boyutta Masallar
“O sabah ülkede hiç kimse işe gitmedi. Kaptanları, şöförleri, pilotları gelmediği için vapurlar, otobüsler, metrolar, uçaklar çalışmadı. Zaten yolcuları da yoktu. Şimdiye kadar sokaklarda boş boş dolaşan işsizler o gün ilk defa kendilerini yalnız hissetmediler. Her sabah plazalardaki bürolara, iş yerlerine, sanayi sitelerindeki atölyelere yetişmek için duraklara, istasyonlara, servislere koşturanlar kentlerin meydanlarına, parklarına akın ettiler.”
Peki bu masal şimdi nerden çıktı?
İsterseniz önce nerden çıktığına bakalım, sonra kentlerin çehresini bir anda değiştiren o kalabalıkların çağrılarına kulak veririz. Çünkü onların bu masalı yazdıran itirazlarla yüklü sesleri daha güzel, daha yaşanası bir ülke için belki de son seçenek.
Bizim masalımızın çıkış noktasında, günümüz Türkiye’sinde belli düşünce kalıplarına sıkışıp kalanlara yönelik kuvvetli bir uyarı var.
En sık kullanılan kalıp da şu:
“Erdoğan’ın Gezi olaylarında evde zor tutuyorum dediği yüzde 50 kör, sağır ve aptal, karşılarındaki diğer yüzde 50 ise bilinçli, akıllı ve aydın.”
Böyle bir şey yok.
Öncelikle her iki yüzde 50’nin de medya ve siyaset dünyası başta olmak üzere değişik alanlarda inançlarını, umutlarını, beklentilerini söğüşleyen o kadar çok odak var ki, bu ister istemez temelde bir kader ortaklığı yaratıyor. Ama asıl ortak payda, çok daha hayati bir noktada buluşturuyor onları:
İki uç arasında yoğunlaştığı söylenen yüzde 50’lik dilimlerin ortalamasını alın. Bu ortalama Türkiye’de sistemi ayakta tutan kolonların çimentosunu oluşturuyor. Bunlar faturalarını, kredi kartı borçlarını, taksitlerini zamanında yatıran, vergileri maaşlarından tıkır tıkır kesilen, işlerine düzenli biçimde giden, kiralarını ödeyen, kaçak konumuna düşmeden askerliklerini yapan, akla gelebilecek diğer bütün yurttaşlık yükümlülüklerini aksatmadan yerine getiren, bilinen tanımıyla “sağduyu” sahibi bir kesim. Yani farklı yaşam anlayışlarına, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da, onların sayesinde bu sistemin çarkları dönüyor.
Tamam çarklar dönüyor ama o dönüş sırasında dünya yıkılsa hiç değişmeden gücünü koruyan belli sektörler var. Hep hacı yatmaz gibi ayaktalar. İktidarlar değişse de farklı söylem ve uygulamalar ortalığı kasıp kavursa da onlar durdukları yerde bir zafer abidesi gibi dikilmeye devam ediyorlar.
Hacı yatmazların başında bankacılık sektörü geliyor.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından hazırlanan “Türk Bankacılık Sektörü Genel Görünümü-Haziran 2013”raporuna göre bankalarımızın dönem net kârları yılın ilk altı ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 19.7 artarak, 13 milyar 859 milyon liraya yükselmiş. Aktif toplamları ise yılın ilk yarısında yüzde 11.5 artışla, 1 trilyon 528 milyar lira seviyesine ulaşmış. Sektörün dönem net kârındaki dikkat çekici büyümede, tartışmalara yol açan komisyon ve hizmet gelirlerindeki tırmanış önemli bir rol oynuyor. Yine aynı rapora göre bankacılık sektörü 49 banka, 11 bin 445 şube ve 208 bin 409 çalışanıyla ülkemizi bir ağ gibi örmüş durumda.
Bu, madalyonun hiç değişemeyen yüzü.
Diğer yüzündeyse değirmene bıkmadan usanmadan su taşıyan, sayıları 56 milyona ulaşmış kredi kartı kölelerinin, yani sağduyu sahibi yurttaşlarımızın perişan hali var. Onlar başkalarının zırhlı, şifreli kasalarına, sistemin efendilerinin evlerinde gizledikleri ayakkabı kutularına para taşıma işini o kadar benimsemişler ki, bankalara olan borçları 330 milyar lirayı aşsa da bu soygunun kurbanı olmaya devam etmekte kararlı görünüyorlar. Ama ortada küçük bir sorun var.
Araştırmalara göre; kurbanlar borçlarını zamanında ödemekte istedikleri kadar istekli davransınlar, sistem buna göre kurgulanmamış. Bankalar gecikme faizi üzerinden kazanç sağlayamadıklarında, kredi kartları sektör açısından cazibesini yitiriyor. O nedenle tüketicilerin cephesinden bakıldığında bataklık sanıldığından çok daha derin ve tehlikeli; çırpındıkça dibe çeken bir bataklık bu.
Yani argo tanımıyla ne yana dönerseniz dönün, bir yanınız hep açıkta.
