Devlet ve Zora Dayalı Devrim
“Gelinen aşamada baktığımızda Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeği ortadadır. Bugün dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte ve kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiştir.”
“Marksizm bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiştir. Temel etkenlerin başında sosyalizmin ‘devlet odaklı’ olmasıdır.”
“Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp ‘proleter devrim’ yapmasını beklemek akıntıya karşı kürek çekmeye benzer.”
“Sorun devlet-sosyalist devlet mantığı ile yakından bağlantılıdır. Marksizm’in bu koşullarda eski argüman ve taktiklerle, daha önemlisi ‘işçi devleti’ stratejisiyle yaklaşması, amacın odağına devlet ve iktidarı koyarak ‘yapısal krizi’ derinleştirmektedir.”
“Bakunin; ‘proleter devlet yeni bir kızıl burjuvaziyi yaratır’ derken devletli sosyalizmin öncekinden farksız olduğunu söylerken haklıydı.”
“Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle ‘devletin kendiliğinden sinümleneceğini’ öngörmek kaba-determinist bir durumdur.”
“Devlet iktidarını ele geçiren ideoloji ne formda olursa olsun bir öncekinden daha otoriter olmaktan kurtulamaz. Burada sorun ‘yönetme’ de değil veya ‘yönetende’ değil, devlet olgusunun götüreceği doğal sonuçtur. Gelinen aşama bunu bize göstermiştir. Marksist paradigmanın ‘bunalımı’ geçici bir ‘tıkanma’ süreci olarak izah edilemez, yaşanan durum ‘yapısal ve özsel’ krizdir.
” ‘Devlet toplumun iradesini teslim alan’ bir sistemdir, ister sosyalist ister kapitalist-emperyalist devlet fark etmiyor. Devlete (ve iktidara) ‘teslim’ edilen iradenin, bireyi kendi özünden (doğallığından) uzaklaştırdığı bir gerçekliktir.”
Bu ifadelere yansıtılan çıkarımların her biri, oportünizmin, burjuvazinin ve küçük- burjuvazinin ideologlarının, tekellerin ideolojik silahı olarak Marxizm’i tahrif etmek için, daha çok da, Marxizm’in toplum üzerindeki etkisini yitirdiğini, bunun nedeninin de Marxist teorinin yanlışlığının anlaşılması olduğunu kanıtlamak için, sürekli öne sürmek zorunda oldukları çoktan iflas etmiş çıkarımlar olduğunu tekraren ifade etmek beni sevindirmiyor. Aksine üzüyor. Ancak, bu, tarihte kalmış olması gereken ve çoktan hem tarihsel gelişmenin ortaya serdiği nesnellik ile, hem de bu nesnelliğin üzerinden geliştirilen teorileri, bu nesnelliklerin karşılığı olarak reel yaşanmışlığın doğrulamasıyla çürütülmüş olan düşüncelerin, ölü bir düşünce olarak hükmü kesinleşmiş olması gerekirken, hâlâ yer yer kaba, yer yer ince yöntemlerle ve daha çok da emperyalist kapitalizmin laboratuarlarında üretilen teoriler olarak önümüze çıkartılması, üstelik de, “Marxizm’in toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunun” en çok iddia edildiği bir süreçte, Marxizm’i tahrif etmek ve Marxizm’i gözden düşürmek çabalarının çok fazla artmış olması, bize bu tekrarların ve Marxizm’i savunma modundan çıkarmak ve hücum moduna geçirmek için, Marxizm’i enine boyuna irdeleyerek netleşmenin ve elbette bütün bu saldırılara karşı ideolojik mücadele yürütmenin en devrimci iş olduğunu göstermektedir.
Ayrıca, bir gerçeklik ve tarihin taşıdığı bir ders daha var ki, bize oportünizmin, toplumsal hareketliliklerin arttığı, doğru teorilerin sıçratmalı gücünün kendini gösterdiği ve egemen sınıfların çaresizliğinin arttığı ve tabii onunla birlikte egemen ideolojinin nesnelliklerin üzerini örtmekte zorluk çektiği dönemlerde mutlaka ve artan hızla işbaşına geçtiğini göstermektedir. Bugün,”Marksizm’in bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiş olduğunu” kabul ettirmeye çalışan Marxizm düşmanlarının, “etkisini yitirmiş” olarak gösterdikleri bir öğreti üzerinde Marxistlerden çok daha fazla laf üretmekte olmaları, öğrenmeye tutkulu olanlar için son derece öğreticidir.
Bu “etkisini yitirme” olgusuna temel olarak etki edenlerin başına, Marxizm’in düşmanları, sosyalizmin “devlet odaklı” olmasını koymaktadırlar.
Demek ki, emperyalist kapitalizmin ideolojik ve politik saldırıları ile bir korelasyon var. Bu gün, hepimiz biliyor ve görüyoruz ki, emperyalizm, yeni dünya düzeni yönelimindeki ideolojik-politik mücadelesinin merkezine ulus-devleti baş düşman olarak yerleştirmiştir; dolayısıyla emperyalist kapitalizme ideolojik silah olarak uşaklık peşinde koşan sahte Marxistler ile Marxizme cepheden saldıranların iş başında olmasına şaşırmıyoruz.
Bu iş başında olanların işlerinin başında, Marxizmin kurucularının devlet öğretisini çarpıtmak ve hatta Marxizmi iflasına sebep olan bir teori olarak göstermek var.
“Gelinen aşamada, Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeğinin mutlak bir biçimde ortada olduğunu” göstermeye çalışan ve bu nedenle bugün “Marxizm’in, dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte olduğunu”, bu nedenle de, “kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiş olduğunu” tam bir mutlaklık içinde öne çıkartan Marxizm düşmanlarının, iktidar perspektifine hücum yanında, sınıftan kaçışın haklılığını da gerekçelendirme çabalarının temel politikaları olduğunu görüyoruz.
Bu, “tarihin sonu” teorisinin mucidinin bile acz içinde kaldığı tarihsel nesnellik karşısındaki çaresizliğin tartışmasız görünümünün yansıması olan bir korkaklığın ifadesidir ve bu korkaklığın iktidar ve sınıf olgusuna vurması şaşırtıcı değildir.
Kautsky’den beri, Marxizmden uzaklaşırken, bunu Marx’a mal edenler yanında, Marxizme cepheden saldıranların saldırılarının odak noktası, hep proleter devrimin özsel içeriği, yani proletarya diktatörlüğü olmuştur.
Bugünün koşullarında (dünyada) sınıfın ayaklanıp ‘proleter devrim’ yapmasını beklemenin akıntıya karşı kürek çekmeye benzediğini vaaz eden bu Marxizm düşmanları, “sorun”u devlet-sosyalist devlet mantığı ile bağlayarak,Marksizm’in (hâlâ) ‘işçi devleti’ stratejisiyle yaklaşmasının, amacın odağına (hâlâ) devlet ve iktidarı koymasının, Marxizmin ‘yapısal krizi’ ni derinleştirdiğini iddia etmektedirler.
Bu iddialarını doğrulattıkları kişi ise, Bakunindir.
Bakunin’in; ‘proleter devlet yeni bir kızıl burjuvaziyi yaratır’ dediğini, yani devletli sosyalizmin öncekinden farksız olduğunu söylediğini ve bunda haklı olduğunu söylüyorlar.
“Devlet iktidarını ele geçirdikten sonra komünizme geçişle ‘devletin kendiliğinden sönümleneceğini’ öngörmek kaba-determinist bir durum”muş..
