Gezi Direnişi Gökten Zembille İnmedi…

31 Mayıs gecesinden sonraki o 15 gün, öyle günlerdi ki, “tarihi görmek, yaşamak ve bunun bir parçası olmak istiyorum” diyen herkes parktaydı. Birlikte filmler seyrettik, çok zıpladık, bol muhabbet ettik, sarmalar elden ele dolandı, müzik dinledik… Sürekli yaptığımız şeyler hem oldukları gibiydi; hem de o ağaçların altında daha bir anlamlı, daha bir güzeldi sanki. Bütün bunların oluş nedeni olarak 31 Mayıs öncesi ve o gece, kendinden önceki ve sonraki günleri de içine katarak yaşanmaya ve tarihsel anlamlar kazanmaya devam ediyor. Tüm bunları nasıl konuşacağımız da bundan sonraki mücadelelerin biçimini ve hatta sonucunu direkt olarak etkileyecek.

Tam olarak bu yüzden Gezi Direnişinin nedenlerini, parkı ve parktaki insanları, farklı mücadelelerde demokratik kazanımların devam etmesi için yeni siyasetin nasıl şekillenebileceğini, Ümit Şahin’le konuştuk. Okuyacağınız söyleşide Gezi Ruhu ayakları üzerine oturtulmuş, ekolojik ve en şenlikli haliyle gülümseyerek “Bu daha başlangıç…” diyor.

Bize o ruhu hissettirecek şeyler yapmaya devam edeceğiz belli ki. Son günlerde Gezi’ye dair en iyi şeylerden biri Ümit Şahin’in Yayın Yönetmenliğini yaptığı Üç Ekoloji dergisinin ‘Gezi Özel Sayısı’. Bu yüzden söyleşimiz de dergideki makaleler üzerinden ilerledi. Önce medyayı ele aldı, makalelere gönderme yaptı, bugünü değerlendirdi, biraz konudan çıktı; ama bağlantıyı kurdu ve o son soruyu sordu.

Böyle söyleşiler, sözlü ve yazılı anlatım arasındaki haliyle tartışmanın en iyi yollarından biri gibi geliyor bana. Bu anlamda umarım anlamlı olur, nitekim, öyle görünüyor ki “… mücadeleye devam!”

Dr. Ümit Şahin, Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde iklim değişikliği politikaları üzerine kıdemli uzman olarak çalışıyor. Ayrıca Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP) kurucusu ve PM üyesi.

Bahar Topçu: Gezi Hareketi boyunca ana akım medyanın umutsuz vaka haliyle, alternatif medyanın, sosyal medyanın bu kadar aktif kullanımını; yurttaş gazeteciliğinin aldığı aktif hali nasıl görüyorsun? Gezi içerisinde radyo yayınlarının yapılması, sosyal medyadan sürekli bilgi akışının sağlanması ve kimsenin o paylaşımdan başka bir şeye güvenmemesiyle beraber ana akım medyaya ciddi bir tepkinin doğduğunu gördük. Hem Gezi içerisinde sence nasıldı, hem de bundan sonra nasıl evirilecek?

Ümit Şahin: İnsanların gerçekleri ana akım medyadan öğrenemez hale geldiği Gezi’den çok önce bilinen bir şeydi. Özellikle Tahrir’den, hatta Tunus’tan itibaren bütün o halk hareketlerinin sosyal medya üzerinden örgütlenmesi, zaten daha sonra yaşanacakların da ancak sosyal medya üzerinden takip edilebileceği bilgisine sahip olmamıza neden olmuştu. Ayrıca insanlar bildikleri gibi, galiba buna hazırlanıyorlardı da. Gezi’den önce de pek çok protesto hareketi yine sosyal medya ya da internet medyası üzerinden duyuruluyordu. Gezi direnişini yaratan insanlar, tam da aynı insanlardı: Sosyal medyayı kullanmayı bilen ve umutlarını oraya bağlamış insanlar. Dolayısıyla bu durum organik bir süreç olarak gelişti. Ana akım medya da hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, penguen medyası diye adlandırılan hale dönüştü ve bu durumu besledi. Gezi’nin ortaya çıkış nedeniyle, ana akım dışında kanallar aramasının nedeni birbirine paralel şeylerdir. Gezi’nin nedeni olan demokrasi eksiği tam da medya üzerinden görünüyor çünkü. Onlarca gazetecinin işten atılması, büyük televizyon kanallarının günlerce Gezi’yi bile görmemesi, vesaire, zaten direnişi ortaya çıkaran sürecin bir sonucuydu.

– Devrimin televizyonda yayınlanmayacağını tecrübe ettik diyorsun?

– Aslında Tahrir de bir devrimdi ve El Cezire’de yayınlandı. Ama genel anlamda söylediğin doğru tabii… Türkiye özelinden bakarsak, medya o kadar iktidarın kontrolüne girmişti ki, insanlar medyanın olan biteni izlememesinden o kadar da büyük bir eksik hissetmediler. Tam da bu hazırlıklı olma durumundan dolayı. Yakın gelecekte bu durumun değişeceğini düşünmüyorum. O yüzden de artık özellikle internet medyasının çok daha cesur olması ve kendisini ana akım medya karşısında küçük görmemesi gerekiyor. Bundan sonra bence medya ve habercilik açısından yeni bir dönem başlıyor. Artık alternatif medyanın zamanı geldi, Gezi bize bunu gösterdi.

– Yeşil Gazete de bunlardan biri…

– Yeşil Gazete, son 3 yıldır bir internet gazetesi olmaya çalışıyor, evet. İnternet gazetesi olmak gönüllü bir ekiple son derece zor; çünkü haber üretmek kolay bir iş değil. Profesyonellik ve zaman gerektiren bir iş, ama geçen süre içerisinde ve Gezi’de de şunu gördük ki, haberi üretmekten, daha önemli demeyelim ama, neredeyse üretmek kadar önemli olan bir şey de haberi nasıl yansıttığınız. Sosyal medya ve internet üzerinden yağan bir enformasyon akışı var. Sadece bu akış sayesinde ve algı kanallarınızı açık tutarak bile, ve tabii gazeteciliğin temel kurallarını da unutmamak ve uygulamak kaydıyla, ana akım medyanın yarattığı açığı doldurmanın bir ölçüye kadar mümkün olduğunu gördük. Çünkü gazeteciliğin en temel kuralı bellidir: Gazeteci gerçeği arar. Gazetecinin görevi gerçeği aramak ve doğru bir şekilde yansıtmaktır. Ana akım medyanın önemli bir kısmı mesaisinin büyük bölümünü gerçeği gördüğü anda onu nasıl çarpıtacağı üzerine harcıyor, çünkü açıkça iktidar tarafından yönlendiriliyorlar. Herkesin gayet iyi gördüğü gerçekleri nasıl görünmez hale getireceklerini veya çarpıtacaklarını iyi biliyorlar. Ama tabii bu gazetecilik değil, onun tam tersi. Dolayısıyla Yeşil Gazete gibi yayın organları gazeteciliğin en temel kuralını yerine getirseler, yani gerçeği yansıtma ve tabii onu da doğru biçimde yansıtmaya çalışsalar bu bile az iş değil…

– Gezi olayları sonrasında Yeşil Gazete de kendisine baktı mı? Ekip geçen hafta Çamtepe kampındaydı yanlış bilmiyorsam…

– Evet Kazdağları’nda, Çamtepe’de ekibin önemli bir bölümü olarak bir hafta sonu bir araya geldik ve yeni dönemi konuştuk. Yeşil Gazete’nin bir özelliği Türkiye’de gazete olma iddiasındaki bütün basılı ya da internet yayın organları arasında ekoloji, çevre, doğa gibi meseleleri ve yeşil hareketi ana eksen olarak kabul eden tek yayın olması. Farklı bloglar ya da internet yayınları var tabii, çok da güzel yayınlar yapıyorlar; ama genel anlamda haber-yorum yayıncılığı da yapan yayınlar içerisinde eksenini ekoloji olarak belirleyen tek gazete, Yeşil Gazete.

akm

Bunun şöyle bir boyutu var: Biz ekseni ekoloji olan bir gazete yayıncılığı yaparken bunu “hadi bu alanı da biz yapalım” diye yapmıyoruz, hayatı böyle gördüğümüz için yapıyoruz. Bizim için ekoloji meselesi arka sayfa haberi değil, bazı internet gazetelerinin diğer haberler bölümlerinde yer verdiği gibi önemsiz, ya da bazı gazetelerdeki “hayvanat bahçesindeki panda doğurdu” haberleri gibi hafif haber kategorisine alınacak, magazinleştirilecek konular değil. Bizim için asıl haberin olduğu yer zaten bu alan ve bugün dünyada asıl mücadelenin, asıl kavganın yürüdüğü yer de tam burası. Ekoloji ya da yaşamın sürdürülmesi ve insanların kendi hayatlarını belirleme mücadelesi yani. Gezi de bunu gösterdi. Gezi’de neden Türkiye’nin en büyük halk ayaklanması bir parkın korunması mücadelesinden doğdu, herhalde insanlar, ve umarım gazeteciler de oturup bunu biraz düşünmüşlerdir. O yüzden Yeşil Gazete’nin ayrıcalıklı yeri kendisi için asıl unsur olan şeyin bugün dünyadaki bütün mücadelelerin ve hatta gazetecilik açısından en önemli haberlerin olduğu yer olması. Bunun böyle olduğunu Fukushima gibi feleketler sırasında herkes görüyor, ama aslında her an böyle. Biz biraz da bu şansımızı kullanıyoruz diyelim.

Bu anlamda Yeşil Gazete iyi gidiyor, önümüzdeki günlerde yenilikler de yapacağız. Çamtepe’de de bunu konuştuk zaten. Yeşil ilkeler çerçevesinde, hiyerarşisiz, patronsuz, yatay ilişkiler üzerinden yürüyen, yaklaşık 30 kişilik gönüllü bir ekip tarafından çıkartılan, bu anlamda yavaş ve yatay bir yayıncılığın yürütülmeye çalışıldığı bir yerden bahsediyoruz. Daha da ekolojist bir gazete yaratmaya karar verdik.

– Ben özelikle Üç Ekoloji’nin Gezi direnişi özel sayısını da merak etmiştim. Çünkü senin de söylediğin gibi bir parkın korunması etrafında buluşan insanlar ve gelişen olaylar söz konusuydu Gezi’de. Yıllar sonra neler olduğunu soran gençler olursa tavsiye edeceğim, arşivlik bir sayı olmuş. Böyle olacağı da daha hazırlık sürecindeyken belliydi sanki. Biraz bahsetmek ister misin?

– Üç Ekoloji bundan on yıl önce kurulan bir dergi. Guattari’nin bir makalesinden esinlenmiştik. Tam da Guattari’nin ortaya koyduğu bağlamda ekolojinin sadece doğa meselesinden, ya da çevreyi korumaktan ibaret olmadığını, bunun aslında bir felsefesi ve tabii bir siyaseti olduğunu vurgulamaktı amacımız. O yüzden de alt başlığımız “Doğa, Düşünce, Siyaset”. Doğa mücadelesinin, yeşil düşüncenin ve siyasetin ekolojik açıdan yorumlandığı bir dergi Üç Ekoloji.

Gezi direnişi yaşanırken, bir şeyler yazma ihtiyacını hissediyordu insan tabii, ama ben ilk zamanlarda, direnişin sıcak anlarında hiçbir şey yazamadım. Kimsenin de, izlenim dışında, olan biteni gösterecek haber aktarma, fotoğraf çekme dışında bir şey yazabileceğini düşünmüyordum. Bizim bir özel sayı çıkartalım diye karar vermemiz ancak park forumları başladıktan sonra, Gezi direnişinin sıcak zamanları biraz geride kalıp, oturup olan biten üzerine daha soğukkanlı düşünmeye başlayabildiğimiz bir dönemde, Temmuz ayı içerisinde ortaya çıktı. Hazırlık da biraz zaman aldı tabii ve bu süreç içerisinde çok sayıda dergi, bazıları çok iyi olan özel sayılar yayınladılar. Fakat şunu gördük ki, aşağı yukarı çoğu derginin özel sayısı, gazetelerde çıkan yorumlar, internette, bloglarda çıkan yazılar, vb. hep Gezi direnişinin oluşu üzerinden gidiyordu. Ortada ciddi bir polis şiddeti vardı, hâlâ da var. Bunlar yazılıyordu. Ve genellikle AKP’nin tavrı ya da direnişin kendisi, biçimi, şenlikli ve lidersiz oluşu, atılan sloganlar ve parktaki yaratıcılık yorumlanıyordu. İlk zamanlarda bu doğruydu; fakat bunlar birikmeye başladıkça gördük ki, direnişin ortaya çıkmasının asıl nedenine pek kimse değinmiyor.1656257_597302690358440_1573544024_n

– Neden?

– Çünkü direnişin ortaya çıkmasının asıl nedeni, bu olayı yorumlayan insanların, hepsinin değil belki ama, önemli bir kısmının çok da düşünmeye alışık olmadığı bir şeydi. Çünkü neticede bir parkın, o parktaki ağaçların, kentin bir ortak yaşam alanını koruma meselesinin, kısaca bir çevre ve ekoloji meselesinin, ülke tarihinin en büyük halk hareketine yol açması biraz tuhaf karşılandı benim anlayabildiğim kadarıyla. Tuhaf karşılandı ve görülmedi. Bu da şu şekilde ifade edildi ve klişe haline getirildi: “Bu üç beş ağaç meselesi değil” Peki neydi Gezi? Üç beş ağaç meselesi değil diyenler, muhafazakarlaşma baskısından, otoriterleşmeden, Başbakan Erdoğan’ın tavrından, hatta uluslararası konjonktüre kadar aklınıza gelebilecek her şeyden konuştular. Meselenin üç beş ağaç meselesi olmadığına son derece hızlı bir şekilde ve hiçbir gerekçe gösterilmeden karar verildi. Ama bence bunun nedeni çoğunluğun, en azından olayı yorumlayan politik çoğunluğun diyelim, bu meselenin o kadar da önemli olmadığını düşünmesiydi. Yani bir park, ağaç, doğa, yaşam, diğer canlıların yaşam hakkı… bunlar o kadar da üzerinde kıyamet koparmaya değecek şeyler olabilir miydi ki? Dolayısıyla, insanlar bunun böyle olmadığını kabul ettikleri için, alışkanlıkları gereği üzerine çok da eğilmediler. Tabii ekolojistler, ekososyalistler, Yeşiller ve çevre hareketlerinin içindeki aktivistler olan biteni çok iyi görüyorlardı, ama azınlıkta kaldılar. Direniş bir ekoloji hareketi olarak başlamasına rağmen olaya böyle yaklaşanlar tuhaf biçimde azınlıkta kaldı. Biz de bu “azınlığın” düşüncelerini merak ettiğimiz için Üç Ekoloji’yi Gezi direnişine ekolojik taraftan bakan bir sayı olarak kurguladık ve bence bunu yaparak da direnişi ayakları üzerine oturttuk. Çünkü direnişin yorumlanışı baş aşağı duruyordu.

– Söylediklerin aklıma Bülent Bilmez’in Üç Ekoloji’deki yazısını getirdi. Bilmez, direnişin tarihini yazacakların aslında ne olduğuyla ilgilenmekten çok hafızada nasıl kalacağı ile ilgileneceklerini söylüyor. Bu yüzden sözlü anlatım önemli olacaktır, diyor. Şimdi AKP’nin baskısı her alanda devam ederken, 3-5 ağaçtan çıkan Gezi Hareketi insanların bütününde AKP’nin 2011’den biri süregelen baskıcılığıyla mı hatırlanacak, yoksa toplumsal hafızada da direnişin ayakları üzerine oturtulması mümkün olacak mı?

– Bence olacak, hatta oldu bile. Çünkü olayların sıcaklığı azalıp da geri dönüp baktığınızda hafızanızda kalanın devlet şiddeti hariç – o da tabii çok önemli ama– tam da Gezi Parkı olduğu görülüyor. Bakın iktidar da kıyameti hâlâ Gezi Parkı çevresinde koparıyor. Aradan aylar geçti, en ufak bir şeyde hâlâ parkı kapatıyorlar, neden? İktidar da gayet farkında çünkü yaptığı baskının sembolünün park olduğunun. Sembol park, çünkü AKP’nin uyguladığı en büyük baskı, insanların yaşamak istediği gibi, doğa ile birlikte, daha sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını yok etmeye yönelik. Bunu da kalkınma adına, büyüme tutkusu uğruna ve tabii bu yolla iktidarını sürekli kılmak için yapıyor. İnsanlar da bunun farkında ve zaten buna isyan ettiler.
Dergideki pek çok yazıda da değinildiği gibi, Gezi direnişi gökten zembille inmedi. Öncülleri arasında sayılabilecek en önemli olaylardan biri Gerze’deki termik santrala ve o santralı yapmak isteyen Anadolu Grubu’na karşı direniştir. Hatta daha önceden başlayalım: Bergama’dır, Akkuyu’dur. Karadeniz’deki HES direnişleridir. Bunların hepsi Gezi direnişinin temel mantığını içinde barındırıyordu. ‘Yer’di yani asıl korunan şey, mekandı: Yaşamın ‘yer’i… Biz kendi yaşamımızı kurmaya çalışırken, kendi istediğimiz gibi bir dünyayı savunurken, aslında bir yeri savunuruz, o yer de yaşadığımız yerdir. Yaşadığımız gezegen, doğa, çevre, dere, kıyı veya park… Hatta en yakın çevrenizdeki kültürel komşuluk ilişkileriniz: Emek sineması, İnci pastanesi, tarihi binalar, sokaklar… Bütün olay aslında insanların hayatla olan somut bağların, hayatı deneyimledikleri yerlerin korunmasıyla alakalı.

