Türkiyelileşme ittifaklar ve HDP hareketi
HDP’nin kurulması, yıllardan beri tartışılan birlikte örgütlenme sorunun yeniden gündeme taşıdı. Ve hangi ulusal mensup olursa, olsun işçi sınıfının, kapitalizm tasfiye etme ve sosyalizmi kurma hedefine yönelik mücadelenin gereği olarak öncü partisinde birlikte örgütlenme tartışmasını alevlendirdi.
Kürt burjuvazisinin temsilcilerinin birlikte örgütlenmeye karşı olma tavırlarını yine sürdürüyorlar ve hem de gerçek niyetlerini ört, bas etmek için, işçi sınıfının öncü partisinde birlikte örgütlenmeyi savunanlara iftira atarak. Güya Marksist-Leninist komünist partisin de birlikte örgütlenmeyi savunalar, ezilen ulus statüsünde yaşamaya mahkûm edilen ve zor yoluyla asimilasyona tabi tutulan Kürt Halkının ayrı devlet( ve federe devletin de) kurmasına karşı oldukları için birlikte örgütlenmeden yanalarmış!
Oysa “Birlikte örgütlenmeyi” savunanlar, Kürt halkının ayrı devlet kurma hakkı dâhil olmak üzere, kendi kaderini, kendisinin tayin etme hakkını mutlak olarak savunmasın da hiçbir şekilde tereddüt göstermediler. Ve yine sadece UKTH mutlak savunmasıyla sınırlı taktiklerle hareket etmediler.
Lenin’in ulusal sorunla ilgili görüşlerini temel alarak, Türklerle, Kürtlerin ve ezilen diğer azınlık milliyetlerin bir devletin çatısı altında yaşayıp, yaşamayacaklarına, hiçbir siyasi ve ekonomik baskının bulunmadığı koşullarda özgür iradeleriyle karar vermeleri için, tüm gerici engellerin tasfiyesiyle oluşabilecek demokratik ortamın gerekliliğinin üzerinde ısrarla durdular.
Bu koşullarda yapılacak olan referandumla ancak Kürt halkı özgür iradesiyle kendilerini ezen ulusa mensup olanlarla aynı devlet çatısı altında yaşayıp, yaşamaya karar verebilir.
Demokratik referandumun yapılması sırasında, ezen ulusa mensubu proletarya, Kürt halkının ayrı devlet kurmasından yana, ezilen ulusa mensup proletarya da bir devlet çatısın altında birlikte yaşamadan yana propaganda yürütmesi zorunludur. Eğer referandum sonucu Kürt ulusu ayrı devlet kurmadan yana karar verirse; kesinlikle bu karara ezen ulus mensupları saygı göstermesi gerekir. Bunun tam tersine ezilen halklar aynı devletin çatısı altında birlikte yaşamadan yana iradesinin belirtiğinde, tüm siyasi eşitsizliklerin tasfiye edildiği federe devletler birliğinin oluşturduğu federal devlete, birlikte yaşama gerçekleşe bilir. Çağımızda bunu gerçekleştire bilecek tek devlet; proletaryanın demokratik diktatörlüğüdür.
Tabii ki yukarda izah etmeğe çalıştığım, bir komünist partisinde çeşitli uluslara mensup olanların birlikte örgütlenmesiyle, HDP deki gibi aralarında ulusal farklıklar olanların bir parti çatısı altında birlikte örgütlenmeleri arasında siyasi ve ideolojik olarak (şimdilik) bir ayniyet yoktur.
HDP iddia edildiği gibi “bir cephe “ örgütümü dür? Kesinlikle hayır. Çünkü bir program etrafında veya bir takım demokratik taleplerin elde edilmesi amacıyla yapılan eylem birlikleri işçilerle, emekçilerle, küçük burjuva tabaklarıyla kitlesel bağları olan partilerin temsilcilerinin bir araya gelerek kurdukları örgütler ancak “cephe örgütü” olabilir.
“Halk sınıflarının” örgütlerinin temsilcilerinin oluşturduğu “halk cephesinde” kararların nasıl alınacağı cepheye katılan örgütler tarafında tespit edilir. Kararlar azınlık, çoğunluk sistemine göre veya ittifakla alınmasına karar verilir.
