Ulusal Kurtulustan Sosyal Kurtulusa NAZIM (1921-1928)
Anadolu’ya Geçiş
Nâzım, birkaç genç arkadaşı ile birlikte, yeni yılın ilk günü, Yeni Dünya isimli bir vapurla Anadolu’ya doğru yol almaktadır. İstanbul’dan Anadolu’ya adam gönderen bir örgütle ilişkiye geçen Nâzım ve arkadaşları ilk fırsatta, teredddütsüz yola koyulmuşlardır. İşgal altındaki İstanbul’dan, işgalcilere karşı savaşacakları Anadolu’ya geçmektedirler. Romantika’da bu olay şöyle anlatılır: “İtilaf kuvvetlerinin işgalindeki İstanbul’dan Kuvvayi Milliye’nin Anadolu’suna iki türlü geçiliyordu: Ya Pendik üzerinden karadan, ya da Karadeniz yoluyla”.
“İstanbul’dan Mustafa Kemal’e silah kaçıran teşkilatın idarecilerinden biri Süleyman’ın akrabası. Üç tane sahte yol kâğıdı sağladı bize. Vapura Sirkeci’den bindik. Kara, kuru, yamyassı bir vapur, hani şu kolacıların ütüleri vardır ya, onlara benziyor. Kamaramıza girdik; duvarlarında hamam böcekleri dolaşıyor, daracık, cehennem gibi de sıcak.”
Üç gün süren maceralı bir yolculuktan sonra İnebolu’ya varırlar. Gelişini, iki gün sonra yolladığı bir telgrafla babasına bildirir. Dört arkadaştırlar: Nâzım Hikmet, Vala Nureddin, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz. İki hafta sonra Ankara’dan gelen cevap dört arkadaşı hüsrana uğratır. Ankara hükümeti Yusuf Ziya Ortaç ile Faruk Nafiz Çamlıbel’i “seciyesiz” bularak Anadolu’ya kabul etmez. Nâzım ile Vala’nın kabul edilmesinde Adnan Adıvar ve Halide Edip Adıvar’ın özellikle rolü olduğunu Ankara’ya varınca öğreneceklerdir. İnebolu, Nâzım Hikmet için kurtarılmış bölge gibidir. Burada işgalciler yoktur. Fakat, yoksulluk, umutsuzluk ve karamsarlık egemendir. “İnebolu rıhtımsız, mendireksiz. Vapurlar açıkta demirleyip yolcularını balıkçı kayıkları ile karaya çıkarıyor. Fırtınalı zamanlardaysa vapurlar durmadan geçiyor İnebolu önlerinden. İnebolu gördüğüm ilk Anadolu kasabası. Anadolu köylü kadınını da ilkönce burda gördüm. Pazar yerinde gördüm onu. Sırtındaki odun yükünü indirmeden çömelmişti duvarın dibine.”
Ankara’dan, yola çıkmaları için cevap beklendiği günlerde, Anadolu gerçeğini gözlemleme fırsatı bulur. İnebolu’dan ayrılmadan önce yine babasına yazdığı mektupta, birkaç gün sonra Ankara’ya doğru yola çıkacağını, iki arkadaşının İstanbul’a iade edildiğini, İnebolu’da fevkalade itibar gördüğünü, kendisine harcırah verildiğini, arkadaşlarından gayet memnun olduğunu, bir bilgi olarak vermektedir.Bütün bunların yanı sıra, kendisinden izin almadan İstanbul’dan ayrıldığı için, babasından özür de dilemektedir: “Bugün Sırrı Bey’i gördüm. Sizin Kuzguncuk’a geldiğinizi ve müteessir olduğunuzu söyledi. Ben de çok üzüldüm. Beni affedeceğinizden eminim. Sizden izinsiz gitmek istemezdim. Fakat biliyorum ki benim vatanıma hizmetimi çok istemekle beraber, bir baba olmak dolayısıyle buraya gelmeme müsaade etmeyecektiniz.”
Spartakistler
Anadolu’ya gitmek için İnebolu’da bekleyen Nâzım Hikmet, orada, onun gibi cevap bekleyen bir grupla karşılaşır. Kendisinden yaşça büyük bu kişiler de, milli mücadeleye katılmak için İstanbul’dan gelmişlerdir. Bu gruptaki insanların birbirleriyle ilişkileri ve Nâzım’a yaklaşımları, Nâzım’da, gizemli bir intiba uyandırır. Bunlar konuşmalarında sosyalizm, komünizm, Spartakistler, Bolşevikler gibi hiç duymadığı kavramlardan söz etmektedirler.
Kimdi tanıştığı bu insanlar ve niye gizemliydiler? Sadık Ahi ve arkadaşlarının içinde olduğu bu insanlara Spartakistler deniyordu. Çoğu Almanya’da okuyan bu gençler, Spartakistlerden etkilendikleri için bu ismi kullanıyorlardı. Almanya’dan Türkiye’ye geldiklerinde, ilk sayısı Almanya’da çıkan Kurtuluş gazetesinin yayınını İstanbul’da devam ettirmişler, Kurtuluş gazetesi işgalci güçlerce kapatılınca da bu çevrenin önemli bir kısmı Anadolu’ya hareket etmişti.
Nâzım Hikmet, Marksizm ile, sosyalizm ile, ilk burada tanıştı. Fakat Romantika’da bu süreci İstanbul’dan başlatır. “Bolşeviklerin zengine düşman, fakire dost olduklarını biliyordum. İstanbul gazeteleri, Bolşeviklerin, Rus asilzadelerine, generallerine, tüccarