Ayaklanmak Geleceği Hatırlamaktır
Küçük grevlerden büyük, kitlesel ayaklanmalara açılan geniş bir yelpazedir. Olaylar bu noktaya vardığında ve kitle hareketi hala meşruluğunu koruduğunda iktidar yeni hamlesini yapar. Yeni hamlenin adı reformdur… Ama hamle egemenlerden gelmişse bunun adı açıktan devrimin boğulmasıdır.
Evrimin herhangi bir dalıyla uğraşanların eleştirilerine açık olarak bir giriş ve akıl yürütme de bulunacağım…
Evrenin içinde, gelişkin kabul edilen bir tür olarak, neslimizin devamlılığı için ihtiyacını güttüğümüz şeyler sonraki kuşaklara “düşünceler” yoluyla transfer oluyor. Şöyle ki; evrimleşme sürecimizin bir kısmı “güdü” adını verdiğimiz ilkel bir “düşünce” sistemi yoluyla ilerleyen bir mekanizmadır. Bu mekanizma öylesine küçük boyutlarda ilerler ki, görünür bir nokta olabilmesi bile yüzbinlerce yıl alabilir. Ya da aynı şekilde kaybolabilir. Ancak her türün ve evrimsel basamağın baskın “üyeleri” vardır… Bu baskın, öncül üyeler (öncül oldukları için baskın değiller tabi) İhtiyaç “duyulan” bir uzvun, bir işlev yürütücünün açığa çıkmasının onları hedeflerine daha çabuk ve risksiz ulaştıracağını fark ederler, “dilerler”… Bu dileme hali bile binlerce yıl içinde oluşur… Bu süreç içinde kodlama mekanizması uzuv/düşünce üzerinde işlemeye başlar. Protonlar gibi yoktan var olma ilkesi gereğince ya da “zaten orada olanın belirginleşmesi” sistemince hiçlikteki düşünce varlıklaşır ve atomaltı düzeyde maddenin en temel yapı taşlarında açığa çıkar. Uzay zaman için kısa sayılan sürelerde de yerini bulur…
Dünyamızdaki doğa kendi kendini “düşünerek” mükemmelleşmiş bir habitat oluşturmuştur (doğanın bir mükemmeliyet algısı var mıdır bilinmez tabi). Bilebildiğimiz ya da algılayabildiğimiz kadarıyla bu doğa içinde kendi kendini düşünebilen tek canlı insandır. Bu mekanizmayı “güdüsel bir bilinçle” açığa çıkardıktan sonra bunu “hızla” işlemiş ve kendi bedeni dışında uzuv geliştirecek bir ana ermiştir… Bu uzuv alet yapma bilgisidir! Doğadaki işlevsel nesneleri, ihtiyacı için, yani avlanmak için kullanma aşamasından kendi zihni ve bedeniyle doğadaki parçaları işleme aşamasına vardığında dünyanın tümüne yayılan ve istila eden baskın tür olma yoluna da girdi. Yapma becerisini gösterdiği her aletle birlikte kendi beyninin işleyiş biçimini de geliştirmiş oldu. Zaman zaman nicel zaman zaman da nitel sıçramalarla eşik atladı..
Tek hücreli canlıdan, bilebildiğimiz en karmaşık zihinsel yapılı canlıya dönüşen insan… Milyar yılların sonundaki milyonlarca yıllık bir gelişim sürecinin ardından iş aletleri ve makineleri üretmiş ve farkına varmadan kitlesel olarak onlara mahkum hale gelmiştir. Son birkaç bin yılın sonundaki yüzyılın en büyük savaşımı bu mahkumiyeti algılamakla ve ondan kurtulmaya çalışmakla geçti/ geçiyor ve bir süre daha geçeceği şüphe götürmez.
Yıkım ve doğum sarmal bir yapıyla doğadaki dengeye boyun eğiyor. İnsan soyu kendi kendini hunharca yok ediyor sonra da bütünlenmek ve ölümsüzleşmek için yeniden vahşi ekonomik ilişkiler türetiyor. Savaşım denilen eylemin doğası ve biçimi tek taraflı olmadığı için her zaman kendi karşıtlarını da var ediyor.
