Tasfiyecilik Tartışmalarında Demokratizm ve Devrimci Çözüm
Demokratizm tartışmaları Türkiye ”Sol” hareketinin katalizatör deneklerinden biri olarak durmaktadır karşımızda . Bu sorunsalın en temel ikilemi ise sorunun çözümüne ait önermelerdeki devrimci çözüm mü, reformcu bir çözüm mü tartışmasında saklıdır. Başını EMEP, ÖDP . BDP, TKP, İP gibi yeni tip tasfiyeci-reformistlerin çektiği bugünün Türkiyesi’nde bu oluşumların demokrasi sorununun şu veya bu unsuruna,-örneğin Kürt silahlı kalkışması ya da sendikal mücadele yada sınıfın partisi mi halkın partisi mi sorunsallarına – en az bizim kadar ilgi gösterdiğini, onları en az bizim kadar önemsediğini açıklıkla görebiliriz ama onların gerçekte liberal demokrat siyasal akımlar olarak varlık nedenleri olan bu sorunsallar karşısında klasik ” reformizme” oranla daha sıcak bir tartışmaya katılmaları, sosyalizmin tasfiyesindeki memurluk görevlerini layıkıyla yerine getirme kaygısından başka bir şey değildir.
Bu neden böyledir diye durup bakmak ve bu gerçekliği şu soruları sorarak incelemek lazım; Acaba bu sorunsalları gerçek kapsamlarıyla ele alıyorlar mı? Yada bu sorunsalların çözümünün önündeki toplumsal ve siyasal engelleri doğru tespit ediyorlar mı? Ayrıca bu engellere karşı mücadeleyi devrimci bir tarzda ortaya koyuyorlar mı? Tüm bunlara eş güdümlü olarak bu mücadelenin devrimci toplumsal ve siyasal dinamiklerini doğru ele alıyorlar mı?
Bu soruları çoğaltmak elbette olanaklıdır. Biliyoruz ki tasfiyeci-reformist ihanetin üyeleri en az bizler kadar bu sorunsalları görüyorlar, ama bu sorunsallara güdükleşmiş, burjuva düzenin kendi sınırları içine sığan çözümler öneriyorlar.
Zira burjuvazi ile iktidar sorununu paylaşım pazarlığında bir hesaplaşma noktasından mücadele platformuna çekme hesaplarını saklama utangaçlığından pervasız bir arsızlığa sıçramanın aşamasını doldurmuş bulunuyorlar. Onlar tersinden olarak çekmeye çalıştıkları tartışma platformunda devrimci dinamiklerin sahip olduğu bir programa, böyle bir stratejiye, temelde buna uygun bir sınıfsal ve ideolojik konuma sahip değiller. Temel güç ve olanaklarını sadece burjuvaziyi geriletme, onu demokratik hak ve kurumlara razı etme mücadelesi temelinde sınırlayarak sınıfın ve emekçi kitlelerin devrimci enerjisini boşaltmakla görevlendirilmiş memurlar olarak büyük burjuvaziyle girdikleri bu sözde hesaplaşma sürecinde uluslararası emperyalist odaklardan aldıkları icazetten cesaret bularak yürüyorlar. Bu tasfiyeci-reformist ihanet odaklarının sınırlandırılarak bir felaket odağı haline getirilmekteki misyonları da mevcut burjuva rejimin orasının burasının budanarak “demokratikleştirilmeye ” çalışılmasından öteye geçmeyeceği tüm devrimci dinamikler için bilinen bir gerçekliktir.
Bu tasfiyeci-reformist ihanet odaklarının yukarıda saydığımız sorunsallara, genel olarak demokrasi sorunsalına, bu düzenin kendi iç çerçevesi içinde bir çözüm aramaktan başka hiçbir misyonları olamadığı aşikârdır ve bizim artık bunu en açık biçimiyle görüyor ve biliyor olmamız da ülke coğrafyasında süregelen sınıf mücadelesinin geldiği aşamada bir sıçrama noktasına geldiğimiz gerçeğini göstermektedir. Artık demokratizmin ne olduğunu, kimlerin demokratizmin önericileri olduğunu tartışmamıza çok fazla gerek kalmadan yürünecek bir yolumuz ve devrimci dinamiklerle paylaşacak bir ortak paydamız vardır.