Bu tür direnişlerin kaynaklanabileceği iki mesele vardır: Ekonomi ve ekoloji. Türkiye dışındaki direnişlerin büyük bir kısmı ekonomik krizin yarattığı işsizlik nedeniyle ortaya çıktı. İspanya mesela, ya da Yunanistan; hatta Arap Baharı’nın çıkış noktasında da ekonomik sorunlar vardı. Demokrasi mücadelesi ise hepsini ortak keser. Eğer ekonomiyle ekolojinin birbirinden ayrılamayacağını görürsek, ikisinin de insanların nasıl bir yerde ve ne biçimde yaşayacağını somut bir şekilde etkilediğini kavrarsak, nasıl oldu da 2011 dalgası Türkiye’ye ekoloji üzerinden yansıdı, bunu anlamanız mümkün hale gelir. Türkiye’deki direniş, ekonomiyle ters orantılıymış gibi görünüyor oysa, ama aslında aynı tema burada da var: daha iyi bir yaşam isteniyor. Ekonomik istekleri biz sadece refah isteğiymiş gibi yorumluyoruz. O yüzden burada tam tersi olmuş gibi anlıyoruz ilk bakışta. Ama aslında daha iyi yaşamak için doğayı, yaşam alanlarını ve biçimini korumak da hayati önemdedir. Burada insanlar kalkınmanın o yıkıcı yanını istemedikleri için direnişe geçtiler. Kalkınmanın yıkıcı yanının sembolü de, Gezi’nin yerine AVM yapmaktı.

– Forum röportajlarında da bahsediyorsunuz, hatta sen soruyorsun, forum toplantılarını Parklarda değil de bir binada gerçekleştirseydik farklı olan ne olurdu diye… Cevaplar genelde insanların bir ağacın altında daha özgür hissettikleri, kalkınmacılığın dayattığı o tükeci birey olma baskısından uzaklaştıklarını konusunda birleşiyor.

– Müştereklerimizden Olcay Bingöl’le de bunu konuştuk. Olay aslında ortak yaşam alanlarıyla ilgili, park da burada özgürlüğü simgeliyor. Bir toplumda insanların birbirine değdiği, ortak bir yaşamı deneyimlediği alanlara ihtiyaç var. Mevcut iktidar bu ortak alanları ortadan kaldırıp, bunun yerine insanların ilişkisizlendirildiği AVM’leri koyarak aslında demokrasinin agorasını da ortadan kaldırmış oluyor. Antik Yunan’ı düşünürseniz mesela, demokrasinin yeşerdiği yer agoradır. Sokrates de herhalde o diyalogları AVM’lerde yapmadı. Onlar hep ağaçların altında gerçekleşti. Demokrasi, insanların birbirine değdiği ortak alanlarda doğar… İktidar bu ortak alanları yıkmaya ve insanları sadece birer tüketici haline getirmeye çalışıyor ve insanlar da artık bunu yemiyorlar. Sadece soyut bir demokrasi idealini değil, o demokrasinin yaşanabileceği yerleri de korumaya çalışıyorlar. Park, sadece ağaçtan ibaret bir şey değil ki… Ağacın altı bambaşka bir şey. Benim çocukluğumda “o ağacın altı” diye bir şarkı vardı. Demokrasi ancak “o ağacın altında” gerçekleştirilebilir. Hatta direniş zamanı Gezi Parkı’nda da buluşma yeri olarak kullanılan bir “o ağacın altı” vardı, hatırlıyor musun?

– Evet hatırlıyorum tabii, forumların buluşma yeri için, “O ağacın altında” dendi.

– Bu 3-5 ağaç küçümsemesinin yanlış olduğunu sonradan insanlar da fark ettiler bence. O 3-5 ağaç aslında çok önemli. Üstelik sadece bir simge olarak değil, bir doğal varlık olarak da çok önemli. Dergide Rahmi’yle de konuştuğumuz gibi, O ağacın simgelediği ruh bizi sarıp sarmaladı ve bir araya getirdi.

– Şunu söyleyip durduk, artık o ruhu bir kere hissettik, gördük, yaşadık ya, Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Sence şimdiye kadar ne değişti ve değişmekte?

– Aslında bu tür toplumsal olayları kısa vadeli, anlık, siyasi sonuçlara tahvil etmeye alışık bir göz için fazla bir şey değişmedi. Ama eğer siyaseti insanların tabandan kurdukları ortak bir şey olarak görüyorsak, her şeyden önce o yeni siyasetin öznelerinin görünür hale geldiğini söyleyebiliriz. Bu çok önemli bir şey. Gezi’den önce dağınık bir şekilde, birbiriyle ilişkilenmeden duran bu özneler bugün birdenbire birbirlerini arar hale geldiler. Gezi zamanındaki kadar bir arada değiller artık, ama en ufak bir şeyde bir araya gelmenin bir yolunu arıyorlar ve genelde buluyorlar. İşte bu park forumlarının devam etmesi, yarın bir gün yeni bir şey ortaya çıktığında insanların buluşacağına olan inanç… Bu bile, aslında yeni bir siyasetin öznelerinin doğduğunu gösteriyor.

İktidarın da hâlâ Gezi’den bu kadar korkuyor olmasının nedeni, Gezi’yi AVM’ye çevirerek tabutuna son çiviyi çakmaya karar verdiği çoğulcu demokrasinin o kadar da kolay bitirebileceği bir şey olmadığını görmesidir. Doğrudan demokrasi denen, ya da katılım denen ideal, o katılımın öznelerini ortadan kaldırmadan bitirilebilecek bir şey değil. Çok büyük bir tiranlık kurmak zorundasınız bunun için, ki AKP biraz da bunu yapmaya çalışıyor şu anda, ortaya çıkan o özneleri bastırabilmek için. Ama bunu yapmaya biraz daha devam ederse o özneler patlayacak. Tekrar patlayacak ve hepsi de göreceğiz ki, çok iddialı olduğumu söylüyor bazı arkadaşlar ama bence böyle, yine yaşamdan, ekolojiden, doğanın tahribiyle ilgili meselelerden kaynaklanacak; çünkü yaşayacağımız dünya ortadan kaldırıldığı zaman sözümüzü söyleyebileceğimiz siyaset de olmayacak. Dolayısıyla biz sadece yaşamın değil, siyasetin de “yerini” koruduk Gezi’de.

