HDP’nin –Bazı– Sosyalistlerle Ne İşi Var?

1989′dan 2014′e onurlu barış için onursuz siyasi hamleler tarihi. Anlamını kaybetmiş bir siyasi hareket, anlamını kıskançlıkla koruyan devlet. Kıblesi hâlâ halka ve devrime dönük olanların, bütün tarihi düzene güvence vermekle geçmiş bu ittifakın neden uzağında durduğu aşikar değil mi?

Yıl 1989.

SHP Malatya milletvekili İsmail Aksoy “Kürtler ayrı bir halktır” dediği gerekçesiyle partiden ihraç ediliyor. Ardından 7 SHP’li milletvekili daha. Onlar da Paris’teki ‘Kürt Ulusal Kimliği ve İnsan Hakları’ konferansına katılmak suçunu işlemişler.

Kürt hareketinin yasal particilik macerası, SHP’den ihraç edilen milletvekillerinin Haziran 1990’da HEP’i kurmasıyla başlıyor. Milletvekillerini partiden ihraç eden SHP’ye oldukça öfkelenmiş olacak ki, Kürt hareketine yakın yayınlardan biri olan Yeni Ülke isimli gazete veryansın ediyor o dönem:

Hepsinin politikası özel savaşa ayarlıdır. İnönü Özal’dan daha fazla devletçidir. Bunlar diğer meselelerde dalaşırlar ama Kürt meselesinde birleşirler … SHP düzen partisidir, devlet partisidir … Üstelik SHP, Kürt sorunu konusunda 70 yıldan bu yana sabıkalı olan bir partidir” (Yeni Ülke, 45).

SHP, 12 Eylül sonrasında oligarşinin solu çevrelemek için CHP’den kırparak partileştirdiği bir oluşumdu. Doğru söze ne denir, bir düzen partisiydi.

Fakat pragmatizm bu. Yeni Ülke’deki bu yazı 1991 yılında çıkıyor. O yıl seçim var ve Kürt hareketinin parlamentoya girebilmesi için bir seçim bloğu kurması lazım geliyor. SHP ile yapılan görüşmelerde bu kapının açık olduğu görülünce, Kürt hareketi SHP’ye ilişkin söylediklerini unutuyor ve bir HEP-SHP koalisyonu kuruluyor. Yeni Ülke gazetesi ertesi ay yapıştırıyor tespiti:

HEP ve SHP’nin Türkiye’deki demokrasi insan hakları ve Kürt sorununa yaklaşımları, köklü çözümler üretmese de özel savaş kurumlarıyla çatışır niteliktedir (Yeni Ülke, 49).

Kürt hareketinin aylık yayın organı Serxwebun (sayı: 117, 4), HEP-SHP koalisyonundan oldukça umutlu görünüyor o dönem: “Bu, Kürdistan halkına dayatılan dizginsiz terör politikalarının, katmerli özel savaş politikalarının darbelenmesi demektir” diye yazılıyor. Faşizm gerçeği sanki bilinmiyormuş gibi, burjuvazinin parlamentosuna milletvekili sokarak devlet terörünü darbeleme hayalleri kuruluyor. Parlamento abartılıyor.

Nihayetinde HEP-SHP koalisyonu meclise 18 milletvekili sokuyor. Fakat özel savaş politikalarında bir darbelenme yok. Devlet terörü Kürdistan’da son hızıyla devam ediyor. Devlet 1992 Newroz’unu kan gölüne çeviriyor, HEP’e kapatma davası açılıyor ve birkaç ay sonra Kürt aydını, Yeni Ülke’nin de emekçilerinden olan Musa Anter öldürülüyor. “Düzen partisi” SHP’den ise pek ses yok.

HEP’in kapatılacağı anlaşılınca, hemen bir başka yasal parti olan DEP kuruluyor ve HEP’li milletvekilleri bu partiye geçiyorlar. 1993 yılında yapılan kurultayla DEP’in başına Yaşar Kaya geçiyor. Yaşar Kaya, sanki ortada kıran kırana süren bir savaş yokmuş gibi demeç veriyor aynı yıl:

Ben eminim, Kürt sorununun silahla çözümü bitmiştir. Kürt sorununu demokrasi içinde, barış içinde, demokratik yollarla, diyaloglarla, konuşarak halletmek mümkündür… Devlet bu konuda bir adım atarsa biz parti olarak hükümete destek oluruz, devlete destek oluruz.