Burada farklılaştığımız temel nokta ise en açık biçimiyle ve genel olarak demokrasi mücadelesini, özel olarak da onun bağlayıcılığındaki faktörlerini, burjuvazinin sınıf iktidarını devirme stratejisi içinde ele alıyoruz. Bu sorunsalların çözümünü, burjuva düzenini demokratikleştirme hedefi içinde değil, bu düzeni yok etme ve yerine proleteryanın iktidarı temelinde, sosyalist bir sistemi kurmak hedefi içinde ele alıyoruz. Sorunu ancak bu çerçevede, bu stratejik kavrayış içinde ele aldığımız ölçüde, gerçekten bu mücadele içerisinde burjuvaziyi geriletme ve yenme ve alaşağı etme olanağı buluruz. Yani tüm reform ve kazanımları da ancak bu stratejik hedefe ilerletecek reformlar ve kazanımlar olarak önerebilir ve savunabiliriz. Lenin’in “emperyalist ekonomizm” denilen eğilimin temsilcileriyle giriştiği tartışmalara bakalım: Lenin,şunu der ;” Monarşiyi cumhuriyete eşitliyor. Siyasal demokrasiyi yok ediyor.” Tam bu noktada temel önemde iki sapma gösteriyor kendisini. Bunlardan birini Kautskiciler, ötekini Lenin’in “emperyalist ekonomistler” olarak tanımladığı bir kısım bolşevikler, artı bir kısım Alman sol kanat temsilcileri, artı bir kısım Hollandalı ve Polonyalı marksist temsil ediyorlar. Anlaşmazlık demokrasi sorununun ele alınışı üzerinedir.
Kautskiciler sorunu, savaşın yok ettiği siyasal hak ve özgürlükleri yeniden elde etme mücadelesi olarak ortaya koyuyorlar. Yani siyasal reformlar sorununu, bir dizi demokratik siyasal istemin yeniden kazanılması sorunu olarak ele alıyorlar. Emperyalist ekonomistler ise, savaşın yarattığı o dehşet verici sonuçlara bakarak, işte buradan da çok somut olarak görüldüğü gibi emperyalizm demokrasiyle bağdaşmaz, kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz, çağdaş kapitalizmde siyasal demokrasi olanaksızdır, bu savaşla da görüldü, diyorlar. Ama öte yandan, sosyalizmde de zaten gereksizdir diye de ekliyorlar. Zira, diyorlar, sosyalizmin kendisi siyasal gericiliğin ve ulusal baskının temelden tasfiyesi anlamına gelir, bu sorunların maddi-toplumsal zemininin tümden ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Böyle olunca kapitalizmde imkansız olan sosyalizmde de gereksiz gelir.
Sonuç olarak, demokratik siyasal sorunların, tartışma somutunda ulusal sorunun, ulusların kendi kaderini tayin hakkının öneminin gözden kaçırılması olmaktadır. Bu durumda siyasal demokrasi mücadelesi diye sorun da kalmaz haliyle. Bu tarihsel olarak geride kalmış bir sorundur biz sosyalizme bakarız, diyorlar emperyalist ekonomistler. Onlara göre, kapitalizm koşullarında demokratik sloganlar öne sürmek, bir aldanış ya da hayaldir, sosyalist devrimin saptırılması ya da ertelenmesidir. Bu tutum görünürde pek solcu bir tutum olsa da gerçekte tümüyle teslimiyetçi ve dolayısıyla sağcı bir tutumdur, demokratik siyasal haklar uğruna mücadele verilmedikçe, mevcut tüm demokratik özlemler ve kurumlar burjuvaziye karşı genel sınıfsal mücadele içerisinde değerlendirilmedikçe, sonuçta burjuvaziyi devirmek başarısı da gösterilemeyeceği bir gerçektir. Sosyalist devrim mücadelesi de zafere ulaştırılamaz ve böylece sosyalist devrimin ertelenmemesi kaygısıyla yola çıkanlar, gerçekte onu tümden imkansız kılan bir çizgiye oturarak devrimi ortadan kaldırmanın ve mevcut kapitalist-emperyalist sistemin bitmek bilmez reformlarının kısır dögüsünde sıkışıp kalmaktan ileriye gidemezler.
Lenin’in bir kısmı bolşevik olan emperyalist ekonomistlere söylediği şey aynen şudur: “Kautskiciler demokratik siyasal talepleri formüle etmekle yanlış değiller ve siz yanlışı yanlış yerde arayarak reformizmi ve oportünizmi güçlendirmiş oluyorsunuz.” Yanlış olan, Kautskicilerin bu demokratik siyasal reformları geriye doğru ve kurulu düzen çerçevesine göre, barışçıl kapitalizme göre yapmasıdır. Ancak devrimci bir tutumla öne sürülebilecek bu tür istekleri, reformcu bir tutumla ortaya atmasındadır. Bizler için yapılması gereken, aynı istemleri geleceğe doğru, toplumsal devrim hedefine göre tanımlamaktır, bu çerçevede ele almak, bu temelde ortaya koymaktır. Yani bütün demokratik özlemleri ve kurumları proletaryanın burjuvaziyi devirme, iktidarı ele geçirme mücadelesi içerisinde, bir sosyalist devrim amacına uygun olarak değerlendirebilmektir.
