Ekonomik Kriz, AKP ve Cemaat Kavgası

21. yüzyılın kapitalizmin mutlak ve sonsuzluğuna ilişkin fikri hegemonya içerisinde şekillenmeye başladı. Dinin ve her tür mistisizmin kitleler üzerinde etkinlik kazanarak, kapitalist sömürüye mecbur edildiği uzunca bir dönem içerisinde devrim ve sosyalizm tahayyülü de insanların hatta solun hafızasından neredeyse silindi. Bugün kapitalizmin krizi ile birlikte gelişen direniş hareketleri içinden insanların değiştirici-dönüştürücü öz gücünün geri dönüşü devrim ve sosyalizm tahayyülünün yeniden harekete geçmesine nasıl bir katkı sağlayabilir. Devrim ve sosyalizmin güncelliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?

“Kapitalizmin krizi”nden söz ettiniz; sanırım sorunun anahtarı burada yatıyor ve yanıta da galiba buradan başlamak gerekiyor. Günümüzde kapitalizm “küreselleşme” denilen uluslararası finans hegemonyası ile ulusal pazarların kendilerine özgü devinimleri arasındaki uyumsuzlukları ve çelişkileri yaşıyor. Azalan gücüne rağmen hala dünya ekonomisinde lokomotif rolü oynayan ABD ekonomisi “toparlanmaya” başladıkça kimi “gelişmekte olan ülkeler” giderek daha kırılgan hale gelmeye başladı.

Bunlar arasında da yapısal özelliklerine göre farklı tepkiler, farklı arayışlar ortaya çıkıyor. Tek benzer noktaları büyük kısmı sıcak paradan oluşan yabancı sermayeye ihtiyaçları. Bu tablonun anlamı şu; 15 Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın iflası ve birkaç gün içinde dünya borsalarında 25 trilyon doların buharlaşmasıyla başlayan kriz henüz sona ermedi. O tarihten bu güne, başta FED olmak üzere AB, İngiltere ve Japonya merkez bankaları piyasaya trilyonlarca dolar, euro vb sürdüler. Yetmedi; FED her ay 85 milyar dolarlık Hazine tahvili ve hipotekli kredi satın alarak likidite pompalamaya devam etti. Şimdi bunu “artık bizim ekonomi toparlanıyor” diye kısıyor ve umudunu buna bağlamış ülkelerde de çığlıklar yükseliyor.

Küçülen pastadan pay almak için “kırılgan ülkeler” faiz yarışına başladı. Sonunda Türkiye Merkez Bankası da -Erdoğan’ın “faiz lobisi” yaygarasına kulak asmayarak- kervana katılmak zorunda kaldı. Kısaca şunu söylemek istiyorum: Küresel kriz çelişkiler içinde sürüyor ve birilerinin nekaheti öbürlerinin hastalanması anlamına geliyor. Aynı tabloda “Çin mucizesi” de farklı dinamikleri harekete getiriyor ve ülkedeki kontrolcü politika, artan ücretler, büyük Çin firmalarının Batılı devlerle rekabet eder hale gelmesi krizi derinleştiriyor.

Yıllarca % 10’un üstünde büyüme sağlamış olan Çin’in bu hızı 2013’te % 7,7’ye düştü. Milli geliri 9 trilyonu aşmış bir ülkedeki bu yavaşlama elbette ki küresel planda etkili olacak. Kriz bitmedi; aksine zamana yayılıyor ve derinleşiyor; liberal çevreler de yeni hesaplar peşinde. Örneğin The Economist dergisi geçenlerde “OECD ülkelerinde daha 9 trilyon dolarlık satılabilir toprak ve bina var” diye yazdı. İşte likidite bayramının borca batırdığı ülkeler için bir çıkış yolu!

Bu bayram aslında her yerde gelir dağılımını daha da bozdu. Şu anda Amerika’da en çok tartışılan konulardan biri de bu. İki iktisatçının (T. Piketty ve E. Saez) yaptığı çalışma ABD’de 2009 ortalarında resesyondan çıkıldıktan sonra kazanılan gelirin % 95’inin “en zengin % 1’e gittiğini” ortaya koydu. Krugman da aynı bağlamda bu gelirin % 60’ından fazlasının da en zengin % 01’e (yıllık gelirleri 1,9 milyon dolardan fazla olanlara) aktığını yazdı. İster istemez insanın aklına “Occupy Wall Street” hareketi geliyor.

