SEÇİM SANDIĞI DEVRİMCİLERİN TABUTUDUR..
Ve şimdi hem Kürt halkına, hem de bir ayaklanmanın içinde nice devrimci umutlar yeşerten diğer emekçi yığınlara, tarihi önemdeki bu dersi unutmaları ve aynı yanılgının peşine düşmeleri için çağrı yapılıyor. Ertuğrul Kürkçü, “Kentlerimizi yerinden yönetmek için yola çıkıyoruz” diyor.
Üstelik acı deneyimlerle, bir kere daha tekrarlanmaması için halkın öncülerinin binlerce kez titizlik göstermesi gerekecek denli acı sonuçlarla.
Yeniden Mayalanan Ayaklanma
Devrimin özel bir anının hedef ve sloganları belirlenirken, bir Devrimci Komunist, geçmişin deneyimleriyle yetinemez. Hatta parlamentarizme dair genel yanılgıları hatırlatmak da yetmez. Burada önemli olan, devrimin yükselişte olup olmadığının, zafere ulaşmak için geniş kitlelerin hangi pratik eğitimden geçtiğinin saptanmasıdır. Haziran-Eylül ayaklanması, hiç kuşku yok, bu topraklarda görülen en geniş kapsamlı, en şiddetli ve aynı düzeyde sarsıcı bir deneyimdi. Daha düne kadar sıradan bir hayat yaşayan milyonlar. “Bu Daha Başlangıç” diyerek sonuç alıncaya kadar bir dizi ayaklanmanın ısrarcı takipçileri olacaklarını dile getirdiler. Ve herhangi bir seçim başarısında duyulması olanaksız bir başka cümle daha döküldü ağızlarından: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Tek başına bu söz, ayaklanmanın sarsıcı, devrimci, dönüştürücü etkisine kanıt sayılmalı.
Gezi’nin sarsıcı günlerinden ders çıkartan işçi sınıfı, gericilikte sınır tanımayan sendikaların örgütlü olduğu fabrikalarda dahi, işgallere giriştiler. Feniş, Yatağan, İsdemir, Zonguldak madencileri ardı ardına ve çoğunda aniden ortaya çıkan bir patlamayla sokaklara döküldüler, polisle çatıştılar. Büyük fabrika ve işyerlerine ek olarak irili ufaklı onlarca işçi eylemi, art arda ve üst üste sıralandı. Eylemlerin sıklığı, yoğunluğu adeta üst üste yığılışı, tıpkı Haziran öncesi kitle eylemlerinin izlediği seyre benziyor. Ve bu kez bizzat işçi sınıfı hareketinde büyük bir sıçramanın yaşanması için bütün koşullar olgun.
Bütün bunlardan çıkan sonuç bellidir. Başlayan devrimi, ancak ayaklanmayı sürdürerek, daha kapsamlı, örgütlü ve sonuç alıcı bir eylem haline getirerek ileri taşıyabiliriz. Seçim çağrıları, kitlelerin büyüyen öfkesini yatıştırmaktan, onları “yerinden yönetim” hayalleriyle avutmaktan başka bir işe yaramaz. Bu yüzden seçimlerde devrimci sınıf taktiği açık ve kesin biçimde aktif boykot olmalıdır. Aktif, çünkü gelinen aşamada olaylar kitleleri Haziran-Eylül’ün ötesine geçmeye zorluyor. Boykot aynı zamanda bir ayaklanmaya hazırlanmanın, kitleleri bu yönde motive etmenin, son derece uygun ve etkin bir aracı haline gelmiştir.
Devrimci yığınların, boykotu devrimci mücadele biçimleri ve örgütleriyle sonuca götürme olanakları her zamankinden fazladır. Forumlar, mahalle meclisleri, aktif boykotun ve ayaklanmanın tartışıldığı, örgütlendiği mekanizmalar olabilirler ve ancak yeni bir ayaklanmayı önlerine koyarlarsa, bu forumlar canlılıklarını koruyabilirler.
