Toplumun Aynası İsyanlar – Steve Reicher
[Bu yazı St. Andrews Üniversitesi’nde sosyal psikoloji profesörü olan Steve Reicher tarafından kaleme alındı. Yazı 2011 yılında bir siyah vatandaşın polis kurşunuyla öldürülmesi üzerine alevlenen Tottenham Eylemleri üzerine yazılmıştır.]
Çinli lider Chou en Lai’nin Fransız Devrimi’ne dair değerlendirmesi sorulduğunda “bir şey söylemek için çok erken” dediği söylenir[1]. En Lai’nin tavrının fazla tedbirli olduğu düşünülebilir fakat geçen hafta ortaya çıkan ayaklanmayı açıklama telaşındaki sayısız uzman bu ihtiyattan biraz olsun nasiplenebilirdi. Bazılarına göre problemin kaynağı doyumsuzluk kültürüydü; diğerleri içinse ebeveynlerin sorumsuz oluşu. Yine bazıları her şeyi “rap” ve “ganster” kültürünün yükselişine bağladı. Ortaya atılan bu iddialar genelllikle kulaktan dolma bir yoruma, bir anektoda, ve bazen de yazarların kişisel önyargılarına dayanıyor. Bu iddiaların hiçbirinde öne sürülen görüş sistemli gözlem sonucu elde edilmiş değil. Oysa bu aşamada bilmediğimiz çok fazla şey var: Muhtelif olayların katılımcıları tam olarak kimlerdi? Eylemleri ne derece kendiliğinden ya da örgütlüydü? Hedefleri neydi? Eğer olayın ne olduğunu dahi anlamıyorsak, açıklamaya çalışmanın anlamı ne?
Sunulan bu anlatımlar genel itibariyle dayanaktan yoksun olsalar da, daha bütünlüklü ve incelikli açıklamalara ulaşma yetimizi ketlemeyi amaçlayanları da var. David Cameron ‘Yapılanlar suçtur; bu kadar basit” dedi; ona göre olanlara dair söylenebilecek tek şey buydu.
Elbette olayları böyle tanımlamak yanlış değil, zira eylemlerin yasaya aykırı olduğu aşikar. Ama olayları belli bir şekilde tanımlamak öylesine bir açıklama yapmak anlamına gelmez. Eğer birileri daha fazla irdelemek ister de insanların neden ve neden şimdi böyle davrandıklarını sormaya yeltenirse verilecek yanıt hiddetli olacaktır: ‘İsyancıları meşrulaştırıyorsunuz’. Eğitim Bakanı Michael Gove’ da BBC’de öfkeyle belirtti, ‘açıklamak mazur göstermektir’.
Aslında bütün bunlar fazlasıyla tanıdık. Bir suçlama siyaseti güdülüyor ve gücü elinde bulunduranlar yaşanananlardaki sorumluluklarına dair en ufak bir suçlamayı dahi kabullenmek istemiyorlar. Nihayetinde hükümetlerin başat görevi sosyal düzeni sağlamak, ve bu görevinde başarılı olamayan, hatta daha vahimi sosyal karışıklığın sebebi olarak görülen hükümetler meşruiyet kaybına uğrarlar. Bu nedenle tarih boyunca egemenler isyanların kökenini isyancıların doğasında aradılar ve yapılanlara bir anlam atfetmekten kaçındılar. Onlara göre kitleler delirmişti. Kalabalıkların aklı başında değildi. Bunun aksini iddia edenler ise devlet düşmanıydı. Ne var ki kitle hareketleri tarihi ve bizim 30 yıldır yapmış olduğumuz sistemli araştırmaların gösterdiği tek bir şey varsa o da kitlesel olayların hemen her zaman büyük anlamlar taşıdıklarıdır.
Elbette kitlesel eylemler karmakarışık olaylar. Çoğu zaman fırsatçı kimseler kitleleri bahane ederek eski meselelerini halletmeye çalışabilir ya da suç teşkil eden davranışlarda bulunabilirler. Ama diğer yandan, insanların bir topluluk olarak yaptıkları şeyler genellikle algılarına dair çok önemli bilgiler ortaya koyar. Örneğin gıda ayaklanmalarını bir düşünelim. Bu kalkışmaların çok basit olaylar oldukları düşünebilir. İnsanlar acıkıyor, yemek görüyorlar ve alıp yemeye başlıyorlar. Ama durum hiç de böyle değil. Büyük İngiliz tarihçi E.P. Thompson’ın da gösterdiği gibi gıda ayaklanmaları en büyük kıtlık zamanlarında değil, insanlar yiyecek dağılımının adaletsiz yapıldığını düşündüklerinde gerçekleşiyor. Gelişmemiş bir olay olmanın çok ötesinde isyan neyin nasıl olacağını belirliyor. Gıdanın tekrar dağıtımı yapılıyor ve çoğu durumda yiyecekler için herkes tarafında karar verilen ‘makul bir fiyat’ da ödeniyor. Böylelikle, ayaklanmalar tarihte izine çoğunlukla rastlayamadıklarımızın dünya görüşlerine dair muazzam bir pencere açıyor. Martin Luther King’in belagatli diliyle söylersek; ‘isyanlar güçsüzlerin sesi’ oluyor.