Kapitalizmin trajik çelişkisi şu ki, bu hareketi coplarla bastıranlar, aslında konumları itibariyle bu hareketin içinde olması gereken insanlar. Ne var ki Birleşik Amerika gerçekten ilginç bir ülke. Parasının üstünde “Allah’a güveniyoruz!” diye yazan bu topraklarda kapitalizm din gibi yaşanıyor ve biraz önce sözünü ettiğim % 1’lik mutlu azınlığı savunanlar Occupy Wall Street hareketine katılanlardan çok daha fazla. Kimi Tea Party (Cumhuriyetçiler içindeki en tutucu kesim) sözcüleri % 1’lik para babalarına saldıranları Yahudileri ezen Nazi sürülerine benzettiler. Neyse bizde Erdoğan daha insaflı davrandı da Gezi ayaklanmasına katılanları “çapulcu” gibi daha nazik bir sıfatla adlandırdı. Buna karşılık aynı olaylarda kafa yaran göz çıkaran polisimiz, New York polisini arattı.

Varılan noktada artık akılla, akılcılıkla savunulamayacak bu durum da aklı küçümseyen, post-modern fantezilere, dine, mistisizme öncelik veren kuramlarla savunuluyor. Şu anda kapitalist dünyada bu hareketi ters çevirecek ve halk sınıfları tabanına oturtacak örgütlenmeler görünmese de kriz derinleştikçe ölüm-kalım kavgası verenler ister istemez tekrar sokaklara dökülecekler. 1789 Fransız Devrimi’nden beri insanlık her kırk elli yılda bir devrimci atılımlara tanık oldu: 1789, 1848, Paris Komünü, 1917 ve Spartaküs, Mayıs-68.. Şimdi 2010’lardayız; dünya kriz içinde ve çıkış arayışlarını, dönüşüm kıvılcımlarını görür gibiyiz..

Türkiye’ye gelelim. AKP ve Cemaatin merkezinde olduğu bugünkü iktidar içindeki çatışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz. Bu krizi, iki iktidar gücünün paylaşım mücadelesinin ötesinde dünyadaki krizle de ilişki içindeki neoliberal düzenin de bir krizi olarak görmek mümkün mü?

Bugün Türkiye’de yanıltıcı bir şekilde AKP-Cemaat çatışması şeklinde sunulan kavga, aslında küresel krizin bu ülkeye gecikmeli olarak yansımasından doğan bir durum. Dini duyarlılık ve siyasi anlayış farklarını öne çıkaran bu sunuş şekli, daha temelde, çıkarları giderek çelişen bazı sınıfların kavgasını gizliyor. Herkes, sanki nesnel bir varlıkmış gibi “Cemaat” ya da “Hizmet Hareketi”nden söz ediyor, ama kimse de bunun gerçekte tam ne olduğunu bilmiyor. Bu da normal; çünkü “Cemaat” formel bir örgüt değil; ne seçilmiş bir başkanı, ne yönetim ve disiplin kurulları, ne de kayıtlı üyeleri var. “Cemaat”e atfedilen icraatın da nasıl kararlaştırıldığı, nasıl uygulandığı pek bilinmiyor, karanlıkta kalıyor. İşte çeşitli komplo teorileri de bu belirsizliklerden doğuyor.

Evet, Fethullah Hoca bir manevi lider olarak hareketi temsil ediyor, ama onun da kontrol gücünün sınırları çok açık değil. Herkes Gülen’in iktidarları tehdit eden gücünden söz ediyor; fakat bu arada, belli bir düzeyde, Hoca’nın “doktrin”ini inceleyenler, kitaplarını okuyup tartışanlar da pek ortada görünmüyor. Örneğin Gülen’in son bir iki yıl içinde yayınlanan iki eseri (Yaşatma İdeali ve Yenilenme Cehdi) fazla bir yankı uyandırmadı. Koyu bir Osmanlıcayla ve bir ortaçağ ermişi zihniyetiyle kaleme alınmış bu eserleri Zaman yazarları bile tartışmıyor, bunlara gönderme yapmıyor. Buna karşılık “Gülenci” olarak adı çıkmış modern kafalı bir sürü yazar, üniversite hocası, iş adamı, bürokrat ve sporcu da ortalıkta dolaşıyor.

