Devrimci bir kadavradan ötesi…
Che Guevara’nın ölüm sonrası fotoğrafları..
Ernesto Che Guevara’nın CBC televizyonuna verdiği röportajdan bir kare
Devrimin gerçekleşmesinin üzerinden bir ay geçmemişti. Batista ülkeden kaçmış, Fidel‘in 26 Temmuz Hareketi Che‘nin öncü kuvvetlerinin ardından başkent Havana’ya yerleşmişti.
Dünyanın her yanından gelen yazar, sanatçı ve siyasetçiler halkın mutluluğuna tanıklık ediyordu. O günlerde Şilili şair ve siyasetçi Pablo Neruda da Küba‘da davetli bulunuyordu. Bir gece yarısı Che onu Ekonomi Bakanlığı’nın bürosunda bekliyordu.
Che ABD’de CBC televizyonunda röportaj verirken, 1964
Esmer, askeri kıyafetli, silahlı bir adamdı. Ölçülü, belirgin bir Arjantin lehçesiyle konuşan, kısa cümleleri gülümsemeyle biten biriydi.
Neruda’nın onunla ilgili ilk izlenimleri buydu. Ernesto, şairin Latin Amerika tarihi üzerine kaleme aldığı “Canto General” (Evrensel Şarkı) isimli eserinden övgüyle bahsetmişti.
Bakışları Neruda ile dışarıda karanlık bir geceye bakan pencere arasında gidip geliyordu. Olası bir ABD saldırısı üzerine konuşurlarken Che yine gözlerini sokağa çevirdi ve yüksek sesle düşünür gibi ağzından şu sözler döküldü:
Savaş… Savaş… Biz daima savaşa karşıyız… Fakat bir kez savaşınca savaşsız yaşayamıyoruz. Her an savaşa dönmek istiyoruz.
Neruda 1973’de ölümünden kısa süre önce kaleme aldığı “Yaşadığımı İtiraf Ediyorum” adlı anı kitabında Che ile ilk ve son görüşmesini bu biçimde aktarıyor.
Havana kalesinin içinde yer alan küçük karargahında her Arjantinlinin tutkusu olan Mate çayını içerken. Küba, 1959
“Onun” diyor “Bolivya’da çantasında ‘Canto General’ ile ele geçirilip öldürüldüğünü düşününce titriyorum.”
Fakat ekliyor Nobel ödüllü şair;
Benim için savaş kader değil bir tehdittir.
Neruda ömrünü diplomat, elit bir edebiyatçı ve şair olarak geçirmiş bir siyasetçiydi. Oxford’tan Onursal Doktora, İsveç kralının elinden Nobel ve Sovyetler Birliği’nden “Stalin Ödülü” almış bir komünist entelektüeldi.
Şilili şair Pablo Neruda Nobel ödülünü alırken, 1971.
Che’nin savaştan anladığı şey ile Neruda’nınki kuşkusuz aynı değildi.
Belki babası Ernesto Rafael Guevara Lynch’in bir röportajında söylediği şu sözler Che’nin duygularını daha iyi açıklıyordur:
Oğlumun nasıl ‘komutan Che’ olduğunu anlamak için aile tarihimize bakmanız gerekir. Oğlumun damarlarındaki kan İrlanda isyancılarının, İspanyol fetihçilerinin ve Arjantin vatanseverlerinin kanıdır. Bu açıdan Che bizim huzursuz ve yurtsuz geçmişimizin izlerinin mirasçısıdır…
Devrimden hemen sonra anne ve babasıyla Havana’da, Ocak 1959
Gerçekten de anne tarafının (de la Serna) kökleri Peru‘nun son İspanyol valisine kadar uzanır. Dedesi Arjantin‘in ilk siyasi kitle partisi olan Union Civica Radical’in kurucularındandır.
Che 260 adamıyla Batista’nın bir tümenini yarıp Santa Clara’ya ulaştı. Burada silah sevkiyatını engelleyerek orduyu felç etti. Bu başkent Havana’nın yolunu ve diktatörlüğün yıkılışını sağladı. 1958 Aralık, Santa Clara.
Baba tarafı ise Guevara ve Lynch olmak üzere iki soyadı taşır. Yirmi kuşaktır Arjantin’de yaşayan Guevara ailesi Libertador San Martin’in kıtayı İspanyollardan kurtarma savaşlarına destek verme onuruna sahiptir.
Lynch’ler ise İngilizlere karşı isyanlara katıldıkları için Şili’ye sürülen İrlandalılardı. Lynch ve Guevara kardeşler Altına Hücum sırasında San Francisco’ya gitmiş Büyük Kanyon’un sonsuz topraklarını ele geçirmişti.