“Tarih Sınıflar Savaşımı Tarihidir”
Toplumsal üretim kendi içinde onlarca, üretimin ilerlemesi ile koşut yüzlerce katmana ayrıldı. Her katman kendi içinde bir cephe yarattı ve ortak aklın gücü doğrultusunda sürekli yeni dengelerin kurulmasına olanak sağladı. Bu çatışmaların seyri tek bir yönde gerçekleşmedi/ gerçekleşmiyor.
İktidarın geniş kitleleri sindirerek kendi bedensel-düşünsel yapılarının anlamından uzaklaştırdığı insan topluluklarının yarattığı politik, ekonomik, kültürel ve siyasal iktisadın, kendi varlığının gücünü sınadığı özgürleşme alanı toplumsal ayaklanmalar oldu.
Kapitalizm öncesi ve sonrası hemen her dönemde üretimin yoğunluğuna ve paylaşımına bağlı olarak değişken zaman aralıklarıyla gerçekleşen ayaklanmalar, tarafların güçlerini ve istemlerini belli dolayımlar doğrultusunda ortaya koyar. Her defasında yeni güçleri harekete geçirir eski güçleri de yedeğine alır ya da makul bir sunumla aradan çekilmesini dayatır. Bütün bu süreç boyunca iktidar küçük bir gurubun çıkarını temsil etmektedir. İktidarı elde tutmak konusunda uzmanlaşmış olan bu gruplar ise kitleleri yönetme sanatında ustalaşmışlardır. Düşünsel gelişimlerini bu noktaya odaklamışlardır. İnsan bedeninin içinden geçtiği ruhsal süreçlerin çok net farkındadırlar. Fani ömrümüz için uzun kabul edilen binlerce yıllık dönem boyunca dinsel kurumlar aracılığıyla geliştirdikleri bu sanatta yetkinliklerini hala korumalarına rağmen güçlerini yitirdikleri açıktır. Dinsel yapılar her ne kadar yükselişte gözükmelerine rağmen kitlesel üretim ve tüketim ilişkilerinin karşısında büyük ve hızlı bir çözülmenin içindedirler. Ancak kabukla iç arasındaki ilişki, bilimdışı (nesnenin sonsuza kadar süreceği) bakış açıları tarafından algılanmamakta ya algılanılması istenmemektedir. Bu tür bir algılama çok şeyi ve çok kişiyi yerinden edebilecek güçtedir. Egemen kapitalistik kabuğun henüz çatlamamış görünüyor olması bir yanılgı aracı olarak kullanılmaktadır. Oysaki çatlamak bir yana kırılması ve dağılması an meselesidir.
Kitlelere sunulan artık sanal bir evren modelidir. Binlerce yılın gözbağı numaraları artık özelliğini yitirmiştir ve denenmeyen pek az gözbağı numarası kalmıştır. Öte tarafta, üretici güçlerde de sıkışma söz konusudur. Aşılmayı beklemektedir. Kendisine ait olanın ne olduğunu kavrayamamakta, akılsallaştıramamaktadır. Akılsallaştırdığı ise organizmasının devamlılığı için en garanti olanıdır… Köhnemiş düşünsel önderlerin hemen hiçbirine rağbet etmemektedirler. En hazır oldukları ana kadar bekleyeceklerini (yumurtanın kapıyı tekmelemesi de diyebiliriz) ise Haziran’da gördük. Kitleler kendilerini değil önderlerini ateşe atmakta deneyim sahibidirler. İlkel bir ritüeldir. Tek tek hiç kimse kutsal olana karşı çıkma cesaretine sahip değildir. Ama bu ateş çoğu kişinin içinde yanar. Tek tanrılı dinler bu ateşi günah olarak kabul ederler. İnananların hemen hepsi günah işlemeye meyil kazandığında, zorunluluk gerçekleşmek durumunda kalır. Bir şölen yapılır ve yasak hep birlikte delinir, günah işlenilir. Bu günah sınıflar savaşımı tarihinde ayaklanmadır. Başarısız ayaklanmaların kurbanları kitle önderleridir. Bu önderlerden bazıları ilahlaşacak çoğu da unutulacaktır. Ortak hafıza geneli en yakın temsil edenleri belleğinde tutacak, ona benzememek içinse elinden geleni yapacaktır. Tıpkı tarihin ve doğanın yapısında olduğu gibi bu alan da çeşitli katmanlara bölünecek ve her grup kendi gelişkinlik çizgisi doğrultusunda önderler benimseyecek, bazılarını paylaşamayacak, uygun olmayan ama yetkin bazılarını ise kendi gruplarının, inanışlarının günahı olarak toprağa gömmeye çalışacaklardır…