O halde asıl güç nereden doğuyor?

Bu güç kuşkusuz Hareket’in 120 kadar ülkeye yayılmış okullarından ve Batılı bir gazetenin yirmi milyar dolar civarında değer biçtiği tüm varlıklarından doğuyor. Bunlar küresel kapitalizmle tam bir uyum içinde çalışıyorlar. Bir Zaman gazetesi yazarı, yakınlarda, “Cemaat hangi ülkede bir okul açsa, hemen oraya işadamları da gelip ticari bağlar kuruyorlar” diye yazmıştı. İşte dershaneleri kapatma tasarısı ile su yüzüne çıkan AKP-Cemaat kavgasının gizemi de burada yatıyor.

AKP iktidarı 2010 Anayasa referandumu ve 2011 seçimlerine kadar küresel sermayeyi, Müsiad’ı, TOKİ’yi, “Anadolu Kaplanları”nı ve on binlerce KOBİ’yi de arkasına alarak yeni bir zengin sınıf yarattı. Oysa İran’da “İslam Devrimi” sonrasında palazlanan “Pasdaran”ı çağrıştıran bu yeni burjuvazide farklılaşan çıkarlar, ideolojik planda da giderek farklı “siyasal İslam” anlayışları ile temsil edilmeye başladılar. Görebildiğim kadarıyla bu gelişme şöyle oldu.

Davos çıkışıyla “Arap sokağı”nda kahraman haline gelen Erdoğan, yakın çevresinin de teşvik ve tahrikleriyle, kendisini Ortadoğu’nun lideri olarak görmeye başladı. İsrail’e en karşıt güçlerle (Hamas, Suriye, İran) ilişkiler bu temelde yoğunlaştı ve kamuoyunda kuşkular doğmaya başladı. ABD ve Avrupa diplomasi kulislerinde “Türkiye eksen mi değiştiriyor?” şeklindeki sorgulamalar da ilk kez bu bağlamda ortaya çıktı. Arkadan gelen Arap Baharı ve kısa süre sonra bunun pratikte aldığı şekil ise AKP yönetimini yeniden ve farklı şekilde etkiledi. Suriye ayaklanmasına kadar daha çok eklektik ve pragmatik bir İslamcılık güden Erdoğan, ilerde ayrıntıları çok daha netleşecek bir süreç içinde, giderek İhvan (Müslüman Kardeşler) yanlısı bir politika izlemeye başladı.

Radikal’de (27 Ocak 2014) okuduğumuza göre, Esad’ın “Erdoğan bizde demokratik reformları değil, sadece Müslüman Kardeşleri savundu” şeklindeki beyanları, yakınlarda Suriye’deki İhvan siyasi bürosunun bir üyesi tarafından da doğrulanmış bulunuyor. Arkadan Mısır’daki gelişmeler durumu çok daha açık bir şekilde gözler önüne serdi. Burada da Erdoğan tüm ağırlığını Mursi’den yana koydu. Mısır Devlet Başkanı, ülkesine seçmenlerin ancak % 33’ünün katıldığı bir referandumla sadece İhvan’ı temsil eden bir Anayasa empoze etmiş ve halkın büyük bir çoğunluğunu karşısına almıştı. Erdoğan bu gerçeği görmek istemedi; böylece Sisi’nin askeri darbesinden önce, bizzat Mursi’nin bir “yargı darbesi” yapmış olduğunu göz ardı etti. Aynı Sisi’nin başlangıçta İhvan’la bir olarak 12 Mübarekçi generali tasfiye ettiği ise zaten çoktan unutulmuştu..

Evet, Erdoğan bütün bunları görmek istemedi ve daha önce Esad hakkında kullandığı dili bu kez Sisi hakkında kullanmaya, nerede bir topluluk karşısına çıksa orada Rabia işareti yapmaya başladı. Ve bu kraldan fazla kralcı tutumuyla da dünyada tek başına kaldı; Arap dünyasında bile taraftar bulamadı. Böylece Arap Baharı sırasında demokratik kamuoyunda Ortadoğu ülkelerine model olarak sunulan Türkiye, birkaç yıl içinde İslamcı radikalizmin cazibesine kapılmış, ilhamını İhvan’da aramaya başlamış oldu.