“Demokrasi sorununun marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir.” V.İ.Lenin
Devrimci Komünistlerin, geleneksel ”ezilenler ” ve ”halkçı” hareket ile gerçek tartışma ve çatışma noktası hiçbir biçimde demokrasi mücadelesini önemsememek ya da küçümsemek olamaz. Sorun demokrasi mücadelesi ise, bu sorunu bu ülkede en iyi anlayan ve anlatabilecek olanın Devrimci Komünistler olduğundan kimse kuşku duymamalıdır; zira en yakınımızda olduğunu söyleyebileceğimiz güçlerin dahi demokratizme eğilmeleri ve bükülmeleri konusunda tarih tanıklık etmektedir. Dışımızdaki devrimci ve komünist dinamiklerin bu soruna ilişkin görüşleri gerçek ve sistematik bir kavrayıştan çok, donmuş, tortulaşmış bir önyargılar yığınından ve eklektik bir optünizme ağır eğilimler taşıyan konumdan fazla bir şey ifade etmemektedir.
Siyasal demokrasiyi kendi içinde amaçlaştırmak, burjuva toplumunun kendi içinde demokratikleştirilmesi çizgisine, yani gerçekte liberalizme, tasfiyeci-reformizme götürür. Egemen bir burjuva sınıf var ve bütün bu tarihsel faşist diktatörlüğün, bu gericiliğin dayanağı, kaynağı, engeli tam da bu sınıfın kendisidir. Mesele devrimcilikse, devrim yapmaksa, bu sınıfı devirmeden bu hakları elde etmek mümkün değildir. Tüm bunların yanısıra kritik bir yanı daha var meselenin. Gerçek bir devrim, kelimenin bilimsel ve en hakiki anlamıyla bir devrim, temel sınıf ilişkilerinde köklü bir dönüşüm anlamına gelir. Ama öyle durumlar olur ki, bir toplumda temel sınıf ilişkileri değişmeden de, radikal siyasal rejim değişiklikleri anlamında, bir dizi devrimci dönüşüm, bu anlamda ”devrimler” diyebileceğimiz, büyük burjuva ve onların egemenleri olan emperyalist güçlerle çelişkisi olan emekçi katmanların devirmeleri ve ortak halkçı erkleri oluşabilir.
1974’de Portekiz’de, 1978’de İran’da devrimler oldu. Bunlar yalnızca kurulu toplumsal düzenin kendi çerçevesi içine sığabilen siyasal sonuçlar yaratan devrimlerdi. Bu tartışmada Lenin’in dile getirdiği çok kritik bir düşünceyi hatırlatmak istiyorum. Onun tartışma boyunca anlatmaya çalıştığı temel noktalardan biri olarak şunu anımsamamızda yarar vardır : Siyasal demokrasi, bütün kapsamıyla kapitalist düzen içine teorik olarak sığar. Ancak pratik olarak sığmaz ya da çok zor, çok özel koşullarda sığar. Kapitalizm koşullarında şu veya bu temel demokratik istemi az çok elle tutulur biçimde kazanabilmek” ancak bir dizi devrimle, ya da devrimci değişimle olanaklıdır. Elbetteki en dar anlamıyla siyasal devrimi kastediyor Lenin.
Portekiz’de Salazar diktatörlüğü devrildi, bir dizi demokratik siyasal hak ve kurum kazanıldı, bu arada sömürgecilik de tasfiye edilmemesine rağmen adı kondu en azından bu sorunun. Bu tür siyasal olayları bir “devrimci hareket” olarak tanımlamak doğru olanıdır. Zira kelimenin bilimsel ve tam anlamıyla devrim; mevcut siyasal sınıf iktidarının devrilmesidir, yoksa siyasal biçiminin değiştirilmesi değil. Latin Amerika’da ki tüm bolivarcı ”devrimler” bu anlamlı devrimlerdir ve Bolivarcı hareketin kendiside buna dayanır. İktidarın biçimi değişir, ama egemen sınıf egemenliğini korur. Aynı şey Franco İspanya’sı ile bugünkü İspanya için de geçerli.Alman tarihine bakalım, örneğin Nazi-Almanyası iktidarda iken de Alman tekelleri egemendi ve bugünkü rejim varken de onlar egemen. Mülkiyetin aynı sınıfın farklı grupları arasında bir el değiştirmesi bile sözkonusu değil. Siyasal iktidarın biçimi değişmiş, sınıf yapısı ve özü olduğu gibi ayakta kalmış durumda ve ayaktadır.
DEMOKRATİZME KARŞI, DEVRİM ÇİZGİSİNDE DİRENMEK
Komintern’in 1930’lardaki faşizme karşı izlediği çizgi faşizme karşı tüm güçleri birleştirmekti fakat bu hangi stratejik hedefler içinde ele alındı, hangi stratejik hedefe bağlandı, ya da gerçekten stratejik hedef gözönünde bulunduruldu mu? Ortada ciddiyetle gözetilen bir devrim stratejisi gerçekten var mıydı? Yoksa taktiğin kendisi artık bir strateji haline mi gelmiş, onun yerini mi almıştı sorunları bir çırpıda Marksist aklın karşısına çıkan sorunlar olarak duruyor. Bu konu, uluslararası komünist hareketin tarihsel deneyimlerini toparlamanın bir başka temel alanı olarak çıkıyor karşımıza. Çünkü bunun yarattığı ve sonraki döneme miras olarak bıraktığı koca bir çarpık ideolojik tarihsel mirası var.
Ülkemizde faşizm var diyenler bundan kendi eklektik devrim anlayışlarına dayanaklar çıkarmaya çalışarak, faşizmin olduğu yerde önce siyasal özgürlük kazanılır, sonrada burjuvazi devrilir böylece sorunlarımız hallolmuş olur ve artık yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar tartışması bitmiştir gibi bir tavır takınabiliyorlar. Siyasal özgürlüğü kazanmadan burjuvaziyi nasıl devireceğiz diye soruyorlar ve bundan demokratik devrim teorilerine kaynaklar üretebileceklerini, sınıfı ve devrimci dinamikleri bu saçmalıklarla oyalayabileceklerini sanıyorlar.
“Özü toprak devrimi” olan ve köklerini Milli Demokratik Devrim teorisinden alan, geleneksel demokratik devrim çizigisini artık bugün açıktan savunabilmenin hiç bir koşulu kalmadığından, , kendilerine bu yeni stratejik dayanağı buluyorlar. Oysa Komintern, hiç değilse söylem planında, sorunun somut formülasyonunu taktik bir çerçevede ele alıyordu. O dönem tekelci kapitalizmin, emeğin kazanmalarına karşı bir genel saldırısı vardı. Siyasal özgürlükleri yok etmek ve emeği daha ağır koşullarda köleleştirmek için bir faşist saldırılar sözkonusuydu. O günlerde sorun, bu saldırıyı göğüslemek ve püskürtmekti. Saldırıyı göğüslerken de orta katmanların demokratik muhalefetinden yararlanmaktı.
Bu problemin çözümü görünürde böyle konuyordu ve bunun gerçekte hangi pratik sonuca vardığını, pratikte nasıl bir stratejik çerçeveye dönüştüğünü de tarihin kayıtlarından biliyoruz. Öylesine ki, savaş sonrası dönemde, komünist partileri hükümetlerde görev alarak savaşın çöküşün eşiğine getirdiği kapitalist toplumun yeniden inşasına ve organizasyonuna bizzat katıldılar. Böylece de devrimci perspektiflerini tümden yitirdiler. Şimdilerde bu olumsuz mirastan beslenenler, ülkede faşizm var gerekçesiyle, devrim stratejisini bu siyasal gerçeklik üzerine kurmaya, buradan giderek haklı tasfiyeci-reformist, tasfiyeci ihanet planlarının üstünü örterek devrimcilik kisvesinde ortalıkta dolaşabiliyorlar.