Bence çok da uzun olmayan bir vadede siyaset bütünüyle değişecek. Umarım bu iş birileri tarafından hacklenmez. Geziyi oluşturan kuşağın ve insanların da bunu kolay kolay kabul edeceğini sanmıyorum zaten. Ama bu da, devlet haricindeki bir diğer tehdittir. Bunun meselenin organik gidişatı açısından çok da mümkün olmadığına inanıyorum ama, bu anlamda iyimserim.

Şöyle bakmak lazım asında neyin değiştiğini anlamak için: Biz 1968’e bugün devrim diyoruz. Üç Ekoloji’de Meksika örneği var mesela, Gezi’yle karşılaştırmalı olarak. O da benziyor gerçekten, ama sadece Paris’e bile baksanız, 68 Paris’inden sonra De Gaulle’ün seçimi tekrar kazandığını unutmamak gerekiyor. Ama bu 68’in bir devrim olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü 68 yeni bir kuşak yarattı. O kuşaktan yeni bir siyaset doğdu. O siyasetin en önemli çıkışlarından biri de Yeşiller’dir. Çünkü 68 kuşağı ve o kadrolar Yeşiller’i yarattı. Ve toplumu tabandan değiştirdi. Savaş sonrası muhafazakarlık kırıldı, cinsel devrim yaşandı, demokrasi gelişti ve bunların hepsi 68 ruhuyla oldu. Çok iddialı bulmazsanız, Gezi’nin bu anlamda Türkiye’nin 68’i olduğunu, Türkiyeliler’in 68’de kaçırdığı o ruhu Gezi’de yakaladığını düşünüyorum.

– O halde bu söylediklerini biraz daha açalım ve Gezi’deki o öznelerden konuşalım bence. Gezi’deki insanların yaş ortalamasının 28 olduğu söylendi. Bu insanlar genellikle apolitikler, hatta belki de asosyaller, işte şehirde yaşıyorlar ve birbirlerinin sorunlarından kopuklar derken, senin de söylediğin Türkiye’nin şimdiye kadarki en önemli halk ayaklanmasını gerçekleştirdiler. Değerlendirmede bir sorun mu vardı?

– Öznelerle ilgili sorunun algıyla ilgili olduğunu sanıyorum. Ben de o kuşaktan değilim. Dolayısıyla o kuşağa apolitik diyen, benim gibi ya da benden daha yaşlı olan, siyaset yapan kuşak, bugünkü kuşağı ancak dışarıdan bakarak değerlendirebiliyor. Bu da o kadar kolay değil. Ama şöyle bir şansımız var artık: Bizim apolitik sandığımız kuşak sesini duyurmaya başladı. Konuşuyordu belki hep, ama artık duymazdan gelemiyor kimse. Geziyi yaratan o kuşağın apolitik olarak adlandırılmasını harcıâlem buluyorum zaten, altı doldurulmuş bir değerlendirme değil. Tepkisel. Tanımadığın için de anca etiketleyerek konuşuyorsun. Oysa şimdi dışarıdan etiketlenen bir kuşak kendini yeniden tanımlıyor. Demin konuştuğumuz o yeni siyaseti onlar yaratacak ve o kuşaktan olmayanların da çeşitli şekillerde kategorize edip yargılamadan, anlamaya açık olması gerekiyor. O yüzden de bir tür gençlik romantizmini saçma buluyorum. 68’i yaratanlar da bu yaşlardaki insanlardı. Veya 70’lerdeki Türkiye sol mücadelesini de bu yaşlardaki insanlar örgütledi. Bu yaşları politik özne olarak görmemek tam da endüstriyalist bir bakıştır. Bu yaşlardaki insanların bir kısmı öğrenci, sistem onları tüketici olarak görmek istiyor. Siyasetçiler de öyle, üstelik “olmuş” bir insan gibi de görmüyor. Halbuki yeni siyaseti yaratacak olanlar, kendi gerçekliğini yaratan kuşak olacak…

– Bu da bir milattır herhalde bu anlamda.

– Bu kuşağın hayata bakışı, ilgilendiği, önemsediği, mesele ettiği şeyler herhalde zaten tam da bunlardı. Özgürlüktü, baskı görmemekti, tacize uğramamaktı, doğayı korumaktı, kendi yaşamını kendi kurma isteğiydi, demokrasiydi yani. Birden bire aydınlanma yaşamadı bu kuşak. Sadece kendisi oldu.

– Bu yüzden Gezi’de herkes vardı.

– Türkiye’de yeni bir siyasetin doğuşunun tepe noktasını yaşadık biz Gezide. Dolayısıyla orta ve uzun vadede çok yaşamsal etkileri olacağını düşünüyorum.

– Yaşamsal etki derken, doğru mu anladım; parlamentoda mevcut politik aktörlerin direnişi herhangi bir şekilde sahiplenmemesinden bahsediyorsun. Gezi’nin herkesin olabileceği bir yer olması gerektiğini söylüyorsun ve savunuyorsun. Üç Ekoloji’deki son söyleşide Michael Hardt, Arap Baharındaki sloganlardan birinin “Hepsi Gidecek!” olduğunu söylüyor. Halk hareketleri sırasında sokağın dinamiğine o anda tepkisel olarak bir şey söyleyebilecek bir aktör, mevcut siyasi düzende genelde bulunmuyor ve Gezi’de de çok doğal olarak böyleydi. O halde şöyle bir soru var, en bariz örnek olarak %10 barajı var hâlâ, Başbakanın Gezi Hareketine karşı sert söyleminde hiçbir iniş olmadı. Baskı, hatta fişleme devam ediyor. Böyle bir gerçeklikte düşündüğünüz gibi yaşayabilmek adına, direnişin asıl nedenini bilerek hareket edenler bu kadar da azken, nasıl siyaset yapmalı?