Bunlardan hareketle şunu söyleyebiliriz ki isyancıların toplum dışı oldukları ve marjinal kesimleri temsil ettiklerini iddia etmek oldukça yanlış. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1960’lar ve 1970’lerin kent ayaklanmaları üzerine yapılan birçok araştırmanın da gösterdiği gibi, çoğunlukla tipik bir isyancı içinde bulunduğu yerel topluluğun yapısıyla birçoklarına nazaran çok daha fazla bütünleşiktir. İsyan öncesinde şuç teşkil eden davranışlara karışmış olmaları da daha az olasılıklıdır.
Yine, isyancıların bencilce davrandıklarını ve sadece kişisel menfaatlerini güttüklerini söylemek de doğru değildir. Genellikle isyancılar, grubun değerleri çerçevesinde ve grup menfaatleri doğrultusunda davrandıklarını düşünürler. Kent ayaklanmalarında bu çoğunlukla topluluğun düşmanı olarak görülenlere – genellikle polis – meydan okumak ve onları püskürtmek şeklinde cereyan eder. Böylelikle kolektif eylemin hedefinde olanlar (tarihçi William Reddy’ye referansla) ‘tarihin gözünde parıldar’ ve kimin ‘bizden’, kimin ‘onlardan’ olduğuna ışık tutarlar. Tipik olarak bir kitlenin katılımcıları, aralarında olan ama başka bir gruba dahil olduğu düşünülenler hariç, kendi cemiyetlerinin bir parçası olarak gördüklerine karşı kolektif bir saldırıda bulunmazlar. Daha aleni bir şekilde söylersek, 1960’larda bir isyancının söylediği gibi, insanlar ‘kendi kapısına işemez’. Özetlemek gerekirse, kolektif eylemlilik bir grubun toplumdaki yerine dair paylaşılan ortak bir anlayışın, yani sosyal kimliğin ürünüdür.
Şimdiye dek daha çok anlayış unsurundan bahsettik fakat paylaşma kısmı ve sonuçlarının vurgulanması da en az ilki kadar önemli. Hiç kimse tek başına isyan etmez. Eğer ediyorsa bu davranışlarının meşru görülmediğini ve diğerlerinin bu husumet ve mağduriyet duygusunu paylaşmadığını gösterir. Dahası, bu işe koyulup tek kişilik bir isyanı deneyen biri anında polis tarafından götürülür. Ayaklanmaları mümkün kılan şey çok sayıda insanın belli bir hasımlık ve mağduriyet duygusunu paylaşması ve diğerler insanların da bu duyguları paylaştığını düşünmesidir. Artık bir sapkın değil bir nefer olmuşsunuzdur. Diğerlerinden gerekli desteği hiç çekinmeden göstermelerini beklersiniz. O halde, paylaşılan bir sosyal kimlik sadece algılardan ibaret değildir; bu algıların hayata geçirilmesinin verdiği güçlenme duygusuyla da ilgilidir.
Bir isyanda gündelik sosyal ilişkiler tersyüz edilmiştir. Normalde, güçsüzler başkaları tarafından kontrol edilen bir dünyada hayatlarını sürdürürler; anonim ve önemsizdirler; başkalarının söylediklerini yaparlar. Bir kitlenin içindeyse o isyanın yürütücüsü olurlar. Ne yapmak isterlerse yapabilir, tüm zincirleri kırabilir, diğerlerini isteklerini yerine getirmeye zorlayabilirler. Bu kez, zengin ve güçlüler korkmuştur ve polis geri çekilmek zorunda kalır. Bu kez, görünmez insanlar görünür olurlar; haber manşetleri onlardan bahseder; kendilerini televizyonda görürler. Bu kez, tarihi güçsüzler yazar.
Bu özgürlük hissi, güç, sınırları aşma ve faillik duygusu neşelendiricidir. Bu nedenle kalabalıklar heyecanlı hadiselerdir. Çoğu zaman varsayıldığı gibi duygunun mantığın yerini almasından değil, insanlar nihayet kendi anlamlarını ifade edebildikleri için heyecanlıdır. İnsanlar Londra’da ve başka yerlerde sokaklara fışkırdıklarında birçok yorumcu neşe ve kahkahalarından bahsedip olayların ciddi bir niyet taşıyamacağı sonucuna vardılar. Ama çok önemli bir noktayı kaçırıyorlardı; kitleler hemen hemen her zaman karnavalesktir. İsyan ve şenlik birbirine yakışır. Ayaklanmalar susturulmuşlara nihayet istediklerini yapabildikleri ve söyleyebildikleri alanlar sağladığı için katılımcılarına böylesi bir keyif yaşatırlar.