Devrim stratejisi, iktisadi, toplumsal, siyasal ve örgütsel gerçekliğin tamamı üzerine kurulur. Erk hangi sınıfın elindedir ve hangi sınıfın eline geçecektir? Her devrimin temel sorunu budur, iktidar meselesidir. Faşizmin demokrasiyle, demokrasinin faşizmle”yer ” değiştirmesi, kendi başına ele alındığında, iktidarın sınıfsal bir el değiştirmesi değildir. Bu, aynı toplumsal temeller üzerinde, aynı sınıf ilişkileri çerçevesinde, bir siyasal rejim değişikliğidir. Oysa devrim stratejisi sözkonusu olduğunda ise, bir ülkede faşizmin varlığı, bu ülkede siyasal özgürlük mücadelesinin önemini, kapsamını ve derinliğini gösterir. Stratejik açıdan bundan öte bir anlam taşımaz. Yani kendi başına bir devrim stratejisinin dayanağı olmaz. Sadece demokrasi mücadelesinin ne kadar derin bir kapsama sahip olduğunu ifade eder. Hitler’in egemen olduğu dönemde Almanya’da faşizm vardı diye, devrim stratejisi, faşizmi yıkarak yerine burjuva demokrasisini geçirme stratejisi olabilir miydi? Bunun olabilmesi demek, stratejik çizgide sosyalist devrim perspektifinin yitirilmesi, burjuva-demokratik reform çizgisine kayılması demektir. Bu örnek Franco sonrası İspanya içinde aynıdır, Yunanistan öneğinde de aynı duruma rastlanır ve bu örnekler Latin-Amerka üzerinden de çoğaltılarak verilebilinir. Zaten iş buna götürüldüğü içindir ki dünya komünist hareketi proleter devrimci perspektiflerini yitirdi. Bunun dünya komünist hareketine, 1945 yılının ardından, savaşın ardından, savaşın esas yükünü emekçiler çektiği, esas onurunu da komünistler taşıdığı halde, bütün o birikim burjuva düzeninin yeniden anlamlandırılmasına ve inşasına yönlendirildi. Oysa savaş döneminde burjuvazi tüm ulusal ve demokratik değerlere ve çıkarlara ihanet etmişti. Burjuva toplum düzeni siyasal ve moral açıdan çökmüştü. Fransa, Almanya, Danimarka bunun en iyi örneği idi. Ama savaş sonrasında aynı Fransa’da burjuvazi geçip iktidarı yeniden üstlendi. İktidar dizginlerini yeniden ele aldı.
İşte tamda burada burda karşımıza çıkan faşizme karşı siyasal özgürlük ya da siyasal demokrasi,tasfiyeci – reformist ihanetin bu dönemde önplana çıkardığı temel stratejisidir. Geçmişten devralınan, aşılamayan, aşılamadığı gibi gelinen yerde bir önyargı düzeyinde katılaştırılan burjuva demokratik ufuktur. Bu toplumda siyasal özgürlüğün yokluğu olgusu, tasfiyeci-reformizm batağının ideolojik ve sınıfsal gerçeklikleriyle de birleşince, gerekçelendirilmesi değişse de hedefin kendisi değişmiyor, aynı ufuk aşılamıyor.
Türkiye toplumu, siyasal özgürlüğü hiçbir zaman yaşamadı. Ulusal kurtuluş mücadelesi tarihine baktığımız zaman, gördüğümüz bu açıdan çok güdük kalan bir mücadeledir. Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın bilindiği gibi çok sınırlı bir anti-emperyalist yönü var ve demokratik yönü zaten daha başlangıçta bastırılmış durumdaydı. Kemalizm demokrasinin gerçek dinamikleri olan köylülük ve işçi sınıfı daha başında bastırdı. Kemalist burjuvazi bu sınıfları tam denetimine aldı ve Kurtuluş savaşı içerisinde mevcut ya da muhtemel her türlü alt sınıflar inisiyatifini boğdu. Bir toprak devrimi ihtimalini her yolla bertaraf etti ve siyasal özgürlük mücadelesinin gerçek sosyal dinamikleri felce uğratıldı. Kemalist burjuvazi tam denetimini kurduktan sonra, bazı burjuva demokratik siyasal reformları, üstyapı reformları dediğimiz sınırları içerisinde gerçekleştirdi. Laiklik ne kadar güdük kalsa da, din yeni biçimler içinde devlet denetimine alınsa da, Mustafa Kemal’in attığı adım önemlidir.
Kürt hareketinin basıncı altında, onun tekyanlı bakışının etkisinde kalarak ya da tarihe karşı bir nihilizm göstererek, bu tür adımların kendi sınırları içindeki anlamını ve önemini görmezlikten gelmek yanlıştır. Bunu görmezlikten gelmek demek, teokratik bir feodal monarşiden “modern temellere oturmaya başlayan bir burjuva cumhuriyete geçişi anlayamamak, izah edememek demektir. Burjuvazinin bugünkü çıplak sınıf egemenliğinin tarihsel köklerini bulamazsınız.
M. Kemal Hilafete kılıcı sallayıp bu Ortaçağ kurumunu atmıştır bir tarafa. Yerine tutup bir devlet kurumu olarak Diyaneti kurmuştur. Türkiye’ de gerçek laiklik yoktur ama Hilafetin kaldırılması buna rağmen küçümsenecek bir olay değil. Bir siyasal yönetim biçimi olarak padişahlığın lağvedilmesi küçümsenemez ve hele hele bu padişahlığın yetiştirdiği, ona dayalı kadrolarsa bu hiç küçümsenemez.