Düzenle devrim arasında durmak
Sola eğilim duyan ama 7/24 militan da olmayan insanlar devrimcilerin içinde olduğu kitle örgütlenmelerinin yokluğunda nerde ne yapacaktır? Çok açık, sağa dönecek, karşısına çıkan ilk düşünceyle ilişkiye girecektir. Seçimlere beş kala CHP ve onun solunda yerini almaya hazırlanan HDP’yi konuşalım. Bu seçimde ortaya çıkacak en önemli sonuç Erdoğan’ın başkanlığı değil bu olacak çünkü.
ehven-i şer
Seçimlere beş kala CHP ve onun solunda yerini almaya hazırlanan HDP’yi konuşalım. Bu seçimde ortaya çıkacak en önemli sonuç Erdoğan’ın başkanlığı değil bu olacak çünkü. Türkiye’nin kurucu partisi ve diğer partileri içinden çıkaran CHP, 1960 sonrası Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları ve yükselen toplumsal mücadele karşısında yeniden şekillendi.
İnönü’nün deyimiyle “ortanın solu”, Ecevit’in daha açık sözleriyle “komünizme karşı barikat” oldular. Keskin sloganlar ve içi boş programlarla muhalif kitleyi yordular. Bunda başarılı olamadıkları kriz anlarında Maraş 1978 gibi kitle katliamlarına başvurmakta, Sivas, 19 Aralık gibi katliamlarda görev üstlenmekte tereddüt etmediler. Sabahattin Ali’nin ölümünde parmağı olan, 12 Mart’ın başbakanı Nihat Erim’den Ecevit’e, Deniz Baykal’a uzanan çizgi istisnai bir sağ çizgi değil, CHP’nin ikili misyonunun bir boyutuydu.
Kitleleri sola çeken devrimci mücadeleydi, sağa çeken ise faşizm. Bu ortamda hiç kimse durduğu yerde kalmadı. CHP sola giden kitleleri yolundan çevirmeye, düzen sınırları içinde tutmaya çalışıyordu. Türkiye’nin herhangi bir yerinde sosyalizme ya da Kürt halkının ulusal taleplerine yönelen insanların yolunun o yıllarda özellikle taşrada CHP ile kesişmesi bundandı.
TİP reformist bir parti olmasına, CHP ve yeni oluşan devrimci çizgi arasında yerini korumaya çalışsa da oligarşinin 12 Mart’taki terörü ve devrimci düşüncelerin itibarı karşısında tutunamadı. CHP gibi bir düzen solu olmasa da devrimci kitle hareketini daha içerden ve sol söylemlerle kötürümleştiren bir rol oynadı. (1970’lerin ikinci yarısında daha da kitlesel bir şekilde yeniden örgütlendi, CHP’nin kuyruğunda devrimcilerin ise uzağında siyaset yaptı) Devrimci ve reformist sol örgütlenmenin 12 Mart darbesiyle dağılmasının ardından CHP’nin tarihi seçim zaferi geldi. Büyük şehirlerde bu zaferin de üzerinde oylar almaları, kırda Alevilerin DP-AP çizgisinden çıkmış olmalarının kayda geçmesi bu zaferin en önemli yanlarıdır.
CHP’nin bu misyonu faşizmin saldırıları karşısında CHP’lilere bir koruma sağlamadı. Maraş ve Çorum katliamlarında hedef oldular, ’80 öncesi özellikle İç Anadolu’da Kayseri, Nevşehir gibi illerde görüldüğü gibi yerel yöneticileri öldürüldü, örgütleri dağıtıldı. Muhalif halkın özlemleri ile düzene hizmet arasında kendilerini konumlandırmanın gerilimini bütün şiddetiyle yaşadılar. (Bugün HDP’nin yaşadığı baskıların sebebi de benzer)
Ehven-i şer ile isyan arasında gelgitli bir ruh hali: Küçük burjuva
Seçimler ve burjuva meclise girmek sosyalizmin eski bir tartışması ve sömürge ülkelerde hala güncel. Bu tercihte örgütsel ihtiyaçlardan, ihtilalci özün korunup korunmadığına kadar pek çok şey tartışılabilir ancak bunlardan önce nesnelliğe bakmak gerek. Küçük burjuvazi kapitalizmin ürettiği ara bir kesim Ama bizde çarpık kapitalizmden bir sonucu olarak daha yaygın. Küçük burjuva yaşam ve düşünme tarzı ise ondan daha da yaygın. Küçük burjuva, düzen değişsin ister ama kökten değişimi, bunun getireceği şiddetli çatışmayı da hemen kabul etmez. Devrimciliği, sosyalistliği seçenler de bunun dışında değil.