Babası ve kız kardeşiyle, Mar del Plata. Arjantin, 1944
Fakat fetih her zaman Yeni Dünyada fetihçinin sessiz yok oluşuyla sonuçlanır. Çeyrek asır sonra iki ailenin torunları Roberto ve Ana evlenerek Arjantin’e döner.
Jeolog olan Roberto, Arjantin’in kuzeyinin ilk topografya haritasını yapar. Bu sürede aile yıllarını yerli topraklarında geçirir. Che babaannesi Ana’nın kulağına fısıldadığı mistik yerli öyküleriyle büyür.
Che de diğer kahramanlar gibi bir rüyayı gerçekleştiren bir çocuktur.
Parana nehri kıyısında Rosario’da doğmuştu. Nil’e bırakılan Musa bebek değildi ama cesedi İsa tasfiriyle aynıydı.
Yuro Koyağında 8 Ekim’de yaralı ele geçirilen Che Guevara Washington’dan gelen talimatla ertesi günü La Higuera köyünde kurşuna dizildi. Cesedi buradan aşağıdaki en yakın kasaba olan Valle Grande’ye getirilerek sergilendi. 9 Ekim 1967, Bolivya.
Valle Grande’deki küçük hastanede naşını yıkayan hemşire Susana Osinaga kanlar içindeki cesede bakarken böyle düşündü:
İsa Mesihten farksızdı.
Ertesi günü 10 Ekim 1967’de Bolivya’dan çok uzakta bir İngiliz yazar ve ressam John Berger gazetede Che’nin cansız bedenini gördüğünde aynı hisse kapılmış.
Berger çok sayıda ölü beden ve katledilmiş insan fotoğrafı gördüğünü ama bunların hiçbirinin Che’nin cansız bedenin İsa ile olağanüstü benzerliğine yaklaşamadığını söyler.
Buna örnek olarak da İtalyan ressam Andrea Mantegna’nın 1457 tarihli “Il Cristo Morto” (Ölü İsa) tablosunu verir.
Che’nin cansız bedeni ve Mantegna’nın beş asır önceki “Ölü İsa” tablosunun benzerliği
İki resimde de vücut aynı yükseklikten görülmektedir. Eller aynı pozisyonda, parmaklar aynı hareketle kıvrılmış. Vücudun alt kısmındaki bez, Che’nin askeri pantolonunda olduğu gibi kırışmış, kanla lekelenmiş.
Kafa aynı açıyla durur. Ağız da aynı gevşek ve ifadesiz görünür. Farkı İsa’nın gözleri kapalı ve yanında yas tutanlar olmasıdır.
Che’nin ise gözleri açık fakat etrafında bir albay, bir CIA ajanı, bir grup Bolivya askeri ve otuz gazeteci vardır. Çünkü bir ölüyü suçlu göstermenin pek fazla yolu yoktur.
İngiliz ressama göre bazı nadir durumlarda bir insan ölümünün trajedisi, yaşamının anlamını mükemmel biçimde tamamlar. “Bu yüzden” diyor Berger “Mantegna’nın tablosuna baktığımda İsa’nın içinde Che’yi görüyorum.”
Che’nin naşının bir başka açıdan görüntüsü
Bir resim kendi içinde tamamlanmış bir konsepttir. Bir ölüyü sergilemesine karşın Che’nin fotoğrafı insanda devam eden süreç hissi uyandırır. Che sanki onu anlamlandırmamız için orada sakin biçimde bize bakmaktadır.
Bu bakış bana Ernesto Guevara’nın Buenos Aires‘te Tıp Fakültesinde öğrenciyken çekilen bir fotoğrafını anımsatır.
1948’de çekilen bu fotoğrafta önlerinde göğsü tamamen açılmış bir kadavrayla otuz öğrenci arasından genç Che Guevara bize gülmektedir.
Buenos Aires Tıp fakültesinde öğrenciyken. Arjantin, 1949.
Ve adeta Rembrandt tablolarından çıkmış bir sahnede Che, gelecekte Vallegrande’de sergilenecek olan kendi cesedine ironik bir selam göndermektedir.
Che’nin cansız bedeninin kuşkusuz politik bir anlamı var: Onun için dünyadaki eşitsizlik, sömürü ve kölelik tahammül edilmezdi. O bu adaletsiz dünyayı eksik de olsa gerçeğin bir yanında taraf olarak düzeltmeye inandı.
Che milliyetçi değildi; ama ulusal kurtuluş mücadelelerinin emperyalizmin anlamını ortaya çıkardığını düşünüyordu. Ama ölümü herhangi bir toprak parçasına adanmış değildi.