HDP’nin, yalnızca kendine “demokrat veya sosyalist gruplar” isimi verenlerin bir araya gelmesiyle oluşmadığı açıktır. Hiçbir örgüte mensup olmayan “demokratların da” HDP’ye katıldıkları bir vakadır. Hatta kendine sosyalist diyen ve hiçbir “sol” grup içinde yer almayan Ertuğrul Kürkçü, HDP’nin eş başkanı oldu.
HDP’nin ana gövdesini, gerçekten Kuzey Kürdistan başta olmak üzere doğu ve batı Kürdistan’da etkin bir siyasi, ideolojik ve örgütsel egemen güç olan Kürt halkının ulusal hareketinin mensupları oluşturuyor.
Bu kitlesel gücü tasfiye etmek için, Türk devleti başta olmak üzere, Barzani aşiretinin önderlik ediği Kürt feodal-burjuva sınıfları yıllardan beri yoğun uğraşı veriyorlar ama amaçları doğrultusun da “ bir arpa boyu” yol dahi alamadılar.
Türk devleti, her türlü insanlık dışı yöntemlere başvurmasına ve Türkiye Kürdistan da etkin siyasi ve sosyal güç olduklarını zan ettikleri şeriatçıları örgütleyip silahlandırmalarına rağmen PKK’nın gücüne zerle kadar zarar verdiremedi. Süreç içinde menfaat çetesine dönüşen Hizbullahçıların örgütünü devlet kendi eliyle tasfiye etmekten başka çıkar yol bulunmadı.
Tayyip’le birlikte Türk devleti, “barışçıl yöntemlerle” PKK’yı etkisiz hale getirme yolunu seçti. Bunun için Kemal Burkay başta olmak üzere, ne kadar PKK’ya karşı olan 1980 öncesi Kürt örgütlerinin mensupları varsa Türkiye’ye getirip, PKK kitlesel gücünü zayıflatmaya yeltendiler. Ama bu teşebbüsleri de hiçbir işe yaramadı.
En sonunda yıllardır “aşiret reisi “ diye aşağıladıkları Mesut Barzani’yi Diyarbakır’a getirdiler. Ama bu “Şovları” da bir işe yaramadığı gibi Barzani’nin Güney Kürdistan’ın dışındaki Kürdistan bölgelerinde hiçbir gücünü olmadığı da açığa çıktı.
Abdullah Öcalan’ın “ çağımızda ulusal devlet kurma amacıyla mücadele etmek ilkel milliyetçiliktir” görüşlerini sarf etmesi, Kürt burjuva sözcülerinin PKK’ya karşı “savaş açmasına” neden olmuştu. Ama bu Kürt “ilkel” milliyetçilerinin, etkisiz bir “muhalefet” dahi oluşturamadıklarını herkese gördü. Anti-komünizm temelinde yürüttükleri propagandalarının hiçbir işe yaramadığını görerek, yeniden ve utangaç bir tarzda tekrar PKK’yı sözde destekleye başladılar.
Şimdi böylesine kitlesel güce sahip bir siyasi hareketin, 1980 öncesi güçlerini yitiren ve aradan gecen 34 sene sonra bile ve Parlamentarizme “sığınarak” , ekonomizm amaç edinerek, Marksizm- Leninizm’den “kaçarak” , işçilerin, emekçilerin geri bilincine “taparak”, (“komünist “ adıyla yasal parti kurmasının yasaklanmasının dahi ortadan kaldığı koşullarda) taraftarlarına “komünist partisi” isminin telaffuz edilmesini yasaklayarak, “burası kitle örgütüdür, burada Marksist-Leninist propaganda yaparsak, başka düşüncelerde olan işçiler (ya da başka insanlar) gelmez” diyerek, kitlelerle içinde müthiş! Güç oluştura bileceklerinin zannedenlerin “sevdasının” fiyaskoyla sonuçlandığı, işçi ve emekçi kitleler içinde güçsüzleşmenin devam ettiğinin açığa çıktığı koşullarda, kendine “isçi sınıfının ve emekçilerin” partisiyiz diyen bir grupla(veya gruplarla) eşit oy oranında bir “ittifaka” gireceği düşünüle biliniyor!
HDP de yer alan ama kitlesel güçleri olmayan gruplarla, Kürt ulusal hareketi ittifak kuracak! Böylesine “ittifak örgütünde”, çoğunluğu teşkil etmeleri muhtemel kitlesel güçleri olmayan örgütler karşısında devamlı azınlıkta kalacak! Ve bu çoğunluğun aldığı ama kabul etmediği kararlara boyun eğecek! Böyle bir ittifakı kim kabul eder!