“Devletsiz demokrasi” vaaz eden,”demokratik özerklik ve özyönetim” üzerine de nutuklar sıralayan Marxizm’in düşmanlarının, bütün korkularının, Marxizm rüzgârının, şiddetli bir biçimde esme eğilimi göstermeye başladığı bir tarihsel sürece girdiğini görmelerinden olduğunu anlamak zor değil. Ancak bunu, Marxizm’i tahrif etme çabalarına, zorlama teoriler ve tespitler koymaları bir yana, Marxizm karşısındaki çaresizliklerinin ifadelerindeki çelişkilere de yansıdığını görerek anlamak mümkün.
Bir yerde, “Marksist paradigma 1840’dan beri insanlığa, toplumsal mücadelelere birçok şey kattı kuşkusuz. Kapitalizmin kurumsallaşarak yerleşmeye çalıştığı bir dönemde, böylesi ciddi bir paradigmanın açığa çıkıp alternatif oluşturması önemliydi. Dönemin koşullarında Marks’ın ortaya koyduğu ekonomi politiğin tahlili, toplumun ihtiyaçlarını belli boyutlarda karşılıyordu fakat gelinen aşamada baktığımızda Marksist öğretinin çözüm üretmekten ve yeni bir çıkış yapmaktan uzak olduğu gerçeği ortadadır. Bugün dar sınıf eksenli bir kitleye hitap etmekte ve kapitalizm-emperyalizm karşısında güncelliğini yitirmiştir. Marksizm bugünün koşullarında toplum üzerindeki etkisini yitirmiştir.” denilirken,başka bir yerde “Marksist paradigmanın yaşadığı ‘yapısal sorunlar’ ancak yeni bir paradigmatik yaklaşımla aşılabilir.” denilmekte ve Marksizmin yaşadığını söyledikleri yapısal bunalımının nedenlerinin başında sosyalizmin ‘devlet odaklı’ olması gösterilmektedir. Böylece, Marxizm’in en çok korktukları öğretisine, devlet ve zora dayalı devrim öğretisine, Marxizm’i tahrif ederek savaş açmanın kılıfını hazırlamaya çalışmışlardır.
Daha dikkatlice incelendiğinde, bütün bu Marxizm’i tahrif etme çabalarının, onca zahmete girerek Devlete ve otoriteye ve elbette işçi sınıfına açtıkları savaşın, emperyalist kapitalizme, işbirlikçilerine, tekellere, yaranmak için olduğunu gizleme çabalarına rağmen, Kürt coğrafyasındaki sorunların, emperyalizmin ve bu coğrafyadaki işbirlikçilerinin ve elbette 12 Eylül rejimini emperyalizmin öngördüğü sınıra götürmenin politikalarını izleyenlerin çıkarına çözmek için çırpınışları olduğu görülmektedir. Marxizmin kurucularının, devlet ve zora dayalı devrim öğretilerini, Lenin’in de katkılarıyla ortaya koymak suretiyle, bu, Marxizm karşısında acz içinde olan bayların, Marksist öğretinin karşısına koydukları çoktan çürütülmüş düşünceleri ile son otuz yılda emperyalist kapitalizmin ideolojik ve psikolojik saldırılarına maruz kalarak sıradanlaşmış ama özünü kaybetmemiş insanların akıllarını bozma çabalarını püskürtmeyi görev bildik.
DEVLETİN KÖKENİ
Bu çıkarımların kaynağını düşünmek gerekirse, Hegel’in idealizmini hatırlamak yerindedir. Öyle olmasaydı, devletin, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç olmadığı gerçekliğinden hareket edilerek, Hegel’in, devleti tek tek insanların, toplumsal örgütlerin ya da sınıfların çıkarlarının aleti olarak gösteren öğretisinin esiri olunmazdı. Önce, Hegel’den önce yaşamış olan Rousseau’nun bile görebildiği, devletin insanlar tarafından yaratıldığı, yine insanlar tarafından değiştirilebileceği gerçeğini hatırlayarak, bir çözümlemeye girişilirdi. Bunlar bir yana, devlet öğretisi, artık idealistlerin hegemonyasından çoktan çıkmıştır. Dolayısıyla devletin ne olduğu üzerine felsefi süslemelere gerek yoktur, hele ki, söze Marxizm’le başlanılan bir alanda ve çözümlemede bu tamamen gereksizdir.
Devletin, daha çok, belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünü olduğunu; bunun, toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün ifadesi olduğunu; Fakat bu karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir mücadele içinde eritip bitmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde duran ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaya gem vurması,’düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir gücün gerekli hale gelmiş olduğunu; ve işte toplumdan doğan, fakat kendisini onun üstüne çıkaran ve topluma gitgide yabancılaşan bu gücün devlet olduğunu, burjuvazinin, idealizme sarılan ideologları da, Marxizmi evirip çevirmeye çalışan oportünistler de pekala bilir ve tersini kanıtlamak için bin dereden su getirir.
Ama Marxist’likleri bir sahteliğin ifadesi olmayanların,yani gerçekten Marxist olanların, bunu çok daha derinlemesine ve özellikle de, hem burjuva ideologlarının ve hem de kendini Marxist göstermekten vazgeçmeyen oportünistlerin tahrifatlarına karşı mücadele edebilecek kıvamda bilmeleri ve bu konuda net olmaları gerekir. Yani sınıf çelişkilerinin uzlaşmazlığının ürünü ve tezahürü olan devlet’in, sınıf çelişkilerinin objektif olarak uzlaştırılmadığı yerde, zamanda ve ölçüde ortaya çıktığını, dolayısıyla devlet’in varlığının, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu kanıtladığını net olarak bilmesi, bilincine kazıması gerekir.
Çünkü oportünizmin müzmin tahrifatçılarının saldırı noktaları buradadır. Çünkü bu kadarını, yani devletin ancak sınıf çelişkilerinin ve sınıf mücadelesinin olduğu yerde var olduğunu kabul eder görünen, daha doğrusu kabul etmek zorunda kalan bu, burjuvazinin ve özellikle küçük-burjuvazinin ideologları, Marx’ın, devleti, sınıfların uzlaşma organı olarak gösterdiği yalanına başvurarak “Marksist” olmaktan vazgeçmeden Marxizm’in kurucularının devlet öğretisini tahrif ederler.
Halbuki, Marx’a göre devlet, sınıfların çatışmasına gem vurmak suretiyle bu baskıyı yasa mertebesine yükseltip, pekiştiren bir “düzen” in yaratılmasıdır.
Küçük – burjuva politikacıların görüşüne göre ise,”düzen”, tam da sınıfların uzlaşmasıdır, yoksa bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi değildir; çatışmaya gem vurmak demek, uzlaştırmak demektir; yoksa ezilen sınıfların elinden, ezenleri devirmek için belli mücadele araçlarını ve yöntemlerini çekip almak değildir!
Dün de, bu gün de, sınıfların “devlet” aracılığıyla “uzlaştırılması ” biçimindeki, küçük-burjuva teorisine kayma çabalarının varlığını koruması, hep Marxizm’in devlet öğretisinin tahrifinin, bu öğretinin yeterince derinlemesine öğrenilmemesi nedeniyle kolaylaşmış olmasındandır.