– Muhalefettekiler de dahil, bütün klasik siyasi aktörler mevcut düzeni devam ettirmeye çalışıyorlar. Mevcut sistem, siyasetin yapılış biçimi, siyasetçiyle halk arasındaki ilişkiler, parti üyeleriyle parti liderleri arasındaki ilişkiler belli. İşte yeni siyaset dediğimiz şey, bunu yıkmayı önüne koyuyor. Bu yıkılırsa mevcut siyasi partilerin üzerinde durduğu zemin yıkılır. Mevcut siyasi partiler ve aktörler, belki bir miktar BDP hariç demek lazım, çünkü onlar bambaşka bir halk örgütlenmesinden geliyorlar, dikey bir ilişki üzerinde konumlanıyorlar. Hepsinde lider çok önemli, zaten yorumcular da hep liderler hakkında konuşuyor. Mesela CHP’yi beğenmeyenler liderini beğenmiyor, ya da yöneticileri tartışılıyor. CHP ile ilgili şöyle bir laf vardır ya, “Tabanı iyi ,ama yönetim kadrosu kötü” diye… Bütün klasik partilerin bu ilişkilenme biçimini sürdürmeye ihtiyaçları var.

Dolayısıyla Gezi’nin yarattığı çoğulluk aslında hepsini tehdit ediyor. Bu muhalif siyasi aktörlerin bir kısmı da, tabii bir şekilde Gezi’yi desteklediler; ama kendileri için oya çevirmek kaydıyla. Böyle yapmasalardı da, kendi siyaset yapma biçimlerini riske atıyor olsalardı, bunu da söylemekten çekinmezdim. Ama kendi siyaset yapma biçimlerini hiçbir riske atmıyorlar. Bu sadece CHP için geçerli değil. Soldakilerin bir kısmı da dahil olmak üzere, çoğu siyasi yapı ve başta da ulusalcılar için geçerli bu. Zaten Kemalizm, mitolojisiyle de da bu dikey siyaset yapma biçimini sürekli yeniden üretmeye müsait, fakat bunun Gezi ruhu denen şeyle nasıl bir kan uyuşmazlığı içinde olduğu Silivri’de görüldü işte. Eğer Gezi iddia ettikleri gibi bir hareket olsaydı, Gezi’deki insanların Ergenekon davası için uluslacıların kıyameti koparmaya çalıştığı Silivri’de de olması gerekirdi. Böyle bir şey olmadığını, bunların boş manipülasyonlar olduğunu gördük. Gezi’yi Silivri’ye taşıma çağrıları tamamen karşılıksız kaldı. Neticede görülüyor ki, onların siyasetten anladığı şey, pratiklerinden teorilerine kadar Gezi’nin temsil ettiği yatay, lidersiz, hiyerarşisiz özgürlükçü söylemin dışında. Büyük klasik popülist partiler için de aynı şey geçerli. Onlar da bu ruhu taşıyamayacak niteliklere sahip.

– O zaman bu hacklenme tehlikesi dediğin şey nerde var?

– Hani vesayet lafı var ya çok klasik, vesayet “kendi iradeni bir başkasına teslim etmek”tir. Bu tür siyasi hareketler Gezi’nin iradesinin kendilerine teslim edilmesini istiyorlar. CHP de buna dahil. Tek tek insanların, Gezi’nin asli öznelerinin yarattıkları şeyi, AKP karşıtı dalgayı büyüttüğü için çok seviyorlar, ama bunu onların iradelerini teslim alarak sonuca ulaştırmak gerektiğini düşünüyorlar, bunu özlüyorlar. İşte hackleme tehlikesi burada var. Eğer Gezi’yi yaratan insanlar, halk, bu hatayı yaparsa, o zaman o ruh hacklenmiş olur. Ama ben bunun olabileceğini düşünmüyorum, çünkü bu Gezi ruhuna aykırı.

– Bir sivil itaatsizlikse bu…

– Kendi iradelerini kendilerinden tamamen başka kafaya sahip bir kurumsal özneye teslim etmeyeceklerdir. O anlamda yeni bir vesayete izin vermeyeceklerdir. Ama bunun denendiği kesin. Bence bu bir risk olarak devam ediyor.

– Bülent Müftüoğlu ve Cenk Levi ile yaptığın röportajda, Gezi’nin 31 Mayıs öncesini konuşuyorsunuz. Ve şunu söylüyorlar, orada bir polis müdürü vardı ve anladığımız kadarıyla tamamen yukarından aldığı emirlerle müdahaleleri gerçekleştirdiler. Talimatlar yukarıdan alınıp polis baskısını öyle uyguladı ilk günlerde. YeşilSol Gençler olarak Mayıs ayında barış süreciyle ilgili bir konferans yapmak için AKP’nin gençleriyle görüşmüştük. Bize, “Başbakan asla bir şey yapmayın demez ama aldığın riskin farkında mısın, der” demişlerdi. İlk günden itibaren, Başbakanın aldığı riskleri düşünürsek, Amonpour 7 saat kesintisiz yayın yapmamış, genç insanlar henüz ölmemiş… Nasıl bir risk aldı Başbakan?