HDP bir ittifak örgütü olmadığı gibi, 1980 öncesi “sosyalist gruplar arası” çokça oluşturulan geçici eylem birliklerinin örgütlenmesiyle de bir benzerliği yoktur. Tam tersine tüzüğüyle, programıyla ve kongresini yaparak yöneticilerini seçmesiyle siyasi bir örgüttür( yani partidir).Bu partini en önemli özelliği, Kürt halkını ulusal hareketiyle, kendine “sosyalist” veya “sol” diyen grupları da içinde barındırmasıdır. Grupların “bağımsız” ideolojik ve siyasi görüşlerini muhafaza etmesine çoğunluğu sağlayanların bir itirazı yok. Bu durumda doğal olarak ta, hangi grup çoğunluğu sağlıyorsa, o grubun örgüte, siyasi ve ideolojik olarak egemen olması kaçınılmazdır.
Zaten HDP’nin içinde yer alan “sol grupların” esas olarak, Kürt halkının ulusal hareketinin öne sürdüğü “demokrasi platformunun” hedeflediği demokrasi taleplerinin elde edilmesinin dışında siyasi bir amaçları yoktur ve bunun için aynı partinin çatısı altında birleşmişledir.
Türkiyelileşme!
Eğer “Türkiyelileşme” sınıf farklılıkları temelinde ele alınırsa tabii ki mümkündür. “Türkiyelileşme”; hangi ulustan veya din, mezhep inanışından olursa, olsun işçilerin ve yoksul emekçilerin, kapitalizme, burjuvazinin siyasi ve ekonomik egemenliğine karşı kendi sınıf devletlerini kurma mücadelesi doğrultusun da birleşmesiyle gerçekleşe bilinir.
Kürt burjuvalarının, ulusal ve dinsel farklılıklar gözetmeksizin HDP gibi partide birleşilmesinden rahatsızlık duymalarını nedeni, burjuvazinin egemenliğinde ve emperyalist- kapitalist sistem içinde “4 parçaya bölünmüş Kürtlerin” sözde birleşmesine zarar vereceğini düşünmelerinden dolayıdır.
Bunun için “anti-komünizm bayrağına” dört ele sarılıyorlar. Şeriatçı ve laikliğe karşı olduğunu gizlemeyen BDP milletvekili Altan Tan gibileri , “Türk soluyla” Kürt ulusal hareketinin birleşmesi, PKK’nın kitlesel gücünü zayıflatacağını ileri sürebiliyor.
HDP de ki birleşmeye karşı çıkan Kürt burjuvaları PKK’ya “Kürt halkı sadece ulusal kurtuluş için sizi destekliyor! Ama Marjinal sosyalist gruplarla birleşirseniz, bu halk sizi terk eder” tehditlerini “savurmaktan” çekinmiyorlar.
Bu burjuvaların anlamadığı en önemli olay, PKK’nin kendinde önceki ezen uluslara karşı ortaya çıkan isyanlara önderlik edenlerle (esas olarak) sosyal (yani sınıfsal) konumlar arasında nitelik farklılıklarının bulunduğudur.
Kapitalist gelişmenin doğal sonucu olarak, feodal üretim ilişkilerinin çözülmesi ve sınıf farklılıklarının belirginleşmesi ezen ulus baskısını, sadece ezilen ulusal burjuvazisinin egemenliğine ve ulusal Pazar etrafında ulusu birleştirmesine engel olmakla kalmıyor. Tam tersine bağımsız sınıf haline gelen ezilen ulusa mensup işçileri ve emekçileri, ezen ulusun baskısından en fazla etkilene sosyal kesimler haline getiriyor. Çünkü kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu toplumlarda, ulusal baskı, ezilen ulusunun işçi ve emekçilerinin aşırı tarzda sömürülmelerinin koşullarını oluşturur.
PKK, ulusal baskının sonucu olarak en fazla aşırı sömürüye tabii tutulan ve feodal toplumun bağımlılık ilişkilerinden bağımsızlaşan Kürt işçi ve emekçilerinin sömürüye ve ulusal baskıya karşı isyan hareketi olarak ortaya çıktı. PKK bundan dolayı yoksul Kürt köylülerini, işçilerini, işsizlerini etrafında topluyor.