Öyleyse, Marxist devlet öğretisinin tahrifini zorlaştırmak veya püskürtmek için, Marxizm’in devlet öğretisini enine boyuna irdeleyerek bu konuda netleşmek gerekmektedir. Eğer sınıfların uzlaşması olanaklı olsaydı devlet, ne ortaya çıkabilir, ne de ayakta kalabilirdi. Bu temel gerçeği görmezden gelirsek; devletin, küçük- burjuva ve dar kafalı profesörlerle yazarların, devletin sınıfların uzlaşmasına hizmet ettiği görüşünü benimsemek elbette kolay olurdu. Ve olduğunu görüyoruz. Bu aynı zamanda, Marxist görünüp, Marx’ta devletin, sınıf egemenliğinin bir organı, bir sınıfın, başka bir sınıf tarafından ezilmesinin organı olduğunu görmezden gelerek, devletin sınıfların uzlaşmasına hizmet ettiği yalanını Marx’a dayandırmak demektir.
Diğer yandan devlet, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar, aynı anlama gelen, özel silahlı örgüt yanında, hapishaneleri ve her türlü zor kurumları da içeren bir kamu gücünün ifadesidir. Başka ifadeyle, ezen ve ezilen sınıflar olarak parçalanmış bir toplumda, ezenlerin sınıf egemenliği olarak devletle birlikte, eski ilkel komünal toplumdaki ” kendi kendine hareket eden silahlı örgüt” yerine, ezen sınıfların egemenliğinin korunmasının ve ezilen sınıfların baskı altında tutulmasının aracı olarak “silahlı insanlardan oluşan özel kuvvetler”, sürekli ordu, polis vs. meydana çıkar.
Engels,”Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni ” adlı çalışmasında, devleti tarihsel olarak ortaya koyarken, eski Gens örgütlenmesinde, yani ilkel komünal Gens toplumlarında, devletin olmadığını dolayısıyla toplumun üstünde duran ve ona yabancılaşan silahlı insanlardan oluşan özel formasyonların, yani ordu, polis vs. nin olmadığını; silah taşıyabilen bütün Gens üyelerinin silahlanmasını anlatan bir “halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü” olduğunu vurgulamaya ve dikkatleri bu noktaya çekmeye özen göstermiştir. Uygar toplum, bunlar arasında bir silahlı mücadeleye yol açabilecek olan düşman ve hem de uzlaşmaz düşman sınıflara bölünmüştür. Bunun sonucunda devlet oluşur, özel bir güç yaratılır, silahlı insanlardan oluşan özel formasyonlar ortaya çıkar. Ve bu devlet aygıtını yıkan her büyük devrim bize, hem egemen sınıfın kendisine hizmet eden silahlı insanlardan oluşan özel formasyonları yenilemeye çabaladığını ve hem de ezilen sınıfın sömürenlere değil, aksine sömürülenlere hizmet edecek bu türden yeni bir örgüt yaratmaya çalıştığını açıkça gösterir.
Demek ki, Engels’in bilinçli işçiler için işaret ettiği nokta, her büyük devrimin pratik, anlaşılır ölçüde sorduğu sorunun, silahlı insanlardan oluşan “özel” formasyonlar ile “halkın kendi kendine hareket eden silahlı örgütü” arasındaki karşılıklı ilişki sorusu olduğudur.
Şimdi, bu altı çizilenler ışığında devlete başka bir açıdan daha bakalım. Toplumun üstünde duran özel bir kamu gücünün ayakta tutulması için vergilerin ve devlet borçlarının gerekli olduğunu hepimiz biliyoruz.
Buradan hareketle en sefil polis memurunun, Gens toplumunun tüm organlarının toplamından daha çok ‘otorite’ye sahip olduğunu, fakat en güçlü prensin ve uygarlığın en büyük devlet adamının, ya da generalinin, ona gösterilen içten ve tartışmasız saygıdan dolayı en küçük Gens’in başkanını kıskanabileceğine işaret eden Engels’in, kamu gücünün ayakta tutulması için gerekli olan otoritenin, toplumun saygısından uzak olduğunu vurguladığını hatırlatmak isterim. Böylece devlet erkinin organları olarak memurların ayrıcalıklı konumu sorunu ortaya konulmakta, dolayısıyla onları toplumun üstüne çıkaranın ne olduğu sorusu öne çıkarılmaktadır.
Engels bu sorunun cevabını, “Devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme gereksiniminden doğduğu için, ama aynı zamanda bu sınıfların çatışmasının tam ortasında doğduğu için, kural olarak en güçlü, ekonomik olarak egemen sınıfın devletidir ve onun sayesinde siyaseten de egemen sınıf haline gelir ve böylece ezilen sınıfı bastırmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eder…” diyerek öne çıkartmaya çalışıyordu. Yani memurların kutsallığı ve dokunulmazlığı üzerine özel yasalar çıkarılmasına işaret etmekteydi.
Şüphesiz, yalnızca antik ve feodal devlet, köleleri ve serfleri sömürmenin organı değillerdi, hepimiz biliyoruz ki, modern devlet de ücretli emeği sömürmenin aracıdır. Bununla birlikte, istisnai olarak, savaşan sınıfların birbirlerini öylesine yakın dengeledikleri dönemler olur ki, devlet erki, görünüşte aracı olarak o an için her ikisine karşı belli bir bağımsızlık kazanır. Fransa’da 17.ve 18.yy mutlak monarşisi, Büyük Fransız Devrimi’nden kısa bir süre önce hüküm sürmüştü ve feodalizmle burjuva düzeni arasındaki geçiş döneminin devletiydi. Mutlak monarşi, devlet iktidarının, birbirleriyle mücadele eden sınıfların adeta üzerinde durduğu ve bu mücadeleye ancak, bu sınıfları barıştırmak için müdahale ettiği şeklindeki düşünceler için, dışsal bir neden sunmuştu.
Fakat gerçekte mutlak monarşi, çözülmekte olan feodal beyler sınıfının devletiydi. Burjuvazi, yeterli güce ulaştığı gibi, mutlak monarşiyi yıkarak kendi sınıf devletini kurdu. Modern temsili devletin de, sermayenin ücretli emeği sömürmesinin aracı olduğunu ve istisnai olarak, böyle bir devlet erkinin, görünüşte birbiriyle savaşan sınıflara karşı belli bir bağımsızlık kazanabileceğini ifade eden Engels, “demokratik cumhuriyette zenginliğin, iktidarını, Amerika’da olduğu gibi, memurları doğrudan rüşvetle satın alarak veya hem Fransa’da, hem de Amerika’da olduğu gibi, hükümet ve borsanın ittifakı sayesinde dolaylı olarak, fakat bir o kadar da güvenli olarak icra ettiğini” ekler.
Lenin ise, Engels’in ortaya koyduklarına ilave olarak, Zenginlik’in mutlak gücünün demokratik cumhuriyette daha güvenli olmasının bir başka nedeninin, bu mutlak gücün, kapitalizmin kötü bir politik kılıfına bağımlı olmaması olduğunu ve demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi politik kılıf olduğunu ve sermayenin bu en iyi kılıfı ele geçirdikten sonra, burjuva demokratik cumhuriyetin ne kişilerindeki, ne kurumlarındaki, ne de partilerindeki hiçbir değişikliğin bu iktidarı sarsamayacağını vurgular.