Tanrı Ölmüştü
Emperyalizm çağına kadar ayaklanmaların temel motifi dinsel olarak işlenmişti. İnsan aklının bu dünyaya egemen olduğu gerçeği genelleştikçe bu motif daha geri planda ve küçük ölçütlerle işlenmeye devam etti. Ancak binlerce yıllık arkaik bir yapı olan dinsel kurumlar en geniş kitlelerinin doğal bir düşünce tarzı olarak sirayet ettiklerinden dolayı iktidarını korumaya çalışan her sınıf bu yapıyla kendi sinir sistemini de organize etmiştir. Böylece tanrısal adaletin hala tecelli ettiği inanışı kabuklarını atarak da olsa varlığını devam ettirmiştir. Öte yandan bu halka insan aklıyla bilerek ve isteyerek de kapatılmıştır. Niyeti elbette tartışmalıdır. Halkayı kapatan, son büyük din olduğunu iddia eden İslamiyet ve onun kurucusu ve önderi olan Muhammed’dir. Gökten beklenilen son kişi ise büyük kurtarıcıdır. Dinsel peygamberler çağı VII. asırda, bir daha açılmamak üzere kapanmıştır. Bundan sonra ortaya çıkanların hemen hiç biri kendisinin peygamber olduğu iddiasını taşımamıştır (taşıyanları da kimsenin iplemediğini pratikten biliyoruz). Daha büyük oynamışlar ve kendilerinin beklenen “kurtarıcı” olduğunu iddia etmişlerdir (boğuluyorsak büyük denizde boğulalım demişler). Çevrelerinde oluşturdukları çıkarcı birkaç sakinleriyle de çoğu unutulup gitmiştir. Kendi dönemlerinde dahi kitleler tarafından ciddiye alınmamışlardır. Din adamları tarafından ciddiye alınmaları ise neredeyse olanaksızdır. Söyledikleri yalanı en iyi kendileri bilmektedirler. Ancak yine de ayaklanmada destek verdikleri hemen bütün önderlerine peygamberlik ya da mehdilik ithafında bulunulmuştur, kitleler tarafından. Bütün kriz zamanlarında ve mekanlarında tanrıyla kurulan ilişki değişen oranlar da azalır ya da artar ama çoğunlukla azalma yönündedir. Kitleler yenilgilerine her kim neden olursa olsun affetmezler, tanrı bile olsa!
Her yengi ve yenilgi dönemini ıslahatlar izler. Islahatlar yeni sömürü ilişkilerinin çok yönlü olarak dayatılmasından başka bir şey değildir. Hakim ilişkiler bu yönle en yetkin işlevselliklerine kavuşmaya çabalarlar. Muhalefet bu yolla manipüle edilir. Devrimci tavır sergileyenlerin kafalarıyla gövdeleri arasındaki mesafenin açıldığını söylemeye gerek bile yok. Etkin tüm sesler kısılır. Sistem içi arayışlar biricik çıkış yılı olarak bir grup aydını oyalar. Muhalefetin kapsamı bellidir. Orada yıkım yoktur. Amaç yıkımın geciktirilmesidir. Bu iki taraflı bir eğilim kazandırır kitle hareketine, ilki uzun vade için kendiyle hesaplaşma, ikincisi ise çürüme. Muhalefetin yönü büyük çoğunlukla çürütmeye yüz sürer. Seçimi daha güçlü şekilde ayakta kalmaya çabalayan sistem içinde “sandıklar”, düzeni muhafaza eder. Muhafazakar olan sadece egemen olan değil, muhalefet edendir de. İstediği kadar sosyalizm ezgisi mırıldansın. Korku egemendir. Kaybedeceğiniz şeyleri gözünüzde büyütürseniz korkunun egemenliğinden çıkış yoktur.