Sovyetlerin çökmesinden sonra siyasi taktiklerini sınıfın sömürülmesine göre değil, sadece ulusal baskıya karşı olma şekillinde belirlemeleri ve ulusal sorunun çözümünü emperyalist-kapitalist sistem içinde aramaları ve buna uygun politik çizgi izlenmeye başlamaları, PKK saflarına katılan Kürt burjuva kesimlerinin giderek etkin konuma geldikleriyse bir gerçektir.
Ama buna rağmen PKK sosyal tabanı değişmedi. Kürt işçileri, köylüleri, işsizleri PKK’nın kitlesel tabanın oluşturmaya devam ediyorlar.
Fakat, kapitalizmin gelişmesiyle sınıf farklıkların belirginleşmesi aynı zaman da ulusal birliğin dağılmasının da maddi koşullarını oluşturur. Bugün Kürdistan bölgeleri arasında veya bölgelerin içinde ortaya çıkan çelişkiler veya politik ayrılıklar (eskiden olduğu gibi )feodal parçalanmışlıktan kaynaklanmıyor. Kapitalist üretim tarzının egemen olmaya başlaması, bir yandan feodal parçalanmışlığı tasfiye ederek ulusallaşmayı ve ulusal Pazar etrafında toplanmayı geliştirirken, diğer yandan sınıfsal farklıkları ve bağımsız sınıf taleplerini ortaya çıkararak, ulusal birliğin ve uluslaşmanın sona ermesinin koşullarını yaratıyor.
Kürdistan bölgeleri arasında, kapitalist üretimi ilişkilerini en gelişmiş olduğu yer, Kuzey Kürdistan’dır.
Kuzey Kürdistanlı olan Abdullah Öcalan’ın, ”ulusal devlet ve ulusal birliği sağlama diye bir amacımız yoktur” demesi politik manevra değil. Tam tersine Türkiye Kürdistan’ın ekonomik, sosyal konumuna uygun bir tespittir.
Tabii ki Abdullah Öcalan’ın bu düşünceleriyle ne Kürt halkın ezilen ulus statüsünde olduğunu inkâr ediyor, nede “ulusal sorun artık tamamen bitmiştir” diyor. Tam tersine kapitalist gelişmenin, bir yanda ulusallaşmayı ortaya çıkaran, diğer yandan onun (yani ulusun) ortadan kaldırmasının ortamını hazırlayan iç, içe geçiş sürecinin bir izahıdır. Abdullah Öcalan’ın öne sürdüğü “Türkiyelileşme” tezinin esasını da bu düşüncelere dayandığı ( berrak olmasa da) söylene bilinir.
Kürt siyasi hareketleri arasında sınıfsal çıkar farklılıklarının belirlediği ideolojik ve siyasi ayrılıklar yokmuşçasına hareket eden ve sözde Kürtlerin ulusal birliğini sağlamaya çalışan Kürt burjuva çevrelerinin yoğun uğraşıları “ boşa kürek çekme” diye adlandırıla bilinir.
Emperyalist –kapitalist sistem içinde 4 parçaya bölünmüş Kürtlerin “birleşik ulusal devletin” kurma “hayalli”, Kürt halkının emperyalistler ve gericiler arası hegemonya çatışması için de telef olmasını sağlamaktan öteye geçemez.
Sadece son günlerde Barzani’nin tüm Kürdistan’a egemen olma amacıyla yoğunlaştırdığı askeri ve siyasi hareketi, Kürt burjuvazisinin hegemonyası altında sözde “Kürtlerin ulusal birliği sağlama” adına top yükün askeri hazırlıklara ve saldırılara başlaması, Kürtlerin bu şekilde sözde ulusal birliğinin sağlanmasının barışçıl yolla gerçekleşmeyeceğinin somut kanıtıdır.
Kürdistan’ın hiçbir bölgesinde (henüz) ezen ulusların egemenliğine tam olarak son verilmediği koşullarda dahi “Kürt grupları” arasında silahlı çatışmaların ortaya çıkması yadırganmaz. Çünkü sınıfsal çıkar ve amaç farklılıkları, birleşik Kürdistan’a nasıl bir ekonomik, sosyal ve siyasi sistemin egemen olacağını belirsizleştiriyor.