Neruda, Che’ye baktığında birçokları gibi onun yalnızca askeri yanını görüyordu. Bu nedenle, yalnızca bir başarısından veya yenilgisinden bahsediyordu.
Ancak gerçek şu ki Che insanlık için devrimci bir projeden çok daha fazlasını temsil ediyor.
Che ele geçirildiği gün operasyona katılan CIA ajanı Kübalı karşı devrimci Felix Rodriguez onunla bu fotoğrafı çektirdi. Savaş ganimeti olarak da Che’nin saatlerinden birine el koydu.
Düşmanları onun üzerinde sinekler uçuşan çamurlu bedenini, biçimsiz saç ve sakallarının kapladığı yüzünü teşhir ederek neyi amaçlamaktadır?
Hakkında fikir sahibi olmadıkları bir devrimin prestijini bitirmek miydi amaçları?
Yahut da bir devi öldürmenin gururuyla kendi sefil ruhlarını yüceltmenin derdinde miydiler?
Hakikaten dünyanın gözbebeği olan güzel ve tutkuyla hayata bağlı bir adamın Bolivya’nın yoksul bir köyünde can vermiş olması mıydı bütün mesele?
Sierra Maestra dağlarında Fidel Castro ve sevgilisi Celia Sánchez ile cephede, 1958
Hayır, onun trajedisi cahil bir çavuş tarafından değersiz bir varlık gibi kaba biçimde katledilmiş olması değildi. Asıl sorun onun kuşatılmışlığındaydı. Bu nedenle Bolivya’da bulunuyordu.
Sovyet memurlarının Che’nin Doğu Avrupa’da, Latin Amerika’da, Cezayir’de ya da Afrika’daki faaliyetlerinden memnun olmadıkları o zaman da bir sır değildi.
Che Küba’daki tüm görevlerinden istifa ettikten sonra önce Kongo’da Afrika’nın kurtuluşu için gizli mücadeleye girdi, 1965
1961’de üstlendiği Sanayi Bakanlığı görevinden bu yana onlarla arası iyi değildi. Zira Sovyet iktisat politikasının hatalı olduğunu düşünüyordu.
Fakat asıl çatışma Dışişleri Bakanlığı sırasında ortaya çıktı. Açık bir biçimde Sovyetlerle arasına sınır koydu ve Küba’yı “Bağlantısız Ülke” olarak sınıflandırdı.
11 Aralık 1964’te Birleşmiş Milletler‘de son kez yaptığı konuşmada Sovyetlerin “barış içinde bir arada yaşama” tezini doğrudan hedef alarak şu sözleri söyledi:
Bize göre ulusların bir arada barış içinde yaşaması, sömürenle sömürülenin ve ezenle ezilenin birlikteliği anlamına gelmez.
Cezayir‘de gerçekleşen Afro Asya Seminerinde Sovyetleri ABD gibi dünyanın güneyini sömüren kuzey ülkeleri arasında saydıktan iki hafta sonra Küba‘ya gelip tüm görevlerini bıraktı. Hiçbir zaman Komünist Parti üyesi olmadı.
3 Ekim 1965’de asıl adı Chaplin olan ama sonra Karl Marks’a çevrilen sahnede yapılan Küba Komünist Partisi ilk bileşiminde Devrimin Başkomutanı Fidel Castro Ruz tarafından okunan veda mektubunun başlangıcında şöyle diyordu:
Fidel:
Şu anda çok şey hatırlıyorum; Maria Antonia’nın evinde seninle tanışmam, seninle gelmemi önermen, hazırlıkların heyecanı…
Bir gün, ölüm durumunda kime haber verilmesi gerektiğini sorduklarında bunun gerçekten olma olasılığı hepimizi sarstı.
Sonra cidden anladık ki bir devrimde zafer kazanılır ya da ölünür (eğer bu gerçek bir devrimse). Birçok arkadaşımız zafere giden bu yolda düştü.
Bugün her şey daha az dramatik bir tonda çünkü biz daha olgunuz ama olanlar kendini tekrar ediyor.
Beni Küba devriminin topraklarına bağlayan görevimi tamamladığımı hissediyorum ve sana, arkadaşlara ve artık benim de halkım olan halkına veda ediyorum.
Düşmanları değil diğerleri, savunduğu kurumsallıktı ona bu yolu açan. Yoksa Latin Amerika‘da ya da Afrika‘da gerilla mücadelesini yönetecek bir komutana ihtiyaç olduğu için Küba‘yı terk etmedi.
Ernesto Guevara orta boylu, yanık buğday tenli bir adamdı. Astıma karşı mücadelesi onu atletik güçlü bir fiziğe sahip kılmıştı.