Demokratik cumhuriyetin düşünülebilecek en iyi kılıf olmasının anlamını ise, Engels’in, genel oy hakkını, burjuvazinin egemenliğinin aracı olarak nitelemesinden çıkartabiliriz. Engels,”genel oy hakkının, işçi sınıfının olgunluğunun ölçeği olduğunu ve demokratik cumhuriyeti kastederek, bu günkü devlette asla daha fazlası olamaz ve olmayacaktır.” derken, Lenin’in ilaveten söylediğini doğrulamış olmaktadır.
Dün sosyal-devrimcilerin, Menşeviklerin, küçük burjuva demokratlarının ve Lenin’in deyimiyle onların öz kardeşleri olan sosyal-şovenistlerin ve oportünistlerin beklediği gibi, bu gün de onların ardılları olan, adlarına özgürlükçü, eşitlikçi veya demokratik ön eki koyan sözde sosyalist, gerçekte küçük burjuva olan bilumum oportünistler, Engels’in sözünü ettiği,”daha fazla” yı, tam da bu “genel oy hakkı”ndan beklerler ve “genel oy hakkı”nın, bu günkü tekellerin devletinde emekçilerin çoğunluğunun iradesini gerçekten yansıttığını halka kabul ettirmeye çalışırlar. Engels’in kaleminden devletin ne menem bir şey olduğunu daha da netleştirmek için, onun en popüler eserinde dile getirdiği sözlerini aktarmaya uzunca bir alıntı ile devam etmek istiyorum.
“O halde” diyerek devam eder Engels “devlet ezelden beri var olan bir şey değildir. Onsuz yapabilen, devlet ve devlet iktidarı hakkında hiçbir fikri olmayan toplumlar olmuştur. Ekonomik gelişmenin, toplumun sınıflara bölünmesiyle zorunlu olarak bağlı olan belirli bir aşamasında, bu bölünme yüzünden devlet bir zorunluluk haline geldi. Şimdi üretimin, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda üretimin pozitif bir engeli haline geldiği bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, daha önceki bir aşamada ortaya çıkışlarındaki aynı kaçınılmazlıkla batacaklardır.
Onlarla birlikte kaçınılmaz olarak devlet de batar. Üretimi, üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde yeniden örgütleyen toplum, tüm devlet mekanizmasını, o zaman ait olacağı yere; eski eserler müzesine, çıkrığın ve bronz baltanın yanına kaldıracaktır.” Evet, Engels’in bu uzun alıntı ile aktardığım sözleri yeterince açıktır ama hâlâ göremeyenler ve daha fazlasıyla bu açıklığın görülmesini engellemek için, türlü hilelerle üzerini örtmeye çalışanlar cirit atmaya devam etmektedir. Bu zehirli ciritlerin panzehiri, elbette ki, Marxist devlet öğretisinin derinlemesine öğrenilmiş olmasıdır.
DEVLETİN TASFİYESİ
Gelelim, Marxizm’in oportünist tahrifinin en yaygın biçimde yapıldığı noktaya; Devletin “sönüp gitmesi” konusuna.
Sönüp gidenin burjuva devlet olduğundan hareketle devletin “sönüp gitmesi “ne alkış tutmak, bunu Marxizme mal ederek, hem Marxist görünüp, hem de devrimin örtbas edilmesi, hatta yadsınması anlamına gelir. Yani Marxizm’in en ince tahrifidir.
Devletin “sönüp gitmesi” üzerine Engels’in sözleri oportünistlerce de çok sık aktarılır. Amaç Marxizm’in tahrifini Marxizm’e dayandırmaktır. Bu şekilde daha inandırıcı ve daha kabul edilebilir olmaktadır.
Bu nedenle, bu konu özel önem taşımaktadır ve yine bu nedenle Engels’in bu konu ile birlikte devletin kapsamlı bir şekilde açıklamasını yapan sözlerini aktarmak için uzun bir parantez daha açmamız gerekecektir.
“Proletarya, devlet erkini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürür. Fakat bununla proletarya olarak bizzat kendini ortadan kaldırır, bununla tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırır.
Sınıf karşıtlıkları içinde hareket eden şimdiye kadarki toplumun devlete ihtiyacı vardır, yani her defasındaki sömürücü sınıfın kendi dış üretim koşullarını sürdürmek, yani özellikle sömürülen sınıfı mevcut üretim tarzının verili baskı koşulları (kölelik, serflik veya bağımlılık, ücretli emek) içinde tutmak için kurduğu bir örgüte gereksinimi vardı.
Devlet, tüm toplumun resmi temsilcisi, onun gözle görünür bir organ içinde toplanmasıydı, fakat sadece, kendi döneminde bizzat tüm toplumu temsil eden sınıfın devleti olduğu ölçüde böyleydi; ilk çağlarda köle sahibi yurttaşların, ortaçağda feodal soyluların, çağımızda burjuvazinin devleti.
Sonunda gerçekten tüm toplumun temsilcisi haline gelerek, kendi kendisini gereksiz hale getirir. Baskı altında tutulacak hiç bir toplumsal sınıf kalmayınca, sınıf egemenliği ve – bugüne kadar ki üretim anarşisinde yatan – bireysel var olma mücadelesi ile birlikte, bundan doğan çatışma ve aşırılıklar da ortadan kalkınca, artık özel bir baskı erkini, bir devleti gerekli kılan baskı altında tutulacak hiç bir şey yoktur.
Devletin gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak ortaya çıktığı ilk eylem, – üretim araçlarına toplum adına el konması – aynı zamanda onun devlet olarak son bağımsız eylemidir.
Toplumsal ilişkilere bir devlet erkinin müdahalesi,çeşitli alanlarda birbiri ardına gereksiz hale gelir ve sonra kendiliğinden sönüp gider. Kişiler üzerinde hükümet etmenin yerine şeylerin idaresi ve üretim süreçlerinin yönetimi geçer. Devlet ‘ortadan kaldırılmaz’, sönüp gider.
‘Özgür halk devleti’ safsatası, gerek ajitasyon açısından geçici haklılığı, gerekse nihai bilimsel yetersizliği itibarıyla bununla ölçülmelidir; Aynı şekilde, sözüm ona anarşistlerin, bu günden yarına devletin ortadan kaldırılması talebi de” bununla ölçülmelidir. Engels’in bu zengin değerlendirmesinden sadece, anarşist öğretisinin tersine, yani devletin “ortadan kaldırılması” öğretisinin tersine, Marx’a göre devletin “sönüp gideceği” düşüncesi, sadece bu düşünce, dün olduğu gibi, bu gün de, sosyalist geçinen düşüncelerin ortak malı olması çabaları devam etmektedir.
Bunun anlamının, Marxizmin budanması demek olduğunu, budayarak, oportünizme indirgemek demek olduğunu Lenin çok önce net olarak ortaya koymuştur. Ancak, bu anarşist düşüncenin, devletin “ortadan kaldırılması” düşüncesinin, yerine konulan, başka bir tarihsel sürecin nesnelliğini anlatan “devletin sönüp gideceği” düşüncesinin, sosyalist düşünceye bulaştırılmak istenmesinin devam etmesi, bu düşüncenin ne anlama geldiğinin üzerinde durmayı gerektirmektedir.