Bunun için “Kürtlerin ulusal birliğinin” sağlanması mücadelesinden ziyade, Kürt ulusal kökenli işçi ve emekçilerinin ezen uluslar mensup, işçi ve emekçilerle anti-kapitalist temel de birleşmesi “4 parçaya bölünmüş” Kürt halkını ulusal sorununun çözümünde büyük bir katkıda bulunacağı açıktır.
Kürt halkının ezilen ulus statüsünden çıkması, bölgedeki anti-kapitalist mücadelenin gelişmesine bağlıdır. Çünkü onları sömüren ve ulusa baskıla zorla asimile etmeğe çalışan burjuvalar, aynı zamanda ezen ulusa mensup işçileri ve emekçileri de acımazsız tarz da sömüren sınıflardır.
Anti- kapitalist mücadele, çeşitli uluslara mensup işçileri ,şehir ve kır emekçileri birleştir, sınıf sömürüsüne karşı mücadele her türden siyasi baskıyı ortadan kalmasının ortamını hazırlar.
HDP’ le Türkiyelileşme olmayacağını ileri süren “sosyalistlerin” görüşü.
Bu konuda görüşünü açıklayan “sosyalist grupların” önde gelen iki etkin kişisinin görüşlerine değinirsek; Oğuzhan Müftüoğlu “ HDP’nin kuruluşuna gelince, bu konuda HDK’nın kuruluşu sırasında ifade ettiğim Kürt hareketinin Patronajı altında ortaya çıkan bu oluşumun Kürt hareketiyle Türk solu arasındaki doğru bir ilişki biçimine tekabül etmediği şeklindeki düşüncelerimin aradan gecen süre içinde de doğrulandığını düşünüyorum. Toplumda ciddi karşılığı olmayan, yetmez ama evetçilerin de aralarında bulunduğu bileşkesi, karar alma süreçlerinin biçimi, Gezi örneğinde de karşımıza çıkan tek gündemli siyaset anlayışı vb. ortada..
Bizim asıl sorunumuz bundan sonra; ülkenin içinde sürüklendiği karanlık sürece karşı Gezi’de ortaya çıkan büyük potansiyelin büyük ve küçük örgütlü, örgütsüz bütün devrimci muhalefet unsurlarıyla birleşik bir devrimci sorumlulukla hareketi şeklinde ülkenin geleceğine sahip çıkacak bir güce dönüştürülmesi sorunu” diyerek Birgün gazetesine beyanatta bulunuyor.
Müftüoğlu’nun, HDP’ de kendine “sosyalist veya demokrat” diyenlerin hangi ideolojik ve siyasi temelde birleştiklerine dair bir açıklaması veya itirazı yok. Çünkü HDP’nin açıkladığı ve izledikleri siyasi çizgini özünü teşkil eden burjuva demokrasinin sözde sınırlarını genişletme mücadelesi, ÖDP’nin takip ediği siyasi çizgiyle bir ayniyet arz ediyor. Sosyalizm amacına tabi olarak Tekelci burjuvazinin ekonomik ve devlet egemenliğine yönelmeyen “demokrasi mücadelesi” Müftüoğlu’nun yani ÖDP’nin ve HDP’nin gündeminde yer alıyor.
Bir dönem “Avrupa komünistleri” diye anılan modern revizyonistlerin “demokrasinin sınırlarını genişletme “ anlayışı, şimdi “Türkiye sosyalistlerine “ yol gösteriyor. Bunun içinde 12 Eylül faşizmin yürürlüğe koyduğu “demokrasiye” adapte olundu.
Devrimci ne varsa “ellerinin tersiyle itenler” kervanının içinde yer alan Müftüoğlu,30 senedir elde silah Türk ordusunun ve devletinin tüm saldırıların boşa çıkaran, Türkiye Kürdistan’ın da halkın büyük çoğunluğunu desteğini kazana Kürt ulusal hareketin varlığını ve Silahlı veya silahsız mücadelesinin (dolaylı da olsa) Türkiye’nin egemen burjuvazisini ve onun diktatörlüğünü hedef aldığını görmemezlikte geliyor, ama barışçıl mücadele biçimini aşmayan ve polisin saldırılarını boşa çıkaramayan “gezi olaylarını” dayanak yaparak sözde “mücadele platformu” tespit ediyor.