Bu kadroların,Tekke ve zaviyeler’i kaldırmaları, yasaklamaları birer siyasal-kültürel reform olarak bunlar kendi içinde küçümsemeye kalkışmak tarihi ve siyasayı ahmakça anlamamak demektir. Ancak tüm bunlara rağmen, feodal ilişkiler, serflik ya da yarı-serflik ilişkileri değişmeden kalmıştı. Onlar kalınca da, bu reformlar, üstten geldiği ölçüde, güdük ve sınırlı oldu ve bu aslında 20. yüzyıla ait bir özelliktir. Yani emperyalizm ve proleter devrimler çağında, burjuvazinin tüm devrimci barutunu tükettiği bir çağda bu şekilde sonuçlar vermesi de kendi doğasına uygundur. Kaldı ki, ben zaten asıl olarak Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı anlamlı bir demokratik siyasal birikimin olmadığını vurgularken Jön-Türk hareketini ve 1908 Meşrutiyet, tarihi kayda alınmazsa, 1919-1923 arasında ve bunu izleyen sonraki birkaç yıl içinde başı-sonu buydu burjuvazinin yaptıklarının. Bizler esas olarak ondan sonrasına bakıyoruz, emekçi hareketinde on yıllar boyunca bir hareketsizlik var. Burjuvazi demokratik barutunu yitirmiş olmasının ötesinde gitgide koyulaşan bir muhafazakârlığın ve gericiliğin kaynağı ve baş temsilcisi olagelmiştir.
Emekçi sınıflar ise etkin toplumsal dinamikler olarak henüz tarih sahnesine çıkamadıkları 1930’larla,1950’ler arası ciddi bir şey yok. 1960’lara geldiğimizde, Türkiye’nin sosyal mücadeleler tarihinde gerçek bir dönüm noktası olan yıllara geliyoruz. Bu yıllarda, hızlanan kapitalist gelişme, bu gelişmenin”modern sınıfları belirginleştirmesi, modern sınıf ilişkilerinin açığa çıkması ve bu temeldeki çelişkilerin keskinleşmesiyle birlikte, Türkiye’de tarih sahnesine ezilen sınıfların nihayet etkin biçimde çıktığını görülür. İşçi sınıfının varoluşunu görüyoruz, yoksul köylülüğü görüyoruz, kent yoksullarını görüyoruz, ilerici gençliği görüyoruz, nihayet ilerici aydınları görüyoruz bütün bunlarla birlikte. Kurtuluş Savaşı’nın kısıtlı, güdük, basiretsiz tüm kırıntı halindeki demokratik hak sunumlarını bir kenara koyarsak eğer esas olarak, Türkiye’deki bütün demokratik birikim ve kazanımlar, 1960’lı ve 1970’li yıllarda sağlanabilenler kadardır, fazlası yoktur. 1980’li yıllar ise zaten koyu bir gericilik ve baskı yılları olarak tarihi kayda dahil oldu.
İşte demokrasinin tarihi gelişimi bu kadar açık bir biçimde iken bunu bilinçli olarak görmezden gelen ve demokrasinin var oluş ve gelişimi sorununa ilişkin diyalektik ve marksist bir teorik bakıştan yoksun olan, kapitalizm ile demokrasi sorunu ve mücadelesi arasındaki ilişkiyi bir türlü anlayamayan birtakım darkafalı ve ”cahil” siyasal akımlar tarafından 1960’lı ve 1970’li yıllardaki bu mücadeleler, demokratik devrim stratejisinin doğruluğuna kanıt olarak gösteriliyor. Halbuki gerçekliği alt üst eden bu yaklaşımın tam aksine, bu tarihsel dönemeçteki mücadele esas olarak ve de kendi bütünlüğü içerisinde kapitalist ilişkilerin büyük sıçramalar gerçekleştirme zemini üzerinde gündeme gelmiştir. Neden böyle olmuştur ve bu tarhilsel dönemeçte ortaya çıkmıştır zira kapitalizmin gelişmesi ve yerleşmesi ile yığınların demokratik istek ve özlemlerinin büyümesi arasında organik bir bağ vardır ve bundan bağımsız da düşünülemez, bilim bu algılayışı ve analizi zorunlu kılar.