Böyle bir yorumdan, Lenin’in ifadesiyle, geriye sadece sıçramaların ve fırtınaların olmadığı, devrimin olmadığı yavaş, yeknesak, tedrici bir değişim muğlâk düşüncesi kalır. Devletin “sönüp gitmesi”, devrimin örtbas edilmesi, hatta yadsınması anlamına gelir.Oysa Engels’ten aktardığım ve dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacak olan, Paris Komünü deneyiminin ifadesi olan bu değerlendirmenin en başında, Proletaryanın devlet erkini ele geçirdiği ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyetine dönüştürdüğü ve bununla, proletarya olarak bizzat kendini ortadan kaldırdığı ve bununla da, tüm sınıf farklılıklarını ve sınıf karşıtlıklarını ve böylece devlet olarak devleti de ortadan kaldırdığı, ortaya konulmaktadır.
Bunun ne anlama geldiğini düşünmeden, bunu tamamen görmezden gelip, sadece “devletin sönümlenmesi ” üzerinde ve üstelik muğlâk bir biçimde takılı kalmak, tam da Lenin’in ifade ettiği gibi, devrimin yadsınmasına kadar götürür ve bu sapma, kolaylıkla Marxizm’e bağlanabilir.
Ama dikkatli bir biçimde incelendiğinde ve elbette Marxizmde kalarak incelendiğinde görülecektir ki Engels, proletaryanın, burjuvazinin baskı aracı olan devlet erkini ele geçirdikten sonra, devlet olarak devleti de ortadan kaldırdığını ortaya koyduğunu görür. Yani burjuvazinin devletinin proleter devrim yoluyla ortadan kaldırıldığından söz ettiğini görür. “sönüp gitme ” üzerine sözlerinin ise, sosyalist devrimden sonraki proleter devletin kalıntıları ile ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılır.
Demek ki, burjuva devlet değildir Engels’e göre sönüp giden, aksine proletarya tarafından devrimle ortadan kaldırılandır burjuva devlet. Sönüp giden ise, proleter devlettir.
İkinci önemli noktaya geliyoruz; Engels’in, “özel bir baskı erki” olarak tanımladığı devletin yerine, yani milyonlarca emekçiyi ezmek için var olan bir avuç zenginin “özel baskı erki” nin yerine, burjuvaziyi ezmek için var olan proletaryanın “özel baskı erki” nin, yani proletarya diktatörlüğünün geçirilmesi gerektiği sonucuna varıyoruz ve toplum adına üretim araçlarına el konması eyleminin,”devlet” olarak devletin ortadan kaldırılması olduğu sonucuna varıyoruz ve buradan da, burjuvazinin “özel baskı erki” nin yerine, proletaryanın “özel baskı erki” nin geçmesinin hiçbir koşulda “sönüp gitme ” yoluyla gerçekleşmeyeceği gerçekliğine varıyoruz.
Engels, toplum adına, bizzat tüm toplumu temsil eden sınıf olan proletaryanın üretim araçlarına el koymasından sonraki, yani sosyalist devrimden sonraki dönemle ilgili olarak, Lenin’in ifadesiyle, çok açık ve kesin bir biçimde “sönüp gitmekten” ve hatta daha canlı ve renkli biçimde ” uykuya dalmak” tan söz ediyor.
Lenin, bu dönemde,”devlet”in politik biçiminin en tam demokrasi olduğunu vurgulamakta ve Engels’in devletin “sönüp gitmesi”nden veya “uykuya dalması”ndan söz ederken, aynı zamanda demokrasinin de “sönüp gitmesi”nden veya “uykuya dalması”ndan söz ettiğini de hatırlatmaktadır.
Önceki yazılarımdan demokrasinin bir devlet durumu olduğunu ve devlet ortadan kalktığında, demokrasinin de ortadan kalkacağını vurguladığım hatırlanacaktır. Bu vurguyu elbette Marx’ın da, Engels’in de, açıklıkla ortaya koymuş olmasına borçlu olarak yapıyordum. Böylece, burjuva devletin, dolayısıyla burjuva demokrasisinin, ancak devrimle ortadan kaldırılabilir olduğunu ve genel olarak devletin, yani en tam demokrasinin, sadece “sönüp giderek” ortadan kalkacağını bir kez daha ve Marxizm’in kurucularının ifadeleri ile hatırlatmış oluyorum.
Demokrasinin bir devlet durumu olması karakteri, bize demokrasi ile diktatörlüğün bir ve aynı kategoride olduğunu da düşünmemizi gerektirir. Bu, diktatörlükle demokrasi arasında bir nitelik farkı olmadığı, nicelik farkı olduğu anlamındadır. Son derece dikkatlice ve derinlemesine anlaşılması gereken, Marxizm’in kurucularının “devlet sönüp gider” tezinin bir başka açıdan önemi, bu tezin hem oportünistlere hem de anarşistlere karşı yöneltilmiş olmasındadır. Burada hatırlanması gereken, Alman sosyal-demokratlarının devlet ile ilgili oportünist önyargıları ve anarşistlere karşı mücadelelerindeki zayıflık olmalıdır.
Alman sosyal-demokratlarının nezdinde Oportünistler ,”Özgür halk devleti” şiarını pek sevmişlerdi. Demokrasi kavramının küçük- burjuvaca tumturaklı bir biçimde yeniden yazılması dışında, bu şiarın herhangi bir politik içeriği olmadığını vurgulayan Lenin, Engels’in bu şiarın haklılığını, demokratik cumhuriyete legal bir imada bulunduğu ölçüde, ajitatif nedenlerden ötürü geçici olarak geçerli saymaya hazır olduğunu fakat bunun oportünist bir şiar olduğunu, yalnızca burjuva demokrasisini şirin göstermekle kalmadığını, genelde her türlü devletin sosyalist eleştirisinin tanınmamasını da ifade ettiğini belirtiyordu.
“Biz-diyordu Lenin- kapitalizm koşulları altında proletarya için en iyi devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyetten yanayız. Ama en demokratik burjuva cumhuriyette bile, ücretli köleliğin halkın kaderi olduğunu unutmamalıyız.” Lenin, bunu, Engels’in ve Marx’ın 19. YY ın yetmişli yıllarında partili yoldaşlarına tekrar tekrar açıkladıklarını hatırlatarak devam eder ve her devletin, ezilen sınıfa karşı bir “özel baskı erki” olduğunu ve bu yüzden her devletin ne özgür olduğunun, ne de halk devleti olduğunun altını çizer.
Bu konuya daha sonra yeniden dönmek umuduyla şimdilik bu hatırlatma ile yetinerek ve bu konu ile doğrudan ilintili olduğuna inandığım Engels’in, “devletin sönüp gitmesi” üzerine yaptığı değerlendirmeleri içeren eserinden, “devletin sönüp gitmesi” ile uyumlu bir bütünlük oluşturan “zora dayalı devrim” in önemi hakkındaki açıklamalarının üzerinde durmak istiyorum.
( NEDEN) ZORA DAYALI DEVRİM
Engels’in dediği şudur, “…fakat zorun tarihte başka bir rol ( şeytani bir gücünkünden başka bir rol) oynadığı, devrimci bir rol oynadığı, Marx’ın sözleriyle, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesi olduğu, toplumsal hareketin kendisini kabul ettirmekte ve donuk, ölü politik biçimleri kırmakta kullandığı araç olduğundan -Bay Dühring’te hiç söz edilmiyor. Sadece oflayıp, puflayarak, sömürü ekonomisini devirmek için belki de zorun – ne yazık ki !- gerekli olabileceği ihtimalini kabul ediyor, çünkü her zor kullanımı, onu kullananı demoralize edermiş. Ve bu, her muzaffer devrimin sonucu olmuş olan yüksek ahlak ve atılım karşısında ileri sürülüyor! Ve bu, halka zorla kabul ettirilebilecek zorlu bir çatışmanın, hiç değilse Otuz Yıl Savaşları’nın aşağılayıcılığından ulusal bilincine işlemiş bulunan kölelik ruhunu silme üstünlüğüne sahip olduğu Almanya’da ileri sürülüyor ve bu bitkin, yavan, mecalsiz vaiz anlayışı, kendisini tarihin gördüğü en devrimci partiye ( Alman sosyal -demokrat parti) zorla kabul ettirme sevdasında.”