Tam bu noktada Başbakan’ın Haziran Direnişi’nin sıcak günlerinde bankalara yönelik başlattığı “faiz lobisi” suçlamalarını anımsamakta fayda var. Erdoğan bankaların yüksek kârlarına tepki göstererek, halka “Kredi kartı kullanmayın” çağrısında bulunmuş, sanki tüketim ekonomisini pompalayan kendi politikaları değilmişçesine “Herkes kart kullanmak yerine ayağını yorganına göre uzatsın” demişti.
Peki AKP’nin 11 yıldır ayakta kalmasını sağlayan en büyük güçlerden biri olan mali sermayenin, kârlarında azalmaya yol açacak herhangi bir uygulama ve söylemin iktidara büyük zarar vereceği gün gibi ortadayken, Başbakan niçin bankaları hedef tahtasına oturtmuştu?
Yine hemen Haziran Direnişi’nin ilk haftasına gidelim. Eylemcilerin, Taksim’de ortalık savaş alanına dönmüşken gelişmeleri görmeyen, sansürleyen haber kanallarına yönelik öfkeleri giderek tırmanıyordu. O karmaşada Türkiye’de ilk defa çok farklı tepkiler ortaya koyuldu. Bazı kanalların canlı yayın araçları yakıldı. Haber çizgilerini protesto etmek amacıyla televizyon binaları önünde eylemler düzenlendi. Ama bence en etkilisi sona saklandı. NTV’nin bağlı bulunduğu Doğuş Grubu’nun finans kuruluşu hedef tahtasına oturtulunca işin rengi değişti. Yüzlerce kişi kısa sürede Garanti Bankası’nda bulunan birikimlerini çekip, kredi kartlarını iptal ettirdiler. Bankanın genel müdürü Ergün Özen tepkilerin büyümesini engellemek amacıyla kameraların karşısına geçti. Özen’in “Ben de Gezi eylemcilerinin yanındayım, ben de bir çapulcuyum” biçimindeki açıklamaları durumu çok değiştirmedi. Yönetim, genel müdürü görevinden aldı. Başbakan’ın öfkesi kabardıkça kabardı. Ad vermeden yaptığı açıklamalarda Garanti’yi hedef göstererek tüm bankalara gözdağı verdi.
“Bu faiz lobisinin 600 milyon lira ücret ve komisyon geliri var. Kendisine söyledim, o para ölünce mezarına sığmaz.”
Erdoğan’ın Gezi odaklı öfkesini sürekli gündemde tutmaya çabaladığı bir aşamada tırmanarak su yüzüne vuran cemaat-iktidar çatışmasının son halkası 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu, AKP’nin 11 yıllık öyküsünü özetleyen bir fotoğraf sundu Türkiye’ye. İktidarın en tepe noktalarında birbirine eklemlenmiş kirli ilişkiler ağını açığa vuran bu fotoğrafta öykümüzün girişinde belirtmeye çalıştığımız bir nokta var ki, şimdi sıra onu biraz daha açmaya geldi.
Ne demiştik: Ülkenin farklı siyasi yapılara oy veren iki kesimi, yani yüzde ellilik dilimleri oluşturanlar, kuruşuna kadar ödedikleri vergilerle devleti, ekonomiyi, sistemi ayakta tutan“sağduyu” sahibi o kitle var ya, işte masalımız onların bir sabah hiç toz kaldırmadan toplu halde aldıkları kararla apayrı bir boyut kazanıyordu.
Karar çok açıktı: Sistemin hamallığını yüklenmekten vazgeçip hayatı durdurmak.
Nasıl mı?
Alışılmış bütün yükümlülükleri terk ederek, öncelikle de işe gitmeyerek.
Masal gerçekleşir mi bilmem ama ben o kararın verildiği sabaha dönmek istiyorum yeniden.
Kentlerin meydanları kimse işe gitmediği için ana baba günüydü. Herkes özgürlüğün tadını çıkarmaya çabalıyordu. Şunun farkına varmışlardı “sağduyu”nun yılmaz bekçileri: Çalışan biziz, zenginleşense onlar. Onlar kim? Banka kasaları yetmediği için çalıp çırptıkları paraları evlerinde, ayakkabı kutularına istifleyenler. Onlar kim? Siyasetçiler, müteahhitler, bankalar, medya patronları, yani çalışanların alın teriyle, emek vererek ödedikleri vergilerin üzerine oturan çağımızın vantuzları. Emek üretmezse, işçi, memur, mühendis, doktor değer yaratmazsa, plazaları, atölyeleri dolduranların çabaları vergiye dönüşmezse sistemin hırsızları kimden, neyi çalacaklardı? Aslında hırsızlar da haklıydı. Ülkenin köleleri bugüne kadar öylesine canla başla uğraşıp “Buyurun biz yiyemiyoruz, yemek asıl sizin hakkınız”demişlerdi ki, hırsızlara adeta gün doğmuştu. Alan memnun, veren memnundu. İşte ilk defa o sabah alışılmış denge bozulmuştu. Hırsızlar şaşkındı. Hamallar, hamallıktan caymışlardı. Meydanları dolduranlar özgürlük şarkıları söylüyorlardı.
Bu benim masalım.
Varsa siz de yazın kendi masalınızı.
Yoksa masalsız yaşamak çok zor
Ferhan Şaylıman