– Başbakanı yorumlamak pek kolay değil. Çünkü ortada iktidarı kendi üzerinde kişiselleştirmeye çalışan bir figür var. Yapmaya çalıştığı şey aslında biraz anakronik. Ama sosyolojik bir temele oturduğunu düşünüyor. O yüzden çok iyi sosyoloji bildiğini iddia ediyor ya… Yaptığı şeylerle çoğunlukçu demokrasiden çoğunlukçu tek adamlığa doğru ilerliyor. Türkiye’yi arkasına çoğunluğu alan bir tek adam rejimine götürmeye çalışıyor. Bunun Türkiye’nin sosyolojik gerçekliğine uygun olduğunu düşündüğü için, yapmaya çalıştığı şey bütün iktidarı kendi üzerinde toplamaya çalışan bir totaliterlik olduğu için de bu riski almak zorunda. Başka çaresi yok. Eğer Erdoğan, bütün iktidarı kendi üzerinde toplamaktan vazgeçebilse, o zaman bu riski almasına da gerek kalmazdı zaten, ama vazgeçemiyor. Böyle bir niyeti olduğu yıllardır belli, işte Başkanlık sistemini konuşuyoruz falan. Bu kararı ne zaman verdi bilmiyorum, belki en baştan beri niyeti buydu, belki sonradan başka dinamiklerle buralara geldi. Ama böyle bir kararı olduğu için kendini o riski almak zorunda hissettiği açık. Şu anda da bu yüzden gerilimi tırmandırıyor. Bu yüzden muhaliflerini kendisine karşı bir kötüler koalisyonu olarak göstermekten çok memnun. Böyle olmasaydı kendisi ihtiyaç duyulan bir özne olmaktan çıkacaktı. Oysa kendi konumunu, çizdiği o sosyolojik tabanın ihtiyacı olan bir simge olarak sağlamlaştırıyor. Neticede başkan olması için %50,01 onu tutsa yeter. Geri kalan %49,99’u ötekileştirmek işine geliyor. Eğer direniş çoğulcu yapısını kaybederse, tam da onun istediği gibi, kendisinin kurtarıcı olduğu bir görüntü ortaya çıkacak. Kısaca ben bu yüzden Başbakan’ın hata yaparak ipleri elinden kaçırdığını değil; tam da olmak istediği şeyi kurgulamak için süreci kendine göre yönlendirmeye çalıştığını, gerilimi de bu yüzden belli bir yüksek seviyede tuttuğunu düşünüyorum.

– Yerel seçimler için de ana eksen yerel meseleler mi yoksa AKP’ye oy verip vermemek mi olmalı tartışmasına gelindi bile şimdiden.

– Yerel seçimler klasik siyasi aktörler tarafından genel seçim haline getirilmeye çalışılacak. Bugüne kadar benim hatırladığım bütün yerel seçimler genel seçim havasında geçti. Yani, insanların oy verme davranışlarını belirleyen şeyler dış politika oldu, laiklik oldu, iktidara olan destekleri ya da nefretleri oldu. Kimlik oldu. Genel seçimler öncesi bir nevi kamuoyu yoklaması, güven oylaması oldu. Oy verenler de, partiler de bu yüzden yerel sorunları, yerel yönetim politikalarını ikinci, üçüncü plana atma eğilimindeler. Gezi direnişinin hükümet karşıtı ayaklanma oluşu niteliği böyle yorumlanırsa eğer, mesela seçim kampanyaları sadece hükümetin değişmesine yönelik bir tema üzerinden yapılırsa bu büyük ölçüde AKP’ye yarar. Çünkü o zaman iktidar, “istikrar isteyen” oyları rahatlıkla konsolide eder.

Galiba yerel seçimlerde herkes kendi tarafını konsolide etmeye çalışacak ve biz de çok önemli bir fırsatı kaçırmış olacağız. Çünkü Türkiye, özellikle Kürt siyasi hareketinin yarattığı yerinden yönetim ve özerklik tartışmaları sayesinde ve Gezi’nin de katkısıyla yerel yönetimlerin küçümsenecek bir şey olmadığını fark etti. Zaten AKP de yaptığı yasal değişikliklerle yerel yönetimleri merkezileştirmeye çalışıyor. Büyükşehir yasaları ile bir tarafıyla yerel yönetimleri güçlendiriyormuş gibi görünüyor, ama aslında küçük ölçekli yerel yönetimleri büyüklere tabi kılarak yerel siyaseti merkezileştirmiş oluyor. Ne kadar merkezileştirirseniz, ne kadar çok büyük şehir yaratırsanız, o büyük şehirlerin merkeze olan bağlılığını da o kadar çok artırmış oluyorsunuz.

Benim iyimser tarafım şunu diyor: İnsanlar Gezi’de kendi hayatlarıyla, kentleriyle, yaşam alanlarıyla ilgili kararlara dair fikirlerinin siyasi olduğunu, katılımla, demokrasiyle alakalı olduğunu deneyimlediler, sadece Gezi’de de değil, Gerze’de ve başka yerlerde de bunun bütün siyaseti ve ülkenin gündemini belirleyecek kadar önemli bir şey olduğunu gördüler. Eğer önümüzdeki yerel seçimler gerçekten yerel yönetim politikaları üzerinden yürürse, bu bence muhalefe çok şey katar. Hem muhalefetin daha çok yerde kazanmasını kolaylaştırır, hem de uzun vadede Türkiye demokrasisini geliştirir. Çünkü mesele merkezi yönetimin ya da belli bir partinin yenilmesi, ya da def edilmesi değil, mahalle mahalle, kent kent, insanların kendi yaşamları hakkında karar verebilecekleri bir yerelliğin yaratılması. Park forumları mesela, tam da bunu ima ediyor. Her semtte bir forum kurulması bir yerinden yönetim ihtiyacının dışavurumu, bir doğrudan demokrasi deneyimidir. Bunların da geliştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Belki yeni kuşağın yaratacağı yeni siyaset bunu sağlar. Sağlarsa o zaman yerel seçimlerde de çok başarılı sonuçlar alınabileceğini düşünüyorum, ama dediğim gibi yeni bir vesayete yol açmamak kaydıyla.

– Oya Ayman ve Sinan Erensü, kentteki mücadelenin kırsalla olan bağlantısını kurmanın önemine değinmiş tam da bu bağlamda.

– Ekoloji mücadelesi kent ve kır olarak birbirinden ayrılamayacak bir bütün bence. Bu anlamda şöyle bir etkisi oldu Gezi’nin: Direne direne kazanacağız sloganının gerçek olduğu doğrulandı. Direndiğin zaman kazanıyorsun. Gezi’yi de kazandık, Gezi Parkı’nı kurtarmadık mı? Gerze de kazanıldı. Termik santral planı geri çekildi, Anadolu grubu gidiyor. En son Bartın-Amasra’daki termik santral mücadelesi de kazanıldı. Karabiga da kazanıldı. Ve bunlar dalga dalga yayılıyor. Bugün rahatlıkla şunu iddia edebiliriz ki, ekoloji mücadelelerinde direnişin olduğu yerlerde hareket kazanıyor, direnişin olmadığı ya da yeterli olmadığı yerler ise kaybediliyor. Mesela, temeli atılan, ağaçlar, ormanlar katledilen 3. Köprü’de mücacele, maalesef İstanbul halkı yeterince, kararlı bir şekilde direnemediği için kaybediliyor.