Oysa bugün Türkiye de,30 senedir süren Türkiye Kürdistan’daki mücadeleyle, “gezi olayları” diye adlandırılan mücadelenin bütünleşmesi şarttır. Bu bütünleşme ancak kapitalist sistemin tasfiyesini ve Proletarya demokrasini kurulmasını amaçlayan mücadele sağlaya bilir. Eğer Türkiye devriminden yanaysan, devrimin tüm potansiyellerini bir araya getirmek zorundasın.
HDP’nin mücadelenin bütünleştirilmesinin ( başlangıçta da olsa) bir aracı olarak ortaya çıkıyorsa, bunu niye görmemezlikten geliyorsun!
“Gezi olayları” (her kesinde kolayca tespit edeceği gibi), gerçekten Tekelci burjuvazinin acımasız sömürüsü altında olan, sendikasız, hiçbir ekonomik hakları dahi bulunmayan, günde 12, 14 saatin üstünde, en düşük ücretle çalıştırılan işçileri kapsamadı. Ama bu işçilerin önemli bir kesimini, Kürt ulusal hareketini destekleyen, ona sempati duyan, Kürt ulusal kökenli işçiler, tarım işçileri ve emekçiler oluşturuyor. Bu durum, sendikasız 20 milyon işçiyi örgütlemekte, Tekellere karşı mücadeleye girmelerini sağlamakta ve başta sendika hakları olmak üzere, ekonomik hakları elde etme mücadelesinde dahi önemli avantaj sağlıyor.
Eğer gezi olayları sırasında sendikasız işçilerde hakların elde etmek için mücadeleye katıla bilseydi, 1968 Fransa’daki gibi bir ortamın ortaya çıkmasını hiç kimse önleyemezdi. Polisin şiddetli saldırıları etkisiz hale getirilirdi ve Tayyip hükümeti bir gün dahi “ayakta kalamazdı”.
Müftüoğlu, 12 Eylülden bu yana gecen 34 sene sonra bile işçi ve emekçi kitleleri içinde hatırı sayılır, herhangi siyasi ve örgütsel güce sahip olamayan, etrafına topladığı “bir avuç” taraftarıyla sözde demokrasi mücadelesi yürütüklerini zanneden “Türkiye sosyalist hareketinin” durumunu göz önünde bulundurmuyor. Yasallığı ve parlamentarizmi esas alan mücadele biçiminin siyasal ve örgütsel güçlenmenin aracı haline getirilemediği koşullarda,1980 öncesi gibi “Kaf dağını ben yarattım” bozlar takınmanın ne gereği var?
Kürt ulusal hareketine mensup olanların, Müftüoğlu’na “ seçimlerde kaç oy alıyorsunuz” diye sormasından doğal ne olabilir!
Müftüoğlu’nun yanı sıra Aydın Çubukçu ’da, Taraf gazetesiyle yaptığı röportaj ’ta “Türkiyelileşme HDP’le olmaz “ diyor ama denemek gerektiğinin de ilave ediyor.
Oysa bugün işçilerin ve emekçilerin siyasal ve sosyal kurtuluşları için Türkiye’nin doğusuyla, batısı arasındaki mücadeleyi bütünleştirmek zorunlu hale gelmiştir. Tabii ki bu bütünleşmeyi, Tekellerin ekonomik ve siyasi iktidarların hedef almayan burjuva demokrasinin “sınırların genişletmekle” ve Kürt ulusal sorununun çözümünü emperyalist-kapitalist sistem içinde aramayla sınırlı reformist siyasi mücadele gerçekleştiremez.
Ulusal sorun tabii ki siyasi demokrasi içinde çözüle bilinen burjuva demokratik bir taleptir. Ama burjuvazi çoktan beri demokrasi mücadelesinin terk ettiği günümüz koşullarında ulusal sorunun çözümünü de proletaryanın yerine getireceği demokratik bir talep haline gelmiştir. Böylece sosyal eşitsizlikle, siyasal eşitsizliğin ortadan kaldırılması bütünleşmiştir.
Aydın Çubukçunun ısrarla görmek istemediği, Kapitalizme karşı mücadele sürecin de burjuvazinin yerine getirmediği demokratik taleplerin proletaryanın görevleri içerisinde yer aldığıdır.
Ama tüm bunlar Türkiye’nin demokratik devrim aşamasında bulunduğunu göstermez. Çünkü devrim, üretici güçlerin gelişmesinin önleyen üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin şiddet yoluyla çözümünün, toplumun üst ve alt yapısıyla nitelik değişimine uğramasının ve yeni üretim tazının, dolayısıyla üretici güçlerin gelişmesiyle uyum içinde olan yeni üretim ilişkilerin Topluma egemen olmasının ifadesidir.