Bu içgörülerin ışığında, şimdi İngiliz isyanlarına dönüp 2011 yılının İngiliz toplumuyla alakalı bize ne söylediklerini düşünelim. Henüz kesin cevaplara ulaşacağımız bulgulara sahip değilsek de bazı sorular sorabiliriz:
İlk ve kritik olarak isyancıların algılarına dair sorular sormalıyız. Açıkça görülüyor ki, olayların başlangıcı ırksal bir boyut taşıyordu. Siyah bir genç adam polis tarafından vuruldu ve siyahların çoğunlukta olduğu bir protesto polis tarafından göz ardı edildi. Ama diğerleri tüm bunları duyup, takip eden yağmayı televizyondan gördüklerinde kendilerini olan bitenin ne kadar içerisinde gördüler? Başka bir deyişle, ‘ırk’la örneklenebilen ama sınırlandıralamayan, kendilerini bir mahrumiyet durumuna hapsolmuş hisseden, ve sadece polisi değil otorite ve ayrıcalığın kendisini de düşman olarak gören yeni bir genç insan kategorisinin doğuşuna mı şahit oluyoruz?
İkinci olarak, halihazırda mahrumiyet duygusu hisseden insanları antagonizm ve meydan okuma stratejisini yönelten neydi? Ekonomik bunalım ve kemer sıkma politikaları ne ölçüde alternatif stratejilerin (durumunu düzeltmek için daha fazla çalışmak gibi) fayda getirmeyeceği düşüncesine yol açtı? Finansal krizde bankacıların, harcama skandalında politikacıların, telefon korsanlığı skandalında gazetecilerin yaptığı gibi güç sahiplerinin kuralları ceza almadan çiğnediği algısı gücü olmayanların da aynı şekilde davranması gerektiği düşüncesini ne derecede meşrulaştırdı?
Üçüncü soru fikirlerin nasıl ortaklaştığı ve dolayısıyla ayaklanmanın temelini oluşturduğuna ilişkin. Örneğin, insanlara yalnız başlarına hareket etmeyecekleri bilgisini ilettiği gerekçesiyle sosyal medyanın üstlendiği role ilişkin çok şey söylendi. Ama benzer iddialar Arap Baharı için de ortaya atılmıştı ve ortaya çıkan bulgular insanların bilgiyi çoğunlukla televizyon ve söylenti gibi geleneksel metodlar üzerinden edindiğini gösteriyor. Dolayısıyla, ihtiyatlı düşünmeliyiz. Tarih boyunca, ‘gizli bir el’in ayaklanmaları yönlendirdiği iddia edildi (ve sonrasında bu iddialar çürütüldü). Görünen o ki, bu da oldukça eski bir hikayenin modern teknolojik değişime uğramış hali. Gerçek olan şu ki, insanlar ortak bir şeyi deneyimleyip uzun bir zaman boyunca ortak bir mağduriyet hissini büyüttüklerinde ‘aramızdan’ görünen bir insanın tepkisi bile ‘hepimize’ ve ‘hepimiz için’ konuşabilir. Ortak bir dünya görüşünü paylaşan insanların ajitatörlere; facebook ya da twitter’ın onlara kitle içinde nasıl davranacaklarını söylemesine ihtiyacı yoktur.
Kısaca, kitleler her zaman toplumun aynasıdırlar. Gördüklerimizden her zaman hoşlanmayabiliriz, hatta bazılarımız görülecek bir şey olduğunu dahi inkar edebilir. Ama eğer olan biteni gözlemleme zahmetine girersek kim olduğumuza ve nasıl değişmemiz gerektiğine dair paha biçilmez bilgiler bulacağız. Şu an, kendi düşüncelerimizi isyancılara yüklemekten vazgeçmeli; bakmaya ve onlardan öğrenmeye başlamalıyız. Olaylara dair bilinçli açıklamalar geliştirebilmek için mesai harcamalıyız. Eğer bunu yapmazsak, aynı hataları tekrar etmekten başka şansımız yok gibi gözüküyor.
* St. Andrews Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü
Edinburgh Kraliyet Cemiyeti üyesi
Sosyal Bilimci Akademisyen
[1] En Lai’nin bu sözü Fransız Devrimi için değil, 68’ olayları için söylediğine dair yeni iddialar bulunuyor olsa da, aktardığı mesaj oldukça önemli. İddiaların aktarıldığı bir haber için: http://mediamythalert.wordpress.com/2011/06/14/too-early-to-say-zhou-was-speaking-about-1968-not-1789/
Çeviri: Mukadder Okuyan