Demokratik yollar, barış, diyalog. Devlete destek. Devlet Kürtlerin yüzüne “anlamıyorum” dermiş gibi bakıyor ve Mehmet Ağar Emniyet Genel Müdürlüğüne getiriliyor. Madımak.
Devrimde Değil, Düzende Birlik

1993 yılı Kürt hareketi için önemli bir dönemeç. PKK tek taraflı ateşkes ilan ediyor, barış manevralarına başlıyor. İktidarı almak, devrimci bir dönüşüm yaratmak artık demode politikalar. Dünya değişiyor, Yaşar Kaya’nın tespitine inananların sayısı artıyor.

Ama devlet tek bir geri adım atmamışken, bu barış umudu niye? DEP Mardin milletvekili Mehmet Sincar 1994 yılında kontrgerilla tarafından katlediliyor. Genel Başkan Yaşar Kaya tutuklanıyor. Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılıyor, apar topar tutuklanıyorlar. DEP bir kereliğine 1994 Yerel Seçimleri’ni boykot ediyor. 17 Mart 1994 tarihinde “PKK’nin bir uzantısı” olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılıyor.

Esasında devrimci mücadele açısından bu süreç derslerle dolu. Faşizmin seçimler yoluyla ihya edilemeyeceğini, halkın faşizmin parlamentosundan bir beklentisi olmaması gerektiği bedeller ödenerek gösterilmiş durumda.

Fakat Kürt hareketinin niyeti başka. Yayınlarda “Kürdistan devrimi” diye ajitasyon yapılıp kitle sağlam tutulmaya çalışılsa da, baştakiler barışa kilitlenmiş.

Ve DEP’in yerini HADEP alıyor.

Kürt hareketinin düzen partileri üzerinden parlamentoya ‘sızma’ ve devlete barış için bir ‘muhatap’ yaratma umudu kalmayınca, elde solun kimisi çoktan düzeniçileşmiş, kimisi de buna hazırlanan parçaları kalıyor.

Feuerbach Üzerine Tezler yerine, bir süredir Kopenhag Kriterleri’ni okuyor bu sol. Onlar da yasal particiliği keşfe çıkmış. 1990’ların ortası itibariyle bu kesimler açısından düzene entegrasyonun ilk kısmı tamamlanıyor. 12 Eylül öncesinin kimseye pek eyvallahı olmayan koca TKP’si, önce TBKP’ye sonra da birkaç çevrenin birleşimiyle BSP’ye dönüşmüş, ufalanıp gitmiş.

Solun bir başka kesimiyse Kızıldere’de yürünmeye başlanan Devrim Yolunu, herhalde harita okumayı bilmediği için, kaybetmiş ve kendini Kuruçeşme’de bulmuş. “Parti olmayan parti” ile devrim olmayan devrim yapacaklar.

Solun bu kesimi için sınıf mücadelesi teorileri eskiyor, yeni trend kimlik mücadelesi. Öncelikler gözden geçiriliyor. Devrimle gelecek sosyalist demokrasi yerine reformlar ve müzakerelerle gelecek burjuva demokrasisi, sen çok yaşa.

Tesadüf, 1995 yılında PKK, bayrağından orak-çekiç simgesini çıkarıyor. Yeni ittifaklar için ortam müsait, şartlar uygun.
“Bu Seçim Başka Seçim”

Önümüzde 1995 seçimleri var, ve artık Kürt hareketi için kıvama gelmiş solla ittifak yapma zamanı. HADEP dönemin devrimden umudunu kesmiş diğer reformistlerini etrafında toplayıp Emek, Barış ve Özgürlük Bloku’nu kuruyor.

Sıra bu bloğu halka tek umut gibi göstermekte. Tırmanan devrimci mücadelenin yarattığı potansiyeli düzene akıtmakta. 1995 yılında çıkan, Kürt hareketine yakın Özgür Politika gazetesi bu işi üzerine alanlardan biri. “Bu Seçim Başka Seçim” diyor yazı:

Yanlış anlaşılmasın, seçimle devrimi birbirine karıştırmıyoruz. Fakat 6 gün sonra yapılacak olan genel seçimlerde ilk kez düzen partilerine bir alternatif doğduğundan olayın önemi sanıldığından daha büyüktür (Özgür Politika, 18 Aralık 1995).