Kapitalizm kendi gelişimi içerisinde yığınlarda demokratik özlemleri, istemleri de geliştirir, güçlendirir. İşte ülkemizde gerçekleşen şey de budur ve kapitalist gelişme sıçramasını yaptıkça, bu zemin üzerinde yığınların demokratik özlemleri kabarıyor. Bu yığınlar bu demokratik özlemler uğruna sayısız mücadelelere giriyorlar ve aslında en son Gezi Parkı olaylarında tetikleyici içsel gerçek te budur, ancak dışavurum düzeyinde ifadesini bulamamıştır. Bu mücadeleler içerisinde toplumun yarattığı demokratik birikimler, değerler, kurumlar ne ise, bu ülkenin gerçek demokrasi birikimi de gerçekte odur ve ondan fazlası da hali hazırda yoktur.
Türkiye’de siyasal özgürlük mücadelesi tarihsel olarak çok zayıf kalmıştır ve toplumun demokratik birikimi çok, demokratik ilişkileri, demokratik kurumları çok zayıftır. Öyleyse demokratik kazanımların zayıflıkları ortamında, işçi sınıfı, emekçi katmanları burjuvaziyi nasıl devirecekler? Demokrasiyi ” henüz kazanamamış olanlar, toplumsal devrimi nasıl başaracaklar? Oldu da sosyalist devrim oldu demokrasiyi nasıl kuracaklar ? Bu soruların toplumsal devrim sürecini, bu süreç içinde demokrasi uğruna mücadele ile tekelci kapitalin erkini devirme mücadelesi arasındaki organik ilişkiyi anlayamamanın bir ifadesinden başka hiç bir anlamı yoktur ve bizler bu sorulara yanıt bulmak için zaman ve enerji tüketemeyiz.
Zira, işçi sınıfı ve emekçi katmanlar, tam da demokratik ve siyasal sorunlar temeli üzerinde başarılı bir mücadele içerisine girip, bu mücadele içerisinde bir siyasal eğitimden ve bilinçlenmeden geçmedikçe, ( ama burada dikkatle ilginin ve algının toparlanması gerekmektedir bizzat mücadelenin içerisinde ve aralıksız olarak, süresiz olarak, doğrudan ilerleyerek biliçlenmeden ) zaten herhangi bir devrim yapamazlar. Yani sınıf erkinin değişimi anlamında herhangi bir devrim yapamazlar. Siz isterseniz adını demokratik devrim koyun, sonuçta devrim yapmak için mevcut egemen sınıfı devirmeniz lazım. Kaldı ki aslında siz de pratik olarak aynı sınıf iktidarına işaret ediyorsunuz.
Adını istediğiniz kadar işbirlikçi burjuvazi ya da komprador burjuvazi ya da tekelci burjuvazi koyun, neticede devirmek için saptadığınız hedef, gerçek varlığıyla, Türkiye’de tekelci sermaye iktidarından başka da bir şey değildir. Böyle olunca da, bize yöneltilen soruları, yanıtlamak için zaman ve enerji harcamaktan imtina ettiğimiz soruları, geri çevirip sahiplerine yöneltmek gerekir. Zira onlar ya dar kafalı düzen dalkavuklarıdır yada demokratizmin, tasfiyeci-post reformizmin bezirganlarıdır.
Eğer demokrasi mücadelesini düzen içi bir mücadele değil de devrim mücadelesi olarak ele alıyorsanız, bu durumda, “bütün bu zayıflıklar” ortamında, mevcut egemen sınıf iktidarı sizce nasıl yıkılabilecektir diye sormamız gerekir bunlara? Elbette verecek hiçbir yanıtları olmayacaktır. Zira bu anlamda niyetleri yoktur, niyeti olmayanın da amacı zaten hiç oluşmaz.
İşte burada rahatlıkla söyleyebileceğimiz şu olmalıdır ; Siyasal özgürlük mücadelesini önemsemeden ve bu mücadelede mevziler kazanmadan elbette devrim mücadelesinde hiçbir ciddi gelişme umamayız. Ama eğer biz siyasal özgürlük mücadelesini az çok ciddi bir başarıyla yürütürsek, bu başarının bizzat kendisi zaten egemen burjuva sınıf iktidarının devrilmesi süreciyle örtüşecektir, onunla aynı anlama gelecektir. Çünkü bu toplumda siyasal gericiliğin kaynağı burjuvazidir ve siyasal özgürlük mücadelesinin gerçek zaferi burjuvazinin devrilmesi anlamına gelecektir. Tarih meseleyi bizim karşımıza, burjuvaziyi devirme mücadelesi olarak çıkarmıştır ve bizde bu tarihi sorumlulukla yürüyeceğiz.