Buradan da görülmektedir ki, Engelsin Sosyal-demokratlara sunduğu “zor”a dayalı devrimle, “devletin sönüp gitmesi” teorisi farklı süreçleri anlattıkları için birbirinin yerine geçemez. Ancak sık sık birbirine karıştırılıp bağdaştırıldığını biliyoruz ve hâlâ bağdaştırılmaktadır.
Burada öne çıkan, Lenin’in deyimiyle, diyalektiğin yerine, eklektizmin konmasıdır. Lenin, eklektizmin görünürde sürecin bütün yönlerini, gelişim eğilimlerini, çelişik etkilerini hesaba kattığını ama gerçekte ise, toplumsal gelişme sürecine ilişkin bütünlüklü ve devrimci bir anlayış sunmadığını belirtmektedir.
Marxizmin kurucularının “zora dayalı devrim” in kaçınılmazlığı öğretisinin burjuva devletle ilgili olduğu açıktır. Burjuva devletin, yerini proleter devlete ( proletarya diktatörlüğü) “sönüp gitme ” yoluyla değil, genel kural olarak, ancak “zora dayalı devrim” le bırakabileceğini Engels’ten alıntıladığımız değerlendirmelerden anlamak zor değil. Ancak, dün olduğu gibi, bu gün de, hem de tarihsel gelişmenin de ortaya koyduğu tüm nesnel açıklıklara rağmen, bu gerçeklik ısrarla görmezden geliniyor.
“Engels’in ‘zora dayalı devrim’e yaptığı ve Marx’ın birçok açıklaması ile uyum içinde olan övgü -der Lenin, Felsefenin Sefaleti ile Komünist Manifestoyu ve Gotha Programının Eleştirisini hatırlatarak- bu övgü, kesinlikle bir “meftuniyet”, bir hitabet, bir polemik, bir taşkınlık değildir.”
Gerçekten de ve Lenin’in de işaret ettiği gibi, Marxizm’in kurucularının tüm öğretisinin temelinde, kitleleri ” zora dayalı devrim”e dair bu tür düşüncelerle sistemli olarak eğitmek zorunluluğu yatar.Burjuva devletin yerine proleter devleti geçirmek, “zora dayalı devrim” olmadan kesinlikle olanaksızdır. Proleter devletin ortadan kaldırılması ,yani her türlü devletin ortadan kaldırılması ” sönüp gitme” dışında başka bir yoldan imkansızdır.
İşte öğretinin özü budur. Ve bu öz, Marx ve Engels’in, her devrimci durumu tek tek inceleyerek, her bir devrimin deneyimlerinin derslerini çözümleyerek ortaya koydukları görüşlerinin billurlaşmış özetini verir. Ancak şimdi bile bu öğretinin özüne oldukça uzak mesafeden bakılmakta ve bunun sonucu olarak da, tümüyle safsata olarak nitelenebilecek zorlama ve tıpkı başta vurgu yaptığım gibi, Hegelvari idealist hayaller pompalanabilmektedir.
Burada oportünistlerin ve Hegelvari düşler gören küçük-burjuva reformistlerin görmezden geldiği, ya da unuttuğu, proletaryanın devletinin, egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya olması, yani proletarya diktatörlüğü olması şeklindeki tanımdır. Bu tanım, reformizmle kesinlikle bağdaşmayacağı için,”demokrasinin barışçıl gelişimi” ne dair bildik oportünist önyargıları ve küçük-burjuva hayalleri tuzla buz eder.
Buna karşın, oportünistler, devrim ve demokrasi ile ilgili olarak emekçi kitlelere, küçük burjuva hayalleri pompalamaktan vazgeçmemişler ve bu gün bile devam eden ardılları ile Marxizm’in devlet öğretisini tahrif etmeyi sürdürmektedirler.
Sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü,küçük-burjuva hayalci dünyalarında tasarlayarak, bunu, sömüren sınıfların egemenliğinin, şiddete dayalı devrimle yıkılması olarak değil de, Lenin’in eleştirel ifadesiyle, azınlığın, görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa barışçıl biçimde boyun eğmesi olarak tasarlıyorlardı. Yani burjuvazinin her daim sevdiği, sınıflar üstü bir devlet kabulü ile sıkı sıkıya bağlı olan bu küçük-burjuva hayalci yaklaşım, küçük-burjuva sosyalistlerini, pratikte işçi sınıfının çıkarlarına ihanet etmeye götürmüştür.
Buna en çarpıcı ve akıllarda kalan örnek, gerçekte küçük-burjuva demokratlarından olan, sözde sosyalist Louis Blanc ve taraftarlarıdır.
Keza Blanc, 1848 Şubat devriminden sonra, burjuva hükümete katıldığı gibi, ParisKomünü’nün ilan edildiği 1871 yılında da, Versailles’da, Komün’ün cellâdı olarak anılan Thiers Hükümetinde kalmış, Burjuvazi Komüncüleri ezerken, Blanc, burjuvazi ile proletarya arasında çıkar birliğini vaaz ederek ve elbette üzerinde sosyalist gömlek olduğu için, burjuvaziye hizmet ettiğini göremeyen Fransız halkının, Komünarların ezilmesinde tarafsız kalmasını sağlayarak burjuvaziye yardım etmiştir.
SINIF MÜCADELESİ ÖĞRETİSİ AÇISINDAN DEVLET
Marx, sınıf mücadelesi öğretisini, politik iktidar öğretisine, devlet öğretisine kadar geliştirerek, bu küçük-burjuva hayalci sosyalizme karşı mücadelede, bilinçli işçilere ve elbette komünistlere son derece tutarlı bir teorik mücadele kanalı açmıştır. Bilinçli işçiler ve komünistler, bu kanaldan geçerek, Marx’ın devlet ve sosyalist devrim sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisinin, zorunlu olarak, proletaryanın politik egemenliğinin, onun diktatörlüğünün, yani hiç kimse ile paylaşılmayan ve doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına varır.
Proletarya, devlet erkine, merkezileşmiş bir iktidar örgütüne, bir zor örgütüne, gerek sömürücülerin direnişini bastırmak için, gerekse sosyalist ekonomiyi işler hale getirmek üzere, nüfusun muazzam kitlesini, köylülüğü, küçük burjuvaziyi, yarı proleterleri yönetmek için gereksinim duyar.
Devlet öğretisi,yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya öğretisi, Marx’ın tarihte proletaryanın devrimci rolüne dair tüm öğretisiyle kopmaz biçimde bağlı olan bu teori, proletaryanın devrimci rolünün taçlandırılmasını proletarya diktatörlüğünün, proletaryanın politik egemenliğinin oluşturduğunu net olarak gösteren bir öğretidir. Bu öğreti,aynı zamanda, burjuvazinin kendisi için yarattığı devlet mekanizmasını önceden yok etmeden, parçalamadan proletaryanın egemenlik aracı olan örgütün,yani proletarya diktatörlüğünün yaratılmasının mümkün olmadığını da net bir biçimde göstermektedir.