Serxwebun’un seçimden önce çıkan sayısında, bizim bugün çok aşina olduğumuz satırlar var. Dergi HADEP’in “Türkiye’de demokrasi ve barış ortamının gelişmesi için” devlete verilmiş bir kredi olduğunu söylüyor ve ekliyor:

Kürt halkı bu baskın seçimde HADEP öncülüğünde Emek, Barış ve Özgürlük Bloku’nda güçlü bir sınav vermiştir. Uzun süredir tartışılan faşizme karşı cephe projesi yaşam imkanı bulmuş ve üstünde yükselme birikimini kazanmıştır (Serxwebun, 168).

Vaatler büyük: İlk kez düzen partilerine bir alternatif doğuyor. Bu hem Kürt hareketinin siyaset ufkunun ne kadar daraldığını, hem de abartıcılığın bir siyasal söylem olarak ne kadar içselleştirildiğini gösteriyor. Artık devrim döneminden faşizmle pazarlık dönemine geçiliyor. Ona demokrasi ve barış ortamının gerçekleşmesi için ‘krediler’ veriliyor.

Blok aynı zamanda Türkiye solunun bir kesiminin PKK’nin güdümüne nasıl girmeye başladığının da göstergesi. Artık “Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunu”, bunda herkes hemfikir.

Çare? Seçim.

Fakat tek başlarına seçim kazanamayacaklarını bilen bütün hareketler, Kürt hareketinin etrafında kümelenmeye başlayacaklar. Görünüşte anti-faşist olan bu cephenin tek politikası, Kürt hareketinin ona işaret ettiği politika olacak, yani düzenle uzlaşma.

Velhasıl 1995 seçimleri yapılıyor ve bloğun meclise gönderebildiği vekil sayısı: sıfır. Faşizm %10 barajıyla kendini garantiye almış. Esasında bir seçim ittifakı olan o “anti-faşist cephe”den seçimden sonra bir daha haber alınamıyor.

Ama moral bozmak yok. Daha önümüzde çok seçim var.

Hatırlatayım, 1990’lardayız. Kontrgerilla Türkiye halklarının üzerine kabus gibi çöküyor. 17.000 faili meçhulün gerçekleştiği, Kürt illerinde yüzlerce toplu mezarın kazıldığı bir dönem. Susurluk skandalı patlıyor. Hapishanelerde korkunç katliamlar.
“Demokratik Parlamenter Sisteme İnanıyoruz”

1999 seçimleri gelip kapıyı çalıyor. Devlet kendisine gönderilen barış elçilerine hiç kulak asmadığı gibi, hareketin önderini tutsak düşürmüş. HADEP bu moral bozukluğu içinde seçimlere giriyor.

Parti hiç milletvekili çıkaramıyor ama sandıktan DSP, MHP ve Fazilet Partisi ilk üç parti olarak çıkıyor. Bir hafta sonra HADEP’in Genel Başkan Vekili Osman Özçelik bir açıklama yapıyor:

Biz demokratik parlamenter sisteme inanıyoruz. MHP ve DSP’nin iktidar olmaları durumunda halkın çıkarları doğrultusunda yapacakları her türlü çalışmayı destekleyeceğiz (Hürriyet, 23 Nisan 1999).

Demokratik parlamenter sistem Tanrı gibi bir şey. Herkes ona yürekten inanıyor, ama var olduğunun kanıtına rastlamak çok zor. Kürt siyasetçiler devlete sürekli ‘mümin’ olduklarını hatırlatmaya, güvence vermeye çalışıyor.

Ama DSP’nin ANAP ve MHP ile kurduğu koalisyon hükümeti, halkın çıkarları doğrultusunda adım atmaya fırsat bulamıyor pek. Çünkü o sıralar “Tufan Operasyonu” üzerine çalışmaktalar. Hemen bir yıl sonra 19 Aralık 2000 tarihinde ülke tarihinin en büyük hapishaneler katliamı uygulamaya sokuluyor.

Hem Kürt hareketinin hem de onun haşa Kemalist olmayan, hepsi de birbirinden açık görüşlü solcu müttefiklerinin 19 Aralık operasyonu ve 7 yıl süren ölüm oruçları karşısında aldıkları tavır malum. Farklı olduklarını başta devlet olmak üzere herkese gösteriyorlar. Demokratik mi bilmiyorum, ama bir parlamenter sistem var çünkü.