Aslında Erdoğan’ın yüzünü çevirdiği gerçek şuydu: Mursi “demokratik meşruiyet”ini her şeyden önce kendi ülkesinde kaybetmişti. Batılı kamuoyunda ise imajı daha büyük bir hasara uğradı. Çünkü unutmamak gerekir ki 1928’de Kahire’de kurulan İhvan’ın tarihi kanlı suikastlerle doludur ve örgüt, kendi ülkesi de dahil, hep terörizm töhmeti altında yaşamıştır. Bu durum pek de haksız sayılamaz. Nasır’ı bir suikastla öldürme girişiminden sonra Mısır’da yasaklanan ve yeraltına inen örgüt, Enver Sedat tarafından hoş görülerek legalleşmiş, fakat daha sonra da Sedat’ı öldürerek tekrar illegaliteye itilmişti.

Bu koşullarda İhvan’ın 2011 “Mısır Baharı”na bir katkısı olamazdı ve olmadı da; fakat, örgüt, dağınık bir demokratik cephenin zaafından yararlanarak iktidarı ele geçirmeyi de başardı. Ne var ki despotik yönetimiyle kısa sürede tüm demokratların husumetini kazandı ve talihsiz Anayasa girişiminden sonra, turizm şehri Luksor’a da 58 turistin ölümüne yol açan bir suikastı üstlenen örgütün sözcüsünü vali tayin edince tüm demokratik güçlerle iplerini kopardı. İşte AKP-Cemaat bağları bu gelişim içinde daha da gerilmeye başladı.

Hizmet Hareketi AKP diplomasisinin “Arap açılımı”ndan daha Mavi Marmara olayı sırasında kaygı duymaya başlamış ve kaygılarını da Gülen’in ağzından açıkça ifade etmişti. Türkiye’nin dünyadaki yeri ve dış politika konusundaki bu uyuşmazlık zamanla daha da derinleşti. Bunun bir nedeni de şuydu: İslamcı söylemi ön plana çıkarmış olmakla beraber, Cemaat’de bir de “milliyetçi” damar mevcuttu. Gülenciler okullarında İslamla beraber Türk dilini ve kültürünü yaymaya çalışıyorlar, fakat bu çabaları da hareketin Arap dünyasındaki itibarını sınırlıyordu. Bu özellik Cemaat’in yurt içinde de “Kürt açılımı”na mesafeli durmasına, hatta buna karşı tertipler düzenlemekle suçlanmasına yol açtı.

On yıllık AKP iktidarında burjuvazinin ve liberal aydınların üst katmanları ile kurduğu elitist bağlar Cemaat’i AKP’nin yerel politikacılarından farklılaştırmıştı. Bu özellikleriyle yurt dışında iş çeviren Gülenci kadrolar küresel kapitalizmle çok daha uyumlu ilişkiler içindeydiler. Kısaca Hizmet Hareketi Batı yanlısıydı ve Gülen Hoca da bir İslam ülkesine değil, Amerika’ya yerleşerek zaten tarafını seçmişti; öyle Ortadoğu’da girişilecek tehlikeli maceralara sıcak bakacak hali yoktu. İşte bir süredir işaretleri verilen 17 Aralık krizi de, giderek gerginleşen bu ortamda patlak verdi.

Şimdi yanıtlanması gereken sorular şunlardır: 17 Aralık ve ertesinde bazı bakanlar hakkında fezlekeler hazırlayan, bakan çocuklarını tutuklayan savcı ve yargıçlar bu gücü nereden aldılar? Erdoğan ve yandaşlarının iddia ettikleri gibi gerçekten Cemaat’in tezgâhladığı bir “yargı darbesi” ile mi karşı karşıyayız? Gülenciler, yıllardır birlikte hareket ettikleri ve kendilerine “ne istedilerse vermiş” bir iktidara karşı, böylesine “haince” bir davranışta bulunabilirler mi? Hamascı ve İhvancı tutuma ne kadar kızarlarsa kızsınlar, buna cesaret edebilirler mi? Sanıyorum ki bu sorulara net yanıtlar ancak ilerde verilebilecektir. Yine de bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde bazı “tez”ler geliştirebiliriz. Önce şunu anımsayalım: Aynı sorular geçmiş yıllarda Ergenekon, Balyoz gibi davalar dolayısıyla da gündeme gelmiş ve Cemaat’in bunlara gücü yetmeyeceği düşünülerek arka plandaki “karanlık güç odakları” sorgulanmıştı.