Dolayısıyla solda da olan, bütün sorunların çözümü ancak siyasi iktidarın değişmesiyle mümkündür anlayışının çok da geçerli olmadığı ortaya çıkmaya başladı. Siyasi iktidarın değişmesi önemlidir, ona karşı mücadele etmek önemlidir; ama sadece onu değiştirmek değil, tabandan dünyayı değiştirmek gerekir ve bu da mümkündür. Sisteme karşı yerinde mücadele önemlidir ve siz birbirinden ayrıymış gibi görünen bu tek sorunlar için direnmeye ve kazanmaya başladığınızda, aslında bütün bir politik mücadeleyi kazanmaya başlamış olursunuz. İnsanlar bunu görüyor artık, kazanmanın ve kendi kaderine el koymanın mümkün olduğu ortaya çıktı.

– “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganını anlattın sanki.

– Neden direniş kelimesi kullanılıyor? Bu da önemli. Protesto denmiyor mesela. Pek fazla öyle ayaklanma da denmiyor, ama direniş deniyor. Çünkü insanlar bir şeyi korumaya çalışıyorlar. Koruma kavramı muhafazakârlık gibi algılanır, ama aslında değildir. Sen kendi yaşamını ve tercihlerini, nasıl yaşamak istiyorsan öyle olmayı ve bu anlamda sahip olduklarını koruyorsun. Bu anlamda direniyorsun. Direnmek artık negatif bir bağlamdan pozitif bir bağlama doğru dönüşüm geçirdi. Eskiden beri hep anlattığım, eleştirdiğim bir şey vardır. Bizim ekoloji hareketlerinde halk, “Hükümet karar vermiş bir kez, ne yapsak değiştiremeyiz” derdi. Aynısı “bütün bunlar emperyalizmin planları” diyenler için de geçerli. Şimdi hükümetin karar vermesinin hiçbir anlama gelmediği, insanlar buna yolu açmadığı, izin vermediği sürece hükümetin o kadar da güçlü olmadığı ortaya çıktı. Aynı şekilde her şeyi emperyalistlerin bir yerlerde aldıkları kararların uygulaması olarak görürsen, sanki böyle ilahi güçler var ve o güçlerin kararları uygulanıyor ve biz bir kaderi yaşıyoruz diye düşünürsen, sanki trajik kahramanlarız ve kaderden kaçamıyoruz gibi davranırsan nasıl direneceskin? İktidarın gücüne korkuyla karışık bağlılık aslında bu. Resmi ideolojinin içimize işlemesinin bir yansıması belki de.

Şimdi gördük ki iktidar denen şey, ne yekpare bir şey, ne o kadar güçlü, ne de o kadar belirleyici. Asıl belirleyici olan insanların kendileri, devrim de ancak insanların kendi iradelerinin bir ürünü olabilir, bir takım partilere ya da öncü güçlere iradeni teslim ederek gerçekleşmesini bekleyeceğin, seni alıcı, tüketici kılan bir süreç değildir. Direniş de böyle, demokrasi de… Bugünlerde Başbakan bize sürpriz bir demokrasi paketini sunacak ya, böyle bir şey değil demokrasi. Birilerinin bize bahşettiği bir şey değil. Ne demokrasi, ne de siyaset… Direniş siyaseti de ayakları üzerine oturttu bu anlamda…

– Aslında ne yaparsak yapalım, insan merkeziyetçi bir muhalefet aslında gerçek bir muhalefet değil; insan merkeziyetçi olduğunuz sürece gerçek bir muhalefet yapamayacaksınız aslında bu sisteme. Bundan çıktığınız andan itibaren farklı bir alan yapabiliyorsunuz.. Ömer Madra’nın yazısını bitirdiği son soruyla ben de bitireyim o zaman, “çok şey mi istiyoruz?”

– Yani aslında gayet basit şeyler istiyoruz. O da öyle yazıyordu, değil mi?

– Evet.

– Çok basit şeyler istiyoruz. Geleceğimize yönelik kararları vermek, bugün nasıl yaşamak istediğimiz konusunda söz söyleyebilmek istiyoruz. Bütün bunlar tam da ekolojiye ve demokrasiye denk düşüyor. Bugün, lüks meselelermiş gibi yapılan, ya da sistem tarafından önemsiz ve çok ikincil gibi gösterilen hayati ekolojik sorunları görmezden gelmeye devam edersek, yarın iklim değişikliği başta olmak üzere ekolojik kriz ve doğanın talan edilmesi nedeniyle sadece bizden sonraki kuşakların değil; bizim bile yaşayabileceğimiz bir dünya kalmayacak. Yaşayacağınız bir dünya kalmadığında nerede siyaset yapacaksınız, nerede iktidar olacaksınız, nerede refah dediğiniz, kalkınma dediğiniz şeyi yaratacaksınız. Ben insanların artık bunu içten içe anladığını düşünüyorum. Ama siyasi aktörler henüz insanların düzeyine ulaşamadı. Yani partiler, siyasi kurumlar ve yön verenler – kanaat önderleri dediğimiz siyaseti üreten kesim de dahil – henüz insanların geldiği bu noktanın çok uzağındalar ve klasik siyasi kategorilerle düşünmeye devam ediyorlar. Ama insanlar artık yaşadıkları yeri, gezegeni, doğayı ve kentlerini, yaşam alanlarını korumanın olmazsa olmaz olduğunu görüyorlar. Bu da aslında çok şey istemek değil; tam da olmazsa olmaz olanı istemek anlamına geliyor.

Bir de cesaret değişikliği var. Biz artık, bir şeyler yapabileceğimize ve sözümüzün bir anlamı olduğuna dair daha fazla cesaret kazandık. Belki de olan en önemli şey bu.
Röportaj: Bahar Topçu (Turnusol)