Eski devrimcileri ne yaparlar? Kırpıp kırpıp seçmen yaparlar. Ne zaman, nerde, hangi diktatör oyla devrilmiş?
1970’lerden bu yana örgütlü devrimciliği seçen milyonlar oldu bu ülkede. Yaklaşık 50 yıllık bu tarihin herhangi bir anına baktığımızda fiilen bir şeyler yapanların sayısının ise nispeten oldukça az olduğunu görürüz. Hızlı bir sirkülasyon vardır, insanlar gelir ve giderler. Bu noktada devletin baskısı kadar, devrimcilerin kitle örgütlenmelerini ihmal edip örgütlenmeyi sadece militanların bir örgütlenmesi olarak ele almalarının da önemli payı var.
Cephe teorisi gibi bir özgünlüğü devrimci harekete getiren Mahir Çayan’a, halk meclisleri ile bir adım ileri taşıyan Dursun Karataş’a rağmen, teorik geçmişi buna en uygun olan kesimler bile geniş kitle örgütlenmelerini yaratmakta eksik kaldı. Kızıldere’den, Sabancı’ya, Çağlayan’a kitleleri sarsan, etkilemeyi başaran bir dizi eyleme imza attılar, ancak etkileyip sola çektikleri kitleleri çevrelerinde kalıcı bir şekilde tutamadılar.Sola eğilim duyan ama 7/24 militan da olmayan insanlar devrimcilerin içinde olduğu kitle örgütlenmelerinin yokluğunda nerde ne yapacaktır? Çok açık, sağa dönecek, karşısına çıkan ilk düşünceyle ilişkiye girecektir.
Devrimci mücadele reformculuğu bitirebilir mi?
Lenin, Gonçarov’un ünlü romanındaki Oblomov (bir küçük burjuva) karakteri için, “Rusya’da üç devrim yaptık, yine de Oblomovluğu ortadan kaldıramadık” demişti. Silahlarla verilecek bir mücadelenin reformizmi, ehven-i şer mantığını ortadan kaldıracağı ise uzun zamandır devrimci kesimde geçerli bir görüş. Ancak devrimcilik bütün saygınlığına rağmen şimdiye kadar bunu başaramadı.
Türkiye’de gelişmiş bir kapitalizm ya da sosyalizm kurulmadan küçük burjuvazinin yaygınlığına son vermek mümkün değil. Birinci seçenek imkânsızlığını koruyor ve hep koruyacak. İkinci seçenek ise bizim için hep güncel bir umut, iktidar sahipleri için hep güncel bir tehdit oldu.O halde küçük burjuva politik çizgiler varlığını sürdürecek. Kuşkusuz küçük burjuva kesimleri bu gelgitli ruh haline rağmen devrimcilere yakın, küçük burjuva politik çizgilerin etkisinden uzak tutmak mümkün.
Mahir Çayan partinin bir cepheyi gerektirdiğini yazalı 40 yılı geçti, artık daha işçileşmiş ve şehirleşmiş bir toplumuz. Düşüncelerini uygulamak düne göre daha kolay.Türkiye kapitalizmi kendi içinde bu evrimi yaşadığı dönem boyunca hep krizler içinde varlığını sürdürdü, devrim hep bir ihtimal olarak varlığını korudu. Kızıldere’den, Sabancı’ya, Çağlayan’a kitleleri sarsan, etkilemeyi başaran bir dizi eyleme imza attılar, ancak etkileyip sola çektikleri kitleleri çevrelerinde kalıcı bir şekilde tutamadılar.O yüzden darbelerin, kitle katliamlarının eksik olmadığı bir ülke olduk. Darbelere gerek bırakmayacak bir anayasamız oldu sonrasında. Bu anayasayı bile eskiten kararlı, direngen bir devrimci bir damarımız var. Diğer yanda ise ehven-i şer ile devrimci çizgi arasında gidip gelen muhalif milyonlar.