Faşizm vites küçültmeden halka açtığı savaşı sürdürürken, Kürt halkı bloklar, ateşkesler ve parlamento yalanlarıyla kandırılıyor. Her seçim iktidara yeni bir alternatif, her seçim faşizme verilmiş bir son ihtar. Fakat ne işsizliği tükeniyor, ne yoksulluğu halkın. Ne de çocuklarının katilleri bulunup hesaba çekilmiş. Çünkü faşizmin ihtarla, seçimle devrildiği görülmüş şey değil.

Parti kapatmalar da devam ediyor. Demokratik parlamenter sistem HADEP’i kapatıyor. Yerine DEHAP açılıyor. DEHAP kapatılınca da 2005 yılında DTP kuruluyor.
Aman Siyasal Ortam Gerilmesin

2007 seçimleri gelip dayanıyor. DTP bağımsız adaylarla seçime gireceğini ilan ediyor. Öcalan’ın yakalanmasından sonra bir bocalama dönemi yaşamış olan Kürt hareketi tekrar toparlanmış. Kürt illerinde kararlılıkla seçim çalışmaları yürütülüyor.

Mücadele sürüyor. DTP’lilerin meclise girmesini engellemek için faşizm birbirinden aşağılık komplolar örgütlemiş. Buna rağmen Kürt halkı bedeller ödeyerek vekillerini meclise gönderiyor. Parlamento da bir mücadele alanı. Devrimi oradan da savunmak mümkün.

Heyhat, aynı seçimde Kürt halkının desteğiyle meclise giren, sosyalist mi sosyalist ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras konuşuyor:

Ben bu meclisi çok olumlu buluyorum. Çünkü ilk defa, toplumun bütün renkleri meclise yansıdı. İlk defa toplumun temel meseleleri üzerine yüzleşeceğiz. Kürt sorununun demokratik siyasi çözümü gibi meselelerde kalıcı adımlar atılması, demokratikleşmenin sağlanması ve barışın tesis edilmesi önemli…Bu Meclis’in adım atacak, somut sorunlara çözüm getirecek bir meclis olduğunu düşünüyorum (Zaman, 26 Temmuz 2007).

Uras’ın elinde vekil mazbatası, yüzünün bütün kaslarıyla gülümserken kameralara verdiği poz aklımdan gitmez. Birkaç ay sonra Uras demokratikleşme müjdesi veriyor:

Türkiye normalleşme sürecine gidiyor … Siyaset giderek sivilleşiyor … Sivil bir anayasanın gerçekleşmesiyle vesayet rejiminden demokratik rejime doğru hızla evrilebilecek… Bir süre sonra bu tür gelgitler, yerini demokrasinin kurumsallaşmasına bırakacak (Milliyet, 7 Eylül 2007).

Uras vekil mazbatasını aldıktan sonra nasıl gülmüşse, ağzı kulaklarına varacak yerde, ikisi arasındaki bağlantı tamamen kopmuş. Meclisin toplumun bütün renklerini yansıttığından, faşizm altında demokrasinin kurumsallaşmasından bahsediyor. Abartı bir siyasal çizgiye dönüşüyor.

Fakat o bu düşüncede yalnız değil. Kürt vekiller de farklı şeyler söylemiyor. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ü dinliyoruz:

Gelişimiz aslında Türkiye’deki gerginliği azaltmaya yönelik bir katkı sunmaktır. Barışa, demokrasiye, parlamentonun bütünlüğüne inanan insanlarız, sorunların çözüm yerinin parlamento olduğuna inanıyoruz… Çok fazla spekülasyon yaratıp Türkiye’yi gerginliğe sevk edecek tutum içinde olmayız (Hürriyet, 12 Aralık 2007).

Bu sözleri manidar kılan şeylerden biri, Ahmet Türk’ün TÜSİAD kokteyli için gittiği Hilton’da söylenmiş olması. Bu samimiyet ilerleyen yıllarda daha da artacak, Kürt hareketinin temsilcileri TÜSİAD başkanlarıyla halay çekmeye kadar vardıracak işi.

Aynı yıl, bu sefer Selahattin Demirtaş konuşuyor:

Şimdi tabii ki Türkiye’deki temel sorunlarının çözüm mercii Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir, halkın iradesinin tecelli ettiği yer meclistir. Meclis çatısı altında çözümler tartışılacak, çözüm önerileri ortaklaştırılmaya çalışılacak (ntvmsnbc.com, Ağustos 2007).

Geçmişte en azından “özel savaş rejimini teşhir etmek” ya da ona “darbeler vurmak” amacıyla meclise girdiğini söyleyen Kürt hareketi, 2000’lerde meclisin esasında ne olduğuna, hangi sınıfa hizmet ettiğine ilişkin perspektifini tamamen kaybetmiş.