Diğer yandan, hatırlanması gerekir ki, Marx’ın öğretisi çoğu kez ve daha çok Marxizm’i tahrif etmek için sınıf mücadelesine indirgenir. Oysa Marx’ın kendi ifadesiyle ve Lenin’in aktarımı ile sınıf mücadelesi öğretisi Marx’tan çok önce ve burjuvazi tarafından yaratılmıştır. Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri, henüz burjuva düşüncesinin ve politikasının sınırları içinden çıkamamış demektir. Böyle biri, Marxist değildir. Marxizm’i sınıf mücadelesi öğretisine indirgemek, Marxizmi budamak, onu tahrif etmek, burjuvazi için kabul edilebilir sınıra indirmek demektir. Sadece, sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar genişleten kişi Marxist’tir. Marxizm’i gerçekten anlamış ve kabul etmiş olmanın denek taşı budur.
Avrupa tarihine bakıldığında, tüm reformistler ve oportünistler yanında, Kautskycilerin de proletarya diktatörlüğünü reddeden zavallı darkafalılar ve küçük-burjuva demokratları oldukları gözden kaçmaz.Burjuva devletlerin biçimleri son derece çeşitlidir ama özleri birdir. Tüm bu devletler, şu, ya da bu tarzda, fakat son tahlilde mutlaka burjuvazinin bir diktatörlüğüdür. Kapitalizmden komünizme geçiş de, muazzam bir politik biçimler bolluk ve çeşitliliğini gösterecektir, fakat özü mutlaka aynı kalacaktır; Proletarya diktatörlüğü.
Marx’ın Paris Komünü’nden kısa bir süre önce, 1870’in son aylarında, Parisli işçileri uyararak, hükümeti devirme girişiminin umutsuz bir budalalık olacağını ifade ettiği bilinir. Lenin, “Ve bu söylediği, Komün’ün sonucu itibarıyla kanıtlanmıştır. Ancak 1871 Mart’ında işçilere savaştan başka bir seçenek bırakılmadığında, işçiler burjuvazinin savaş dayatmasını kabul edip, ayaklanma bir olgu haline geldiğinde, uğursuz işaretlere rağmen Marx, Kasım 1905’de işçi ve köylüleri mücadeleye teşvik ruhuyla yazan ve Aralık 1905’ten sonra liberal örneğe uygun olarak, “silaha sarılmamak gerekirdi” diye yaygara koparan Marxizm’in Rus döneği Plehanov gibi yapmadı ve proleter devrimi, en büyük coşkuyla selamladı” derken, son derece somut ve önemli bir gerçekliğe dikkat çekiyordu.
Buna karşın Marx, kendi ifadesiyle “gökyüzünü fethetmeye ” kalkan Komünarların kahramanlığına hayran olmakla yetinmedi, aynı zamanda ayaklanma hedefine ulaşmamış olmasına rağmen, devrimci kitle hareketinde muazzam önemde bir tarihsel girişim, proleter dünya devriminde ileriye doğru belli bir adım olarak görüyordu. Ve bu girişimi tahlil etmeyi bir görev olarak önüne koydu.
Marx ve Engels birlikte imzaladıkları Komünist Manifesto’nun 24 Haziran 1872 tarihli son önsözünde Manifestonun yer yer eskidiğini açıklıyorlardı. “Özellikle Komün,’işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını basitçe ele geçirip, onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceğini’ kanıtlamıştır.” Böylece Marx ve Engels, Paris Komünü’nün asıl ve temel dersine tek başına öylesine büyük bir önem biçtiler ki, onu özsel bir düzeltme olarak Komünist Manifestoya eklediler.
Ancak bu düzeltme ile kaydettikleri sonucun anlamı tam olarak anlaşılamamıştı. Hâlâ da anlaşıldığını sanmıyorum. Üstelik Marx ve Engels’in burada iktidarı ele geçirmenin tersine, tedrici gelişim düşüncesini vurguladıkları sonucu çıkarıldı. Oysa Marx’ın düşüncesi, proletaryanın “hazır devlet mekanizmasını” parçalamak, yok etmek zorunda olduğu ve kendisini sadece onu ele geçirmekle sınırlayamayacağı yönünde idi.
Kugelmann’a 12 Nisan 1871 de yani tam Komün sırasında yazdığı bir mektupta Marx şöyle yazıyordu; ” 18. Brumaire’imin son bölümüne bakarsan, Fransız devriminin bir girişimi olarak, artık şimdiye kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi değil, bilakis onu paramparça etmeyi ifade ettiğimi göreceksin ve bu kıtadaki her gerçek halk devriminin ön koşuludur. Kahraman Parisli parti yoldaşlarımızın girişimi de budur.” İşte anlamak istenmeyen ve Marx’ın tahrifinde kullanılan düzeltmenin anlamı budur. ” Hazır devlet mekanizmasının paramparça edilmesi, her gerçek halk devriminin ön koşuludur.”
Diğer yandan, Lenin’in ifadesiyle Marx’ın ağzında tuhaf kaçan “halk” devrimi kavramı var ve bu, Plehanovcuların, Menşeviklerin yanında, onların şimdiki ardıllarının Marx’izmi karikatür haline getirmelerine olanak vermiş olabilir.Ancak Marx’ın bu olağanüstü derin ifadesi özel bir dikkatle incelendiğinde ortada pek de Plehanovcuları sevindirecek bir tuhaflık olmadığı görülüyor.
İnceleme Lenin’den geliyor; “Gerek Portekiz devriminin gerekse Türk devriminin burjuva devrimler olarak kabul edilmesi gerektiğini vurgulayan Lenin, her ikisinin de bir “halk” devrimi olmadığını ifade ediyordu. Buna karşılık 1905 ve 1917 burjuva devrimlerinin gerçek bir halk devrimi olduğunu söylüyordu. “Çünkü – diyordu – halk kitlesi, onun çoğunluğu, toplumun köleleştirilmiş ve sömürülen en alt katmanları bağımsız olarak ayaklandılar, devrimin tüm seyrine kendi taleplerinin, yıkılacak olan eskinin yerine kendi tarzlarında yeni bir toplum kurma yönünde kendi girişimlerinin damgasını vurdular.” diyen Lenin, şöyle devam ediyordu,”1871 yılı Avrupa’sında kıta üzerinde proletarya hiçbir ülkede halkın çoğunluğunu oluşturmadı” Lenin bunu hatırlatıyor ve “halkın çoğunluğunu hareketin içine çeken bir ‘halk’ devriminin ancak, hem proletaryayı hem de köylülüğü kapsadığında böyle bir ‘halk’ devrimi olabileceğini” belirtiyordu.
Lenin’e göre, bu iki sınıf o zaman ‘halk’ ı oluşturuyordu. Lenin, “Her iki sınıfın ortak yanı, ‘bürokratik-askeri devlet mekanizması’ tarafından köleleştirilmeleri, ezilmeleri ve sömürülmeleridir.” diyordu.”Bu mekanizmayı paramparça etmek ; ‘halk’ın, onun çoğunluğunun, işçilerin ve köylülüğün büyük bölümünün gerçek çıkarı burada yatar” diyen Lenin ,”en yoksul köylülerin proletaryayla özgür ittifakının ‘ön koşulu’nun bu olduğunu ve böyle bir ittifak olmadan demokrasinin kalıcı olmayacağını ve sosyalist dönüşümün olanaksız olduğunu” vurguluyordu.