Bu nesnellikle barışık örgütlenen onlarca yasal sol parti oldu. Ama kitleselleşemediler. TİP’in başarısını tekrarlamak istediler ama ’80 öncesinin nisbi demokratik ortamı kalmamıştı. 12 Eylül’ün faşizmi sürekli hale getirmesi yasal bir sol partinin çalışma tarzının bir parça da olsa radikal olmasını dayatıyordu. Eskiyen sadece anayasa olmadı, CHP de yıprandı. CHP’ye kerhen oy verenler çoğaldı, artık oy vermekten bıkanlar da. CHP’nin solunda milyonlarla ifade edilen bir boşluk doğdu. Gezi ve sonrasında bunu en geniş haliyle gördük. AKP ve MHP’nin tabanını bile etkileyen bir boşluk bu ve düzen bunu kontrol altına almak istiyor. Kitlelerin devrimci düşüncelere doğrudan veya dolaylı olarak açık olduğu, devrimcilerin milyonları etkilediğine dair resmi, gayri-resmi raporlar çoğalmaya ve asıl önemlisi alenileşmeye başladı.
“En iyi Kürt ölü Kürt”ten, “en iyi Kürt zengin ‘beyaz’ Kürt”e
Bu noktada PKK’nin ’90’lı yıllarda başlayan düzen içi çözüm arayışının güçlendirdiği HDP’nin (BDP) hedefleri ile CHP‘nin solunda büyüyen boşluktan rahatsız Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları örtüşüyor.Her seçim sonrasının klasik değerlendirmelerinden biridir. “Seçmenin % şu kadarı mecliste temsil ediliyor bu demokrasi için bir sağlık göstergesidir” denir. Eğer HDP barajı aşarsa bu sözü çok duyacağız. HDP, 4 milyondan fazla oyu yani geçmişte aldığı oyların üzerine 1.750.000 oyu eklese bile barajı aşıp aşamaması AKP’nin, tekellerin ve emperyalistlerin pazarlığına ve insafına kalmış. Bu gerçek sıklıkla ya atlanıyor ya da sandık kovalamakla halledilebilecek bir naiflikte ele alınıyor.
1999-2001 yılları arasında devrimcilerin ezildiği ortamda sosyo-ekonomik yapıda yaşanan dönüşümün mimarlığını yapanlardan Kemal Derviş, başka bir ifadeyle Soma’da ölenlerden en az AKP kadar sorumlu olan Kemal Derviş, son açıklamalarında bir B planının ipuçlarını veriyor. Erdoğan’ın rolünün Köşkle sınırlandığı, 2007’den beri yükselen mücadelenin de bir koalisyon ile bir uzlaşma ile uykuya yatırıldığı, yatıştırıldığı bir formül.
Bu formül tutar mı belirsiz ama “Seni başkan yaptırmayacağız” ile aynı yere çıkıyor.Sırrı Süreyya Önder seçimlerdeki hedeflerini anlatıyor, “rızayı, iknayı yeniden üretmekten” bahsediyor, Gramsci’nin kemikleri sızlıyor mezarında.Sırrı Süreyya Önder Gezi’de dozer önüne dikildikten birkaç gün sonra Abdullah Gül’le köşkte görüşmüş, çıkışta şenlikli, şölenli bir finalden bahsetmişti. Aynı saatlerde Kızılay’da tepemize gaz yağıyor, Diyarbakır’dan Batman’dan gelen TOMA’lar Ankara’dakilerle birlikte üzerimize su sıkıyordu. Sonraları Kandil’den gönül almaya yetecek kadar ama bir daha olmayacağının garantisini vermeye de soluğu yetmeyen bir “Gezi’de yanlışlar yaptık” açıklaması geldi.
Yumuşasın demekle çelişkilerin yumuşamayacağının, bunun için küçük burjuvazinin ağzına bir parmak bal çalma gerektiğinin herkes farkında. Bunun için Ortadoğu’ya özgü kıvraklıktan ve söz oyunlarından fazlası gerek.
Yerel yönetimler üzerinden yenilenen Türk-Kürt sınıf kardeşliği
HDP, seçim programında AB‘yi kendine referans alıyor ve yerel yönetimlerde Avrupa Yerel Yönetimler ve Özerklik Şartı’nı hedefliyor. AYYÖŞ, sermayenin yerellerde gelişmesini esas alan belediyeleri bunun bir aracı olarak gören bir düzenleme.CHP, Deniz Gezmiş’e nasıl yaklaşıyorsa, HDP de İbrahim Kaypakkaya’ya öyle yaklaşıyor, fikirlerinden soyutlayıp bir görüntüye çeviriyor.CHP, Deniz Gezmiş’e nasıl yaklaşıyorsa, HDP de İbrahim Kaypakkaya’ya öyle yaklaşıyor, fikirlerinden soyutlayıp bir görüntüye çeviriyor.