Perspektifini kaybetmeyenler de var. Bunlardan biri devlet. 2009 yılının ortasında “KCK Operasyonu” altında ülke çapında bir operasyon başlatılıyor Kürt hareketine karşı. DTP kapatılıyor, yerine hemen BDP kuruluyor. İki senede toplam 7700 kişi gözaltına alınıyor, neredeyse 4000 kişi tutuklanıyor.

Panzerlerle basılan DTP/BDP binaları. Kar maskeliler eşliğinde yaka paça götürülen insanlar.

Adliye önlerinde eli plastik kelepçeli insan kuyrukları uzuyor… Manzara 12 Eylül’den farksız.

Faşist düzeni teşhir etmek, meclisle, seçimle hiçbir şeyin düzeltilemeyeceğini, halkların bir devrime ihtiyacı olduğunu haykırmanın tam zamanı.
Almadan Gittiler

Bu beklenti içinde olanlar yanılıyor. BDP 12 Haziran’da yapılan 2011 seçimlerine de katılıyor. Ama ne katılma! Düzen solunun ‘ünlü’ isimleri ambalajlanıp ‘devrimciler meclise giriyor’ posterleri ile tanıtılıyor. 1995 yılından beri oynanan seçim tiyatrosu tekrarlanıyor.

Kürt halkının desteğiyle seçilip meclise gönderilen sosyalist Ertuğrul Kürkçü,

Halk ile parlamenterler arasında militan bir anlaşma sağlıyoruz ve bir kere daha asla Türkiye’de parlamentarizm tuzağına düşmeyen ama parlamentoyu da hiç boşlamadan, halk hareketi ile birlikte yürüyen muazzam bir devrimci hareketin eşiğindeyiz,

diye açıklama yapıyor (turnusol.biz, 13 Haziran 2011).

Militanlık, muazzam, devrim.

Devlet bu kararlılık gösterisine yanıt veriyor: BDP’nin 6 milletvekili tutuklu oldukları için meclise alınmıyor. Kürt hareketine restini çekiyor devlet.

Düzeni teşhir etmek için bir fırsat daha. Halk öfkeli. BDP’nin diğer vekilleri meclisi boykot kararı alıyorlar, “almadan gitmeyeceğiz” diyorlar. Fakat kısa süre sonra asıl taktiğin zamana yayarak halkın öfkesini yumuşatmak, düzenin krizini engellemek olduğu anlaşılıyor. Ahmet Türk’ün dediği gibi “Türkiye’yi gerginliğe sevk edecek tutumlardan” kaçınılacak.

Selahattin Demirtaş, bizim şartımız şurtumuz yok diyor ve “iyi niyetini” gösteriyor:

Her şeyden önce Türkiye’de yeni bir anayasanın ortaklaşa bir uzlaşma zemininde yapılacağı, demokratik siyasetin kesinlikle önünün açılacağı, anayasal ve yasal düzenlemelerin hep birlikte yapılacağı, siyasi partilerin parlamentoyu bir demokrasi mabedi gibi görüp, demokratik işleyişin merkezi haline getireceklerine dair bir mutabakat çok önemlidir (Radikal, 8 Temmuz 2011).

Veleddalin amin. Niyetler dile de yansıyor artık: Ortaklaşa uzlaşma zemini, hep birlikte, demokrasi mabedi, mutabakat… 20 yıllık politika beyinleri, dilleri esir almış. Parlamentarizm tuzağına düşmeyen muazzam devrimci hareket, ilk yenilgisini alıyor: “Almadan gitmeyeceğiz” diyen BDP, AKP ve Cumhurbaşkanı ile yapılan görüşmelerin ardından hiçbir kazanım olmadan, vekilleri hücrelerinde bırakıp, yeminini edip meclise giriyor.

Amaç aracı meşru kılıyor. Parlamentarizm gibi en pespaye aracı bile. Çünkü amaç kutsal: Barış gelecek, analar ağlamayacak, kan akmayacak.

Katliam İftarı

Uykunun en tatlı yerinde patlama sesleriyle uyanıyoruz. Roboskî. 34 Kürt, çoğu henüz çocuk. Emri Başbakanın verdiği, Genelkurmay Başkanınınsa bunu onaylayıp bombalamayı başlattığı ortaya çıkıyor.