Türkiye de artık üretici güçlerinin gelişmesinin önündeki engel feodal üretim ilişkileri değil. Bunun içinde Türkiye demokratik devrim aşamasında bulunmuyor. Bugün Türkiye’de, de üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olan kapitalist üretim ilişkileridir.
Durmadan demokrasi mücadelesinden bahsediliyor. Ama bu “demokrasi” talebi ve mücadelesi, yeni bir üretim tarzına geçici amaçlamıyor. Ve aynı zaman da bu demokrasi talebi, toplumun alt yapısında nitelik değişikliğinin ortaya çıkmasını zorunlu görmüyor.
Bugün Aydın Çubukçunun da” hararetle” savunduğu demokrasi mücadelesinin ve cephesinin siyasi hedefi, kapitalizmi koşullarında ve Tekellerin ekonomik, siyasi egemenliğin altında bir takım demokratik taleplerin Parlamenter yolla elde edilmesiyle sınırlıdır.
Aydın Çubukçu “Mesela biz Emek partisi olarak HDP’yi bir cephe örgütü, seçim gibi konjonktürel durumlarda işlevi olacak bir parti olarak görüyoruz. Ama ‘Türkiye partisi’ ‘yepyeni bir sosyalist parti’ gibi görüşlere yakın değiliz. HDP’yi dönemsel bir geniş cephe örgütü olarak algılanması gerekir” diyor. Ve “Bence böyle bir oluşumun bir sosyalist parti gibi katı bir programı olamaz” da ilave ediyor.
HDP’yi “cephe örgütü” olarak görüyor, ama Kürt ulusal hareketinin dışında cephe örgütüne katılanların hiç birisinin Kapitalizmle uzlaşmaz çelişkisi için de olan sınıflarla bir kitlesel olarak örgütsel bağlarının olmadığını görmüyor! Örneğin EMEP’nin “işçi sınıfı partisi” olduğunu öne sürüyor ama Türkiye’nin imtiyazlı işçi tabakasına tekabül eden sendikalı işçiler arasında dahi doğru, dürüst bir örgütsel bağını olmadığını unutuyor!
Lenin, işçi sınıfı partisi için burjuva parlamenter sistemdeki seçimlere katılmanın en önemli işlevinin partinin kitleler içindeki, ideolojik, siyasi ve örgütsel gücünün ölçmeye yaramasından başka bir şey değil diyor. Ama EMEP, şimdiye kadar katıldığı seçimlerde ( Kürt ulusal hareketin desteğini de aldığı halde) en az oy alan parti rekorunu elinde tutuyor! Buna rağmen HDP’de “Cephe örgütü “ olarak bir araya geldiklerin öne süre biliyorlar.
Bugünkü HDP, ideolojik ve siyasi görüşleriyle kapitalizme, Tekellerin ekonomik ve siyasi iktidarlarına karşı olmadığı açıktır. HDP’in Türkiye çapında işçi ve emekçi sınıfları bir araya getirip, ortak mücadele oluşturmanın bir aracı olup, olamayacağını tespit etmek gerekiyor. Bugün HDP’ye egemen olan hareket, anti-kapitalist temel de sosyalizmi amaçlayan bir siyasi ve ideolojik çizgi izlemse dahi, Marksist-Leninist düşüncelerin savunulmasına ve işçi sınıfına götürülmesine engel olmuyorsa ve hangi ulustan olursa, olsun işçi sınıfının ekonomik ve siyasi örgütsel birliğinden yanaysa, HDP içinde yer almanın önünde hiç bir engel yok demektir. Bu temelde soruna yaklaşıldığın da, HDP’yi seçimlerde desteklemek için “bizden de arkadaşlarız da millet-vekil, Belediye başkanları seçilsin vs.” önerileri “ittifakın şartları” olarak öne sürmemek gerekir. Ama Aydın Çubukçu ve EMEP bu düşünce değiller. EMEP’liler, Kitlesel güçleri olan ve seçimlerde bu güçlerini gösteren Kürt ulusal hareketine dayanarak parlamenteriz mücadele yürütmek istiyorlar! Bunun için de HDP’yi “dönemsel bir geniş cephe örgütü olarak “ algılıyorlar!
Yavuz YILDIRIMTÜRK