Bu çözüm projesi BDP’nin solla ilişkisini de şekillendirdi. Solda duran insanların gönlünü almak için güzel sözler ediyorlar ama kendi burjuvalarının yolundaki engelleri kaldırmakla meşguller. HDP’ye oy vermek üzerine yüzlerce sebep bulan HDP’li solcular nedense AYYÖŞ üzerine tek bir kelime yazmıyor.Onun yerine 1999’dan beri giderek büyüyen bir teorik boşluk içindeki harekete dışarıdan dönüşümlü hizmet sunuyorlar. AKP’ye dair, Gezi ve sonrasına dair, Suriye’ye dair söyledikleri herşey gerçekler tarafından tekzip edilenler kulaklarımıza muhteşem 8 Haziran sabahı masalları fısıldıyor. Soldan gelen eleştirileri karşılayıp, topu yumuşatıyorlar vb. vb. Ama AYYÖŞ’e sıra gelmiyor.
AYYÖŞ, idare hukuku diliyle söylersek, BİT‘lerle -Belediye İktisadi Teşekkülleri- bilindik ismiyle belediye şirketleri yoluyla sermayeyi yerelde güçlendiren, belediyeyi de buna memur eden bir sözleşme. Aslında bunda epey bir yol kat edildi. Kürt hareketi kendi burjuvalarını güçlendirmenin bir yolu olarak görüyor bu düzenlemeyi. Ama bütün büyükşehir belediyeleri bu yolla şirketleşmişken ve çalışıyorken, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve diğer Kürt belediyeleri sermaye birikimi yaratma ve dağıtma yolunda geriden gidiyor. Yasal olanaklarını kullanmalarına İçişleri Bakanlığının engel olup olmaması ateşkes ve çatışma dönemlerine bağlı olarak değişebiliyor. O yüzden çatışma giderek yerini uzun ateşkeslere bıraktı.
Gezi’de Türk bayrağına tepki gösterip, sonra Türk bayraklarıyla miting yapmak iyi de ne değişti? ’90 yılında yasal Kürt partisi kurulduğunda PKK, bunu bir ‘tasfiye ve ihanet çabası’ olarak değerlendirmişti. O gün için abartılı bir değerlendirmeydi fakat sonradan yasal parti, çözüm arayışının önce bir aracı sonra da kendisi oldu. 25 yılın sonunda yasal parti, silahlı partinin yerini almaya hazırlanıyor. Bağımsız ulusal bir pazar yaratma hedefi, yerelde belediyeden müteahhit yaratma hedefine kadar geriledi. Genel hatlarıyla söylersek Kürt köylüsünün savaşıp, öldüğü, Kürt küçük burjuvazisinin buna önderlik ettiği savaş sonunda Kürt burjuva ve toprak sahipleri ve yeni serpilen burjuvaları 1915’in yıldönümünde halkların aleyhine yeni bir ittifakla Kürt-Türk egemen sınıf kardeşliğini tazelemeye hazırlanıyor.
Korucu aşiretleri, korucu olmayan aşiret reisleri, Dengir Mir Mehmet Fırat’lar bugün asıl olarak bu yüzden HDP’ye koşuyor ve baş köşelerde yerlerini alıyor.Türkiye her kritik süreçte bu ittifakı güncellemiştir. HDP Hakkari Milletvekili Adil Zozani’nin 1960 dönemindeki ittifaka dair anlattıklarına biraz uzun bir alıntıyla kulak verelim; “27 Mayıs darbesi hep Menderesler üzerinden değerlendirilir. Ama toplumsal olarak en büyük zararı Kürtlere verdiler. Kürtlerin ekonomik ve siyasal yaşamı 27 Mayıs darbesinden sonra yeniden şekillendirildi. Sivas kampına götürülen Kürt ileri gelenleri bir tanesi hariç diğerleri teslim alındı. Meşhur 105 No’lu ek varlık yasası var. Parlamentonun onaylayıp hiç uygulanmayan tek yasasıdır. Bu yasayla Sivas kampına götürülen Kürdistan’ın tüm illerinden toplanıp Kürt eşrafı üzerinde şantaj yapıldı mülklerini kamulaştıracağız ve toprak reformu yoluyla köylülere dağıtacağız deniyor. Ama bu hiç uygulanmadı.