Bu konuda kimi parmaklar yabancı istihbarat örgütlerini ve yerli işbirlikçileri işaret ederken, kimileri de otuz, kırk kişiden oluşan, Cemaat ve partilerden bağımsızlık kazanmış, başına buyruk bir savcı ve hakim grubundan söz eder olmuştu. O sırada AKP ve yandaşları bu iddialara öfkeleniyor, Erdoğan da kendisini “Ergenekon’un savcısı” ilan ediyordu. Şimdi ise benzer bir senaryo iktidar partisi için yineleniyor; bir kısım devlet adamları aynı “odaklar” tarafından (bu kez darbecilikle değil, hırsızlıkla) suçlanıyor ve Başbakan da her gün, bıkmadan usanmadan, millete suçlananları yakından tanıdığını, bunların “iyi çocuklar” olduğunu, partisinin uluslararası bir komplo ile karşı karşıya kaldığını ve yolsuzluk olan bir ülkede bu kadar yol ve inşaatın yapılamamış olacağını anlatıyor.

Gerçek nerede? Birkaç yıl önce komutanları içeri alan Cemaat daha da güçlendi, bu kez de iktidarı mı alaşağı ediyor? Böyle bir şeyi düşünmenin gülünç olacağı kanısındayım. Buna karşılık Cemaati bütün bu olan bitenlerin dışında tutmak da sanırım aynı şekilde yersiz ve mantıksız olacaktır. Aslında bugünkü uygulamalar son yıllardaki politikasıyla yurt içinde ve dışındaki tüm müttefiklerini kaybetmiş, “karizma”sı buharlaşmış ve tek başına kalmış bir liderin dramını sergiliyor.

Erdoğan kendisini iktidara getiren uluslararası oyunun kurallarını anlayamamış ve bunları çiğneyerek çapını aşan girişimlerde bulunmuş, sonunda da seyircilerin ıslıkları arasında hakemlerden kırmızı kart görmüştür. Şu anda yaptığı gibi, hakemlerle ne kadar kavga ederse etsin, sonunda sahayı terke mecbur olacaktır. Eğer gerçek tablo buysa –ki bence budur- bu tablo içinde Cemaat mensupları da ancak dolaylı ve sınırlı bir rol oynamaktadırlar. Zaten Cemaat’in gevşek ve kaygan yapısı daha fazlasına da olanak sağlayamaz. Bu vesileyle Balyoz davasına yol açan valizi taşıyan Mehmet Baransu’nun söylediklerini anımsayalım.

Baransu, 2011 ortalarında, gazetesinde, tutuklanmış komutanlara hitaben, “28 Şubatta iki bine yakın insanı suçsuz yere ordudan attınız; sekin bine yakınını zorla emekli ettiniz; evinde ‘suç aletleri olarak’ tespih, seccade, Kuranı Kerim bulduğunuz askerleri aynı gün kapıya koydunuz” diye sesleniyor, başka bir yazısında da birçoğu ile temas halinde olduğunu söylediği bu eski subayları “kaynakları” arasında sayıyordu.

Şimdi soralım: Bu emekli subayları böyle bir işbirliğine sevk eden motivasyon katıksız bir Gülencilik midir? Yoksa bunlar haksızlığa uğramış insanların kin ve intikam duygularıyla mı hareket ettiler? Bu sadece bir örnektir, yoksa biliyoruz ki “Cemaat”, kaygan ve puslu yapısıyla her türlü tipi (ajan, maceraperest, psikopat vb) barındırabilecek bir zemin oluşturuyor. Kısaca Cemaat bütün bu olaylarda aktör değil, araç olmuştur ve zamanında demokratik çıkışları yapmadığı, yapmak istemediği için de bu töhmetten kurtulamayacaktır. Başka bir deyişle bugün Fethullah Hoca’nın “elimde olsa hepsini bırakırım!” şeklindeki beyanları çok geç kalmış, anlamsız beyanlardır.