Şimdi gündelik politik tartışmalarımızda karşımıza çıkan en önemli iddialardan biri olarak deniliyor ki, toplumun ideolojisi gitgide daha çok Ortaçağ tonlarına kaçıyormuş! Bunu en çok Kemal Okuyan’nın TKP’si diyor. İyi de, bu, bizzat burjuvazinin ideolojisinin aldığı bir biçim olarak çıkıyor karşımıza bu gericilik düzeyi. Kaldı ki bu Türkiye’ye ya da nispeten geri İslam ülkelerine özgü bir şey de değil. Bugün yeryüzünde dinsel ideolojinin en gerici biçimlerde kullanıldığı ülkelerin başında bizzat kapitalizmin kalesi emperyalist ABD geliyor.
Yani ne yaparsanız yapın, gelip aynı noktaya dayanıyorsunuz. Altyapıda kapitalist ilişkiler pekişirken, üstyapıda Ortaçağ artığı bir ideoloji ve kültür güç kazanıyorsa, bu bizzat 12 Eylül gibi sermayenin faşist bir bastırma harekâtı, özel içsel itelemesi ve onun düzlediği zeminde oluyorsa, bu bütün yolların burjuvazinin sınıf egemenliğine dayandığını göstermekten başka neyi kanıtlar ki? Siyasal özgürlüğü kazanmak mı istiyorsunuz, o halde bu sınıfı yıkmak zorundasınız. Bir de mesela EMEP – ÖDP -BDP tarzında formüle ederseniz, bunun liberal anlamda belli bir iç mantıksal tutarlılığı olur. Önce burjuva toplumunu kendi içinde tam olarak demokratikleştirelim, yani bir burjuva sınıf iktidarını devirmek yerine, toplumun özellikle orta sınıflarına da dayanmasını bilerek, burjuvaziyle de uzlaşma kanalları arayarak, bu toplumda demokratik ilişkileri, değerleri, kurumları önce bir geliştirelim.
Toplum bunları hazmetsin, yani halk biraz demokratik temelde ehlileşsin, bu arada işçi sınıfı da bu tam demokratikleşmiş toplum okulunda bir güzel okusun, eğitimden geçsin, sendkalar çağdaş ve demokratik olsun, partiler yasası değiştirilsin ve parti içi demokrasiler otursun, sonra bu demokratikleşmiş toplum zemininde, çağdaş ilişkiler ortamında, burjuvaziyle de bir hesaplaşmamız varsa, bunu da bir biçimde bir sonuca bağlarız. Bu alçaklığın tarihsel olarak temeli de var zaten. Lenin’in demokrasi sorununda Kautskizm ilgili tanımına baktığımızda bunu görürüz. Ne diyor Lenin? Kautskicilerin bütün bu demokratik istemleri bir bir formüle etmesi yanlış değildir. Yanlış olan, Kautskicilerin bunları barışçıl ve demokratik bir kapitalizm hedefi çerçevesinde fomüle ediyor olmasıdır. Biz ise bunları toplumsal devrim hedefi çerçevesinde formüle etmeli ve ona bağlamalıyız.
Oysa, diyor, bizim darkafalı emperyalist ekonomistlerimiz, Kautsky’nin bu taleplere verdiği önemden kalkarak bu talepleri küçümsemek ya da reddetmek yoluna gidiyorlar. Bu taleplere göstermemiz gereken ilgiyi oportünizme verilmiş bir taviz sayıyorlar.
Lenin, siz bu kafayla oportünizmi sadece güçlendirmiş olursunuz, diyor. Çünkü demokratik siyasal istemler yığınlar için ekmek, su ve hava gibidir. Bunlara gerekli ilgiyi göstermediniz mi yığınlara da ulaşamazsınız; onları politik bir eğitimden geçiremezsiniz, yarının iktidar mücadelesine hazırlayamazsınız, dolayısıyla toplumu devrimci bir tarzda dönüştürme mücadelesinde hiçbir sonuca ulaşamazsınız.
Demokrasi sorununda Devrimci Komünist tutumu ve programı yeniden oluşturma ve tek bir çatı altında komünistlerin birliği sorununu aşma çabamızda ısrarla üzerinde duracağımız konuların başında her zaman bu konu gelecektir. Şimdi samimi olan tüm komünist dinamikler bu çağrımıza kulak vermek gibi bir tarihi yükümlülükle karşı karşıyadırlar ve eğer bu çağrımızı duymamak konusundaki geleneksel sağırlıklarına devam etme konusunda ısrarlı olurlarsa biz duymalarını sağlayacak kadar yüksek tonla ifadelerimizi sürdürmeye ve de ısrarla tekrarlayarak aynı çağrıyı yapmaya kararlıyız.