Devlet mekanizmasının “parçalanması”nın, hem işçilerin hem de köylülerin çıkarları doğrultusunda zorunlu olduğunu, onları birleştirdiğini, onların önüne “parazitleri” bertaraf etme ve yerine yeni bir şey koyma ortak görevini saptayan Marx, 1847 de Komünist Manifesto’da, burjuva devletin yerine “egemen sınıf olarak proletaryanın örgütünü” , “demokrasinin mücadeleyle elde edilmesini ” koyarken, bunun hangi somut biçimler alacağını, bu örgütün mümkün olduğunca tam ve tutarlı “demokrasinin mücadeleyle elde edilmesi”yle hangi tarzda birleşeceği sorusuna yanıtı, kitle hareketinin deneyimlerine bırakıyordu.
Bu deneyimlerin, Marx’ın “Fransa’da İç Savaş” eserinde titizlikle tahlil ettiği Komün’ün deneyimleri olduğunu hepimiz biliyoruz .
Bu eserinde,19. yüzyılda gelişen, “her yerde hazır ve nazır organları; daimi ordu, polis, bürokrasi, din adamları, hakimleri ile merkezileşmiş devlet iktidarı”ndan söz eden Marx, “devlet erkinin, gittikçe daha fazla, işçi sınıfını ezmek için bir kamu erki, bir sınıf egemenliği mekanizması karakterini aldığını ” vurguluyor ve “Sınıf mücadelesinde bir ilerlemeyi gösteren her devrimden sonra, devlet iktidarının salt baskıcı karakterinin gittikçe daha açık ortaya çıktığını” ekliyordu.
Tahliline devam eden Marx, ” Komün’ü imparatorluğun tam karşısına” koyuyor ve “Komün, sınıf egemenliğinin sadece monarşist biçimini değil, aynı zamanda bizzat sınıf egemenliğini ortadan kaldıracak olan cumhuriyetin, özgül biçimiydi…” diyordu.
Marx, sınıf egemenliğinin bu özgül biçiminin ilk işaretlerini , “…Komün’ün ilk kararnamesinin, daimi ordunun bastırılması ve yerine silahlı bir halkın konması olduğunu ” ifade ederek veriyordu.
” Komün- diyordu Marx – Paris’in çeşitli semtlerinde genel oy hakkıyla seçilmiş belediye meclislerinden oluşuyordu. Çoğunluğu doğal olarak işçilerden ya da işçi sınıfının herkesçe tanınan temsilcilerinden oluşan bu meclisler, sorumlu idiler ve her an görevden alınabilirlerdi. O zamana kadar hükümetin aleti olan polis, tüm politik niteliklerinden arındırıldı ve bütün diğer yönetim dallarındaki memurların olduğu gibi, Komün’ün sorumlu ve her an görevden alınabilir aletine dönüştürüldü. ”
Lenin bunu, “parçalanan devlet mekanizmasının yerine Komün tarafından görünürde ‘sadece’ daha tam bir demokrasi geçirilmesi; daimi ordunun ortadan kaldırılması, istisnasız tüm memurların seçilebilirliği ve görevden alınabilirliği” olarak açıklıyordu. “Ne var ki -diyordu – gerçekte bu ‘sadece’, belli kurumlarla, prensip itibarıyla başka kurumların dev ölçekte bir yer değiştirmesi anlamına gelir. Düşünülebilecek en büyük tamlık ve tutarlılıkla uygulanan böyle bir demokrasi, burjuva demokrasisinden proleter demokrasiye dönüşür. Devletten aslında artık devlet olmayan bir şeye dönüşür.”
Ancak burjuvaziyi ve onun direnişini bastırmanın hâlâ gerekli olduğuna dikkat çeken Lenin, Komün için bunun özellikle gerekli olduğunu ama tam da bu nedenle, yani bunu yeterince kararlılıkla yapmamış olduğu için yenildiğinin altını çizerek, burada “ezen organ”ın artık, azınlık değil, halkın çoğunluğu olduğunu ve bizzat halkın çoğunluğu, kendisini ezenleri ezmeye başladıysa, o zaman artık ‘ özel bir baskı erki’nin gerekli olmadığını; bu anlamda devletin sönüp gitmeye başladığını ekliyordu.
Ayrıcalıklı bir azınlığın özel kurumları yerine, çoğunluk bunu bizzat kendisi doğrudan yapabilirdi ve tüm halk, devlet iktidarının fonksiyonlarının uygulanmasına ne kadar çok katılırsa, bu iktidara gereksinimi de o kadar azalırdı.
Komün’ü tahlil etmeyi sürdüren Marx, “Komün, parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olacaktı…” diyerek, şöyle devam ediyordu, ” Üç ya da altı yılda bir, hâkim sınıfın hangi üyesinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek yerine, genel oy hakkı, Komünlerde kurumlaşan halka hizmet edecekti, tıpkı bireysel seçim hakkının, tüm diğer işverenlere, kendi işyerinde işçi, ustabaşı ve muhasebeci seçmesine hizmet etmesi gibi.”
Marx’ın, Buradaki parlamentarizmi eleştirisine dikkat çeken Lenin, oportünistlerin, işadamı sosyalistlerin, parlamentarizmin eleştirisini tümüyle anarşistlere bıraktıklarını ve bu kurnazlıkla, parlamentarizmin her türlü eleştirisine ,”anarşizm” diyerek karşı çıktıklarını hatırlatır.
Diyalektiğin, Marx için oportünistlerin boş bir moda sözcük haline getirdiği bir şey olmadığını vurgulayan Lenin, Marx’ın, özellikle devrimci durumun olmadığı koşullarda burjuva parlamentarizminin ‘ahırı’ndan dahi yararlanmayı bilmeyen anarşizmle ilişkiyi acımasızca koparmayı bildiğini ama aynı zamanda parlamentarizmin gerçekten devrimci-proleter bir eleştirisini yapmayı da bildiğini hatırlatıyor ve ekleyerek, birkaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermenin, sadece parlamenter – meşruti monarşilerde değil, aksine en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü olduğunu söylüyordu.
Lenin, diğer yandan parlamentarizmden çıkış yolu nerede kalır ve onsuz nasıl yapılabilir? sorusunu ortaya atarak, bunun, yani parlamentarizmden çıkış yolunun, temsili organların ve seçilebilirliğin ortadan kaldırılmasında olmadığını, aksine temsili organların laklakhanelerden “çalışma” organlarına dönüşütürülmesinde olduğunu belirtiyor ve böylece Komün’ün parlamenter değil, aksine aynı zamanda yürütme ve yasama gücüne sahip bir çalışma organı olmasına vurgu yapıyordu.
“Burjuva toplumun satılık ve çürük parlamentarizminin yerine, Komün, yargı ve tartışma özgürlüğünün bir aldatmacayla yozlaşmadığı organlar koyar, çünkü parlamenterler, kendileri çalışmak, yasaları kendileri uygulamak, uygulama sonucunda ortaya ne çıktığını kendileri kontrol etmek, seçmenleri önünde sorumluluğu kendileri taşımak zorundadırlar. Temsili organlar kalır, fakat özel bir sistem olarak, yasama ve yürütme faaliyetinin ayrılması olarak, milletvekilleri için ayrıcalıklı bir konum olarak parlamentarizm burada yoktur.
(Fikret Uzun)