Sivas kampında idamı bekleyen Kürt eşrafı hiç bir şey olmamış gibi bırakıldı. Sonrasında ne oldu? Kürtlerin siyasal temsiliyeti bunlara teslim edildi. Bugün de parlamentoda o ailelerin temsiliyeti var. Hem siyaset ekonomik olarak bir döngü oluşturuldu ve bu döngü içerisinde kalındı. Devlet yatırımları da bu aileler üzerinde yapıldı seçilecekse de bu ailelerden seçildi.” Bütün illerin tarihine bakın bu 155 kişiyi masaya yatırın. Bunların oldukları yerlerde temsilde bunlarda olmuştur. Bunların tamamı iktidarla birlikte hareket ettiler. Böyle bir ekonomi ve siyasi şekillenmede, Şırnak’ta mı yatırım yapar? Yoksa Bursa’da mı yapar. Biz bu tabloyu tersine evirdik. Kürt siyasi geleneğinde HEP’den bugüne kadar yerel yönetimlerde yavaş yavaş bu izler siliyor.”
Demokratik mücadele geleneği zayıf olan Kürdistan topraklarında halkın tepkisi gerillanın ısrarlı mücadelesine eşlik eden serhıldanlarla büyüdü, iktidarların bütün seçim hilelerine rağmen faşizm koşullarında 2-3 milyon seçmene böyle ulaşıldı. Peki, yakın gelecekte gerillanın yokluğunda bu nokta korunabilecek mi? PKK, silah bırakmayacak ama Türkiye’de savaşı fiilen bıraktı. Aysel Tuğluk’un 2013’te İmralı ziyareti sonrası dediği gibi “En az önümüzdeki çeyrek asır boyunca Kürtlerin var olduğu her yerde PKK da çeşitli biçimlerde olacak. Suriye’de bir süre daha silahlı; İran’da yakın gelecekte tekrar silahlı; Avrupa’da kurumsal vs. Bunu herkes bilmek durumunda”
Birkaç söz de meşhur “AKP-HDP ittifakı” hakkında edelim. Bu konu açıldığında HDP’li arkadaşlar rahatsız oluyor. Evet artık HDP yöneticilerinden daha az AKP güzellemesi, daha çok AKP eleştirisi duyuyoruz. İşte bunlar hep Gezi’nin sonuçları. HDP de burjuva seçim taktiklerini öğrenmiş görünüyor, kitleyi ne kadar ikna edebildiklerini ve tutabileceklerini göreceğiz. Ama iyi de Öcalan meşhur İmralı tutanaklarında “Biz AKP’ye iktidarı altın tepside sunduk” dememiş miydi? “Biz Tayyip Bey’in başkanlığını destekleriz. Biz AKP ile bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz.” dememiş miydi? O halde ittifak yapabilir diyenleri eleştirmenizi ve bu konuların açılmasından duyulan rahatsızlığı gizli bir Öcalan eleştirisi olarak mı görmek gerek!
Sorun AKP ile değil sistemle anlaşmak. Sistemin restorasyonu için anlaştıktan sonra Erdoğan’ın başkanlığına karşı çıkıp çıkmamak teferruat. Sistemin restorasyonu için anlaştıktan sonra Erdoğan’ın başkanlığına karşı çıkıp çıkmamak teferruat Dün AKP’yi yıkılmaz gördükleri için Gezi’nin ayak seslerini duymuyorlardı, Reyhanlı Katliamı olduğunda Selahattin Demirtaş ne demişti, hatırlayalım mı? “Türkiye’de bu tür saldırılara karşı birlik olma zamanıdır. Bu dönemde özellikle sivil yurttaşlarımızı hedef alan saldırılar karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve eleştirmek yerine birlik içerisinde hareket etmek zorundayız” Gezi’nin iktidar bloğunun çatlatmasıyla Kürt milliyetçi hareketi de Erdoğan dışındaki ihtimallere karşı pozisyonunda değişiklikler yapmaya başladı.
