Psikolojik ve Ahlâkî Bir Sorun Olarak İtaatsizlik
İnsan niçin itaate bu kadar yatkındır ve itaatsizlik etmesi niçin bu kadar zordur? Çünkü devlet, kilise ve kamuoyuyla uygun adım gittiğim sürece, kendimi güvenli ve koruma altında hissederim. Aslına bakarsanız hangi güce ayak uydurduğum pek de farketmez. Bu güç, her zaman şu veya bu şekilde kuvvet kullanan ve asılsız biçimde herşeye gücü yetme iddiasında olan bir kurum veya insanlardır. İtaatim, beni kulluk ettiğim gücün bir parçası haline getirir, böylece kendimi daha güçlü hissederim. Hiç hata yapmam, çünkü benim kararlarımı o verir, yalnız kalamam, çünkü beni hep izler; günah işleyemem, çünkü bunu yapmama hiç izin vermez ve günah işlemiş olsam bile, bunun cezası sadece o güce geri dönmekten ibarettir.
İtaatsizlik etmek için bir kimse yalnız kalabilecek, hata yapabilecek ve günah işleyebilecek cesarete sahip olmalıdır. Fakat yalnızca cesaret yetmez. Cesaretin ölçüsü, kişinin gelişmişliğine bağlıdır. Bir kişi ana kucağından ve baba buyruklarından kendini sıyırabilmiş ve tam olarak gelişmiş bir birey olarak ortaya çıkmış ve kendisi için duyma ve düşünme yeteneğini kazanmışsa, ancak böyle bir durumda kendisinden daha kudretli olan birine “hayır” diyebilir, itaatsizlik edebilir.
Bir kimse güç sahiplerine “hayır” demeyi öğrenip, onlara itaatsizlik ederek de özgür olabilir. Ancak yalnızca itaat etmeme yeteneği özgürlüğün tek şartı değildir; çünkü özgür olmak da itaat etmemenin şartıdır. Eğer ben özgür olmaktan korkmaktaysam, “hayır” deme cesaretini gösteremem. Gerçekten de, özgürlük ve itaat etmeme yetenekleri birbirinden ayrılamaz. Bundan dolayı da, özgürlüğü öven ancak itaatsizliği reddeden hiçbir toplumsal, siyasal ve dinsel sistem gerçeği dile getiremez.
Güçlü olana “hayır” demenin ve itaat etmeme cesaretini göstermenin bu kadar zor olmasının bir nedeni daha var. İnsanlık tarihinin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdeş kabul edilmiştir. Bunun sebebi de basittir: Şimdiye kadar tarih boyunca genellikle bir azınlık, çoğunluğa hakim olmuştur. Hayattaki iyi ve güzel şeylerin pek az kimseye yetmesi ve çoğunluğa da sadece kırıntıların kalması, bu kuralı yaratmıştır. Az sayıda kimse iyi ve hoş şeylerin tadını çıkarmak ve bunun da ötesinde, çokluk olanların onlara hizmet etmesini ve onlar için çalışmasını istemişse, bunun bir şartı vardı: Sayıca çok olanların, itaati öğrenmeleri gerekiyordu.
Şüphe yok ki itaat, sadece kuvvet kullanılarak da sağlanabilir. Fakat bu yolun birçok sakıncaları vardır. Çoğunluğun da azınlığı günün birinde aynı şekilde güç kullanarak alaşağı edecek duruma gelme ihtimali, sürekli bir tehdittir. Üstelik yalnızca korkunun yarattığı itaat ile yapılamayan pek çok iş de vardır. Bu yüzden sadece kaba kuvvet korkusundan kaynaklanan itaatin, insanın içinden kaynaklanan bir itaate çevrilmesi gerekir. Sadece itaatsizlikten korkmak yerine, insan itaat etmek istemeli, hattâ buna ihtiyaç duymalıdır. Bunun gerçekleşmesi için, güçlü olanın “mutlak iyi”nin ve “mutlak akıllı”nın özelliklerini taklit etmesi, “her şeyi bilen” haline gelmesi gerekir. Bu olursa, güçlü olan (iktidarda olan) itaatsizliğin günah, itaatin de sevap olduğunu açıklayabilir. Böyle bir durumda, sayıda çok, güçte zayıf olanlar itaati, itaatin iyi olduğu için benimser, itaatsizlikten de kötü olduğu için nefret ederler. Korkak oldukları için, bu kararları dolayısı ile kendilerinden tiksinmekten de kurtulurlar.
Hem devletteki, hem de ailedeki otoriteye karşı mücadele, aydınlanma dönemi filozoflarının ve bilim adamlarının belirgin özelliği olan entellektüel ruh halinden ayrı düşünülemez. Bu “eleştirici ruh hali”, bir akla inanç haliydi ve aynı zamanda geleneklere, boş inançlara, göreneğe ve iktidara dayanan her söze ve düşünceye karşı şüphe etmek demekti. “Sapere aude” (akıllı olmak cesaretini göster) ve de “komnibus est dubitandum” (kalabalığın içinde en az bir kişi şüphe etmeli) özdeyişleri, bu tutumu çok iyi özetliyordu. “Hayır” deme yeteneğinin önünü açıp, onu teşvik eden de, işte bu akımdı.
Kurumlaşmış insan ya da kurum insanı, itaat etmeme yeteneğini kaybetmiştir; hattâ bir itaat eylemi içinde olduğunun bile farkında değildir. Tarihin bu kritik noktasında, şüphe etme, eleştirme ve itaat etmeme yetenekleri, insanlığın sağlıklı bir geleceğe sahip olması ya da uygarlığın yok olması arasındaki tek ayıraç olabilir.
Erich Fromm