Peki bu krizde asıl belirleyici güç hangisidir? Asıl belirleyici faktör kuşkusuz küresel kriz ve bunun Türkiye’de yeniden mevzilendirmekte olduğu sınıfsal konumlardır. Erdoğan yanlış hesaplarla arkasında Anadolu kaplanları, “inşaat ya resulallah!” diyen bir kısım müteahhit, kobiler ve geniş bir mütedeyyin esnaf takımından başka bir güç bırakmamıştır. Bakınız, yıllarca hissedarı olduğu Ülker patronu bile şimdi darbeci “fazi lobisi”ne katılmış ve faizlerin artmasından sevincini gizleyemiyor! Kısaca Erdoğan “faiz lobisi” dediği şeyin, aslında her gün övündüğü iktisadi performansını sağlayan finans hegemonyası (başka bir deyişle faiz ve temettü tutkusu) olduğunu görmemiş, yel değirmenleriyle kavgaya girişmiştir. Ve bu kavgayı da, er ya da geç, kaybetmeye mahkûmdur.

Peki bu tabloda devrimci güçlerin yeri nedir? Haziran’dan sonra direnişin kimi noktalarda sürdüğünü, forum ve mahalle meclislerine doğru geliştiği görüyoruz. Bu devrimci potansiyelin izlerini bu dönemde nasıl göreceğiz?

Devrimci güçler maalesef hala 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde aldıkları yaraları sarmış ve kurutmuş görünmüyorlar; soldaki dağınıklık devam ediyor. Liberalizme çark etmiş, fakat hala kendisini solda göstermeye meraklı bir kısım aydının maskeli tutumu da bu zaafa katkıda bulunuyor. Örneğin bunlar, koro halinde, yakın tarihimizin en büyük demokratik atılımı olan Gezi direnişini “ilk iki gün iyiydi; sonra hareket dejenere oldu” diyerek eleştiriyorlar. Aslında, bu, dolaylı bir şekilde hareketin bütününü karalamaktır; çünkü diktatörlüğe milyonların başkaldırdığı direnişlerde mutlaka kırıp dökücü (Fransızların “casseurs” dedikleri) marjinal bir takım da çıkacaktır; çıkmazsa da iktidarın ajanları bu işlevi üstlenirler. Fakat devrimci-demokratik disiplin bunların da kontrol altına alınmalarını gerektirir.

Direnişin “forum ve mahalle meclislerine doğru geliştiğini” söylüyorsunuz; bu arada “işyerleri”ni de tabii unutmamak, hatta ön plana koymak lazım; kapitalizm “mahalle baskısı”ndan çok “sermaye baskısı”na dayanıyor. Günümüzün teknolojik olanakları yeni tip bir devrimci militanlığın oluşmasına zemin hazırladı. İletişim teknolojisi 19 ve 20. yüzyıllardaki zaman ve mekan kavrayışlarını değiştiriyor. Hizmet üretimi giderek mal üretiminin alanını daraltıyor ve hizmet alanındaki “beyaz yakalı” emekçiler kolayca “beyaz Türk” davranışları içine girebiliyor.

Sol partiler ikincil konulardaki ayrılık noktalarını bir yana bırakarak bir araya gelmeli ve bu perspektifte bir strateji geliştirmeli. Kürt hareketi de galiba “köşeye sıkışmış bir iktidardan ne koparabiliriz?” hesaplarını bir yana bırakarak tüm solu kapsayan bir demokratik cephede yerini almalı. Bugün sokaktaki adam genellikle umutsuz; “AKP’ye oy vermemeliyiz; güzel! Peki kime oy vermeliyiz?” diye soruyor. Birleşik sol, programı, somut önerileri ve sloganları ile, derinleşen kriz ortamında giderek sayıları artacak olan bu umutsuzlara umut kapısı olmalıdır.
Taner Timur; 1 Şubat 2014 -Redaksiyon Dergisi