Sevdiğini bırakıp mantık evliliği yapmak
Şimdi düzenden umudunu kesen muhalif milyonların kaygılarına sesleniyorlar. “HDP’ye oy vermezseniz AKP anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğa ulaşacak ve başkanlık gelecek” diyorlar Küçük burjuva ruh haline sahip milyonlara seslenecek etkili bir şantaj. Gezi’den beri kararlı, direngen damarı koruyan devrimciler bir yanda dururken, yıllardır sayısız zig-zag çizen HDP, muhalif milyonları tüm bunlara rağmen kendine çekmeyi başarıyorsa devrimci teori üzerine düşünme zamanı gelmiş demektir. Yıllardır sayısız zig-zag çizen HDP, muhalif milyonları tüm bunlara rağmen kendine çekmeyi başarıyorsa devrimci teori üzerine düşünme zamanı gelmiş demektir Halkımız sizi seviyoruz diyenlere “Biz de sizi seviyoruz” diyenleri sevdiğinden soğutmak, sevdiğini bırakıp, mantık evliliğine ikna etmek isteyenler var.
“Gezi’de çok güzeldi herşey” diyenlere “evet ama, bitti artık bitti” diyorlar. Öfkemizi ve sevgimizi buz gibi matematik hesaplarıyla boğup sandığa çağıranlar var. Kitle örgütlenmelerinin yokluğunda muhalif kesim kendi içinden çıkan HDP’yi, zaten çoktandır soğuduğu yıpranmış eski bir devlet partisi CHP’ye tercih ediyor. Geçmişte ehven-i şer eşiğinde Melih Gökçek’e karşı Mansur Yavaş’ın yanında olmak gibi tarihe geçmiş örnekler yaratılmışken kızmak yersiz.
Kendi uluslarından burjuvaların ekonomik gelişimi dışında esaslı bir gündemi olmayan HDP’ye de. Buradan tek bir devrimci sonuç çıkar, teoriyi hatırlama zamanı. Son sözü şaire bırakalım. “Sen orda dalından koparılmış bir zerdali gibi dur, Ben burda zerdalisiz bir dal gibi durayım.”
Tarih boyunca hiçbir diktatör “Ben diktatörüm” demedi. Ama “Ben diktatör olsam, ortalık böyle mi olurdu” diyen mahcuplar oldu. Seçimle gelmesi, diktatörün diktatörlüğüne mani değildir. Çoğu öyle gelmiştir zaten.. Diktatörü diktatör yapan, nasıl geldiği değil, nasıl yönettiğidir.
Kuvvetler ayrılığına sırt çevirmesidir mesela. Bütün gücü, iktidarı, karar yetkisini kendi elinde toplamasıdır. Muhaliflerini hukuk dışı yollarla ortadan kaldırmasıdır. Adı üstünde; kimin ne yapması, ne yapmaması gerektiğini bizzat “dikte” etmesidir. Bu tanıma bakınca Erdoğan kendisine “diktatör” diyenleri eleştirmekte haklı. Diktatör olsa, “3 çocuk yapılacak”, “Kürtaj suç sayılacak”, “İçki, sigara içilmeyecek”, “Kızlı erkekli evlerde kalınmayacak”, “Bu heykel olmamış, yıkılacak”, “Siz ne derseniz deyin, bu parkın yerine kışla yapılacak” der, kestirir atardı.
Savcıları Adalet Bakanı’na bağlayacak yasalar çıkarıyor. Yüksek mahkeme başkanlarının seçimine doğrudan müdahale ediyor. Kendi dava dosyasının savcılarını, hâkimlerini değiştirtebiliyor. “Sıfırlayın” talimatı verdiği ses bantlarını yayımlayan YouTube’u, Twitter’ı bir emirle kapattırıyor. Ama hâlâ o konuşmalar internette dolanıyor. Hâlâ büyük hırsızlığı yazan, hesap soran kalemler çıkabiliyor. Yüksek yargıçlar, baro başkanları onu karşısına oturtup nasihat edebiliyor. Diktatör keser atar, Erdoğan kesemiyor, atamıyor.
Halk birgün hesap sorar.