Geniş kitlelerin kendilerini ateşe atmaktan hoşlanmadıklarını belirtmiştik. Ancak kitlelerin bu sağlamcılığı politik iktidar ve her türden muhalefet tarafından yine manipülasyonun bir aracı olarak kullanılır. Bu sefer girişim dışarıdan daha çok içeridendir. Çevirme harekatı sosyal reformistler tarafından yapılır. Onlar için devleti yavaş yavaş değiştirmek olasıdır. Devrimin oldu bittiye getirilmemesi gerekir! Doğrudur da. Ama yalnızca teoride, pratikte ise zavallıcadır. Hiç bir devrim oldu bittiye gelmez. Kendini uzun yıllar içinde hazırlar ve dayatır. Çünkü; “Geçmiş tüm nesillerin geleneği şimdiki nesillerin beyinlerine bir karabasan gibi çöker. Tam da kendilerini ve bir şeyleri kökten değiştirmeye, daha önce var olmayanı yaratmaya kalktıkları bu tür devrimci dönemlerde endişeyle geçmişi anımsar ve devreye sokarlar. Bu geleneksel kılık değiştirme içinde ödünç alınmış söylemde dünya tarihinin yeni aşamasını var etmek için isimleri, savaş sloganlarını ve alışkanlıkları ödünç alırlar.”[1]
Toplumsal niyetlerin gerçekleşmesi ancak örgütlenerek eyleme geçmesiyle olanaklıdır. Başarıya ulaşan eylemler ise kitlelerin bağrında olgulaşanlardır. Bu olgunlaşma safhasının ise kendine ait yasaları vardır. Uzun bir dönem sistem içi bir çözüm arayışı devam eder. Yanlışlıkların, haksızlıkların giderilmesi için isteklerde bulunulur. Genel de kabul görmez. Çünkü egemenler çok iyi bilmektedirler ki, verilen ilk taviz sonun başlangıcını örmek için atılan bir ilmektir. Özellikle kriz dönemlerinde tavizler çok daha zor biçimde verilir. Barajda oluşan çatlak misalidir. Basınç duvarları yıkar götürür. Böylece en sıradan bir istem bile bir süre sonra siyasal bir nitelik kazanır. Uzun süre bu niteliğini gizli tutar. Sıradan ekonomik ya da sosyal haklar gibi gözükür. Gizlenilmeyecek noktaya geldiği yer ise açık siyasal kalkışmalardır. Küçük grevlerden büyük, kitlesel ayaklanmalara açılan geniş bir yelpazedir. Olaylar bu noktaya vardığında ve kitle hareketi hala meşruluğunu koruduğunda iktidar yeni hamlesini yapar. Yeni hamlenin adı reformdur… Ama hamle egemenlerden gelmişse bunun adı açıktan devrimin boğulmasıdır. Zorunluluktan verilen, zamanı geldiğinde zorla geri alınır. Ama devlet açıktan zor uygulamalarını ancak zayıf olduğu zamanlarda uygular. Gücünün belli bir yapısını koruduğu dönemlerde bunu öylesine usulca yapar ki, olan bitenlerin ne zaman oraya geldiğini anlamak için bir şoka uğramak zorunludur.
Günümüzde neredeyse tüm mevcut kapitalist devlet uygulamaları zayıflamıştır. Dünyanın hemen her yerinde kitlelere zor yoluyla müdahale edilmektedir (büyük yıkımlı savaşları saymaya dahi gerek yok). Şiddetin bu denli yoğun oluşu elbetteki maceracı girişimlerin yolunu tıkamış, bunun yerine sağlam alt yapıya sahip örgütlenmeleri dayatmıştır. Yeterince iyi örgütlenmemiş hiç bir ayaklanmanın başarı şansı yoktur. İşin daha da kötüsü ayaklanmaların yenilgisi aynı zamanda burjuva devlet aygıtının da yetkinleşmesi anlamına gelmektedir… Haziran’dan büyük deneyimlerle ve kitleye, kitlelerin gücüne güvenmemiz gerektiğini anlayarak çıktık (öyle umuyorum diyelim)… Kendi gücünü fark ettiğinde ve birbirine güvenmeyi öğrendiğinde nasıl da korkusuzca ve ölümü göze alarak devlet aygıtlarına yöneldiğini gördük.
Kimse gördüklerimizi sandığa gömmemizi beklemesin..
fraksiyon-Serdar Uğurlu