Buenos Aires’ten Cordoba’ya bisikletle gidip dönerek 4 bin km yol yaptı. Bu onu gazetelere çıkaran ilk yolculuğuydu. Fotoğrafın üzerinde “Hayranım olan Cordobalı kızlar için” yazıyor imza “Yolların kralı”. Arjantin, 1949
Romantikti. Annesinin ona geceler boyu okuduğu Baudelaire şiirleriyle büyümüştü. Şiirle Marksizmi birleştiren politik varlığı gerçekçi ama bir o kadar da ütopikti.
Araóz sokak 2100 numaralı binanın balkonunda çıkacağı yolculukların hayallerini kuran Che’nin fotoğrafını babası çekmiş. Buenos Aires, 1951
Ailesine yazdığı veda mektubunda kendisini Don Kişot’a benzetiyordu:
Bir kez daha topuklarımın altında Rosinante’nin kaburgalarını hissediyorum, kolumda kalkanımla yeniden yola düşüyorum.
Eleştirel bir ruha sahipti. Kara mizahla bohemliğin iç içe geçtiği bir kişiliği vardı.
Tam bir okuma tutkunuydu. Dağlarda defterine not aldığı yüzlerce kitaplık okuma listeleriyle dolaşırdı. Savaş sırasında, iktidar mücadelesi verirken bile edebiyatla, şiirle ilgisini koparmadı. Sierra Maestra, 1958
Savaşın ortasında bile kitap okumaktan bıkmayan bir entelektüeldi.
Kavrayışı ve teorik yanı çok güçlü olmasına karşın pratiğe daha çok önem verirdi.
Alta Gracia’da kardeşleri ve annesiyle Kızılderili Che. Arjantin, 1935
Her Arjantinli gibi biraz provokatif ve narsistti.
Eski insanı yok etme uğruna gerçekleşse de sosyalizmin “yeni insanı” yaratması gerektiğine inandı.
Gittiği her yerde, gördüğü her şeyde, yapılan her işte niteliğe saplantılı biçimde önem verdi.
Yaptığı her işe kendini adardı. Endüstri bakanı olduğu günlerde çalışırken. Küba, 1961. Sadece astım krizinin kesebileceği bitmek bilmeyen enerjiyle çalıştı. Yaptığı her şeye kendini tüm varlığıyla verdi. Daima umutluydu; hayata aşıktı.
Arkadaşı alberto Granado ile çıktığı ve Motosiklet Günlüğü olarak filmleştirilen yolculukta Amazonlarda. Peru, 1952.
O bir kamikaze değildi. İntihar etmedi ya da üzüntüden de ölmedi.
İlk kızı Hildita ile beraber. Meksika, 1956
Che çocuklarıyla. Küba, 1964
Doktor Ernesto Guevara de la Serna, namı diğer Che Guevara insan olmanın gerektirdiği onurla yaşadığından, kendi ölümünün ruhsatını da benliğinde taşıyordu.
Çünkü bu dünyada hala insan kalmak için tahammül edilmemesi gerekeni kavramış ve önüne çıkan seçeneklerin sunduğu en radikal biçimde hareket etmişti.
“Rosinante”sine binip bir kez daha yola düştü. Bolivya, 1967.
Fransız haber ajansı AFP’nin fotoğrafçılarından Marc Hutten’in, Küba devriminin liderlerinden Che Guevara’nın ölümünden sonra çektiği fotoğraflar, 47 yıl sonra gün yüzüne çıktı..
Arjantin doğumlu Marksist doktor Che Guevara, 1959 yılındaki Küba’daki devriminin ardından, 9 Ekim 1967’de Bolivya’da Vallegrande kenti yakınlarındaki La Higuera’da Bolivya ordusu tarafından öldürülmüş, cesedi teşhir edilmişti. 39 yaşında hayatını kaybeden Guevara’nın cansız bedeninin fotoğraflarını çeken kişilerden biri olan AFP foto muhabiri Hutten’in kareleri ilk kez ortaya çıktı.
FOTOĞRAFLAR BASINLA PAYLAŞILDI
Hürriyet’in haberine göre; İspanya’da Imanol Arteaga isimli bir kişi, Fransız muhabirin, Bolivya’da misyonerlik görevi nedeniyle bulunan dayısı Luis Cuartero’ya verdiği Che’nin fotoğraflarını basınla paylaştı. AFP ajansına konuşan Arteaga, “Anne ve babam 1967 Kasım ayında evlenmişler. Dayım Luis Cuartero düğün için İspanya’ya geldiğinde Che’nin fotoğraflarını getirmiş. Dayım öldükten sonra fotoğrafların nerede olduğunu yengeme sordum. O da fotoğrafları sakladığı yerden çıkararak bana verdi” dedi.