Parlamentonun “demokrasi mabedi” olduğu bir yerde böyle bir katliamın emrini verenler önce iktidardan indirilir, sonra da hesaba çekilirdi. Kendi halkını katleden iktidarların meşruluğu kalmaz. Kürt parlamenterler de başta çok öfkeli görünüyorlar. Bunda 1991’den beri ne deseler tersinin çıkması da etkili olsa gerek.

Ama zaman her şeyin ilacı. Ahmet Türk’ün dediği gibi, barış uğruna “17.000 faili meçhulü unutmaya hazır”lar. Aradan 1,5 yıl geçiyor. Başbakan Roboskîli aileleri iftara çağırıyor. Acısı hala taze olan aileler “Başbakan ile aynı sofraya oturmamız mümkün değil” diyerek bu daveti reddedince, araya BDP Eşbaşkanı Demirtaş giriyor. Aileleri ikna edip, o sofraya oturtuyor. En temel insani değerler ortamı germemek uğruna çiğneniyor. Onurlu barış için onursuz siyasi hamleler yapılıyor. Gerileme had safhaya ulaşmış.

11 Mayıs 2013’te Antakya’nın Reyhanlı ilçesinde bombalar patladığında, daha ertesi gün, Demirtaş açıklama yapıyor:

Türkiye’de bu tür saldırılara karşı birlik olma zamanıdır. Bu dönemde özellikle sivil yurttaşlarımızı hedef alan saldırılar karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve eleştirmek yerine birlik içerisinde hareket etmek zorundayız (t24.com, 12 Mayıs 2013).

Anlam Kaybı

Çok değil, bir on gün sonra Demirtaş, Fatih Altaylı’nın kendisi ile yaptığı röportajda mücadelenin geldiği noktayı özetliyor. Altaylı’nın “ola ki AKP sözünü tutmazsa, demokratikleşme gerçekleşmezse Kürt hareketinin tepkisi ne olacak?” minvalli sorusunu şöyle yanıtlıyor Demirtaş:

Çok net biçimde söylüyoruz ki, artık silahlı mücadele dönemi kapanmıştır. Bundan sonra PKK’nın Türkiye’de silahlı bir mücadele yürütmesinin ne anlamı kalmıştır, ne gereği kalmıştır. AKP, Türkiye’yi daha özgürlükçü hale getirirse çok iyi olur. Eğer getirmezse, biz getirmesi için siyaseten kendilerini zorlarız, siyasi baskı kurarız. Ama artık Türkiye’de Kürt sorununun silahla çözümü diye bir şey olamaz (Haber Türk, 23 Mayıs 2013).

Kürt hareketinin anlam dünyasını anlatması açısından önemli: “Silahlı mücadelenin ne anlamı, ne gereği var.” Aynı anlam kaybı devlette yok. Özel Harekat’a 15.000 yeni komando alınıp, ABD’ye eğitime gönderiliyorlar. Polise ağır silah alma yetkisi geliyor. MİT ise dokunulmazlık kazanıyor.

Değişen belli ki faşizm değil, ortada verilmiş somut bir hak bile yok. Ama öyle bir erozyon var ki, silahlı mücadele sırtta bir kambur, uzlaşmanın önünde bir engel artık.

Herkesin “biz 12 Eylül’de bile böyle bir şey görmedik”, “darbe döneminden beter” dediği, halkın çok değil bir hafta sonra ayaklandığı bir ülkede edilmiş sözler bunlar. Oligarşinin ve uzlaşmacılığın 20 yıllık düşü gerçek oluyor.

Ve tüm bunlar olurken, “devrimci hareketin eşiğindeyiz” diyenler, seslerini yükseltip de, “senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?” demiyorlar. Aksine, 17 Aralık’ta başlayan oligarşi-içi kapışmadan sonra esen “sağ rüzgarlar” teorileriyle AKP’ye örtük destek vermenin teorik zemini hazırlanıyor. Birlikler bozulmuyor, ‘cephesel partiler’ dağılmıyor.

Dağılmaz. Çünkü herkesi bir araya getiren, sosyaliste devrimi, Kürde bağımsız Kürdistan’ı unutturan bir mabet etrafında bir araya gelmiş hepsi: Parlamento.

Kıblesi hâlâ halka ve devrime dönük olanların, bütün tarihi düzene güvence vermekle geçmiş bu ittifakın neden uzağında durduğu umarım açık olmuştur.

fraksiyon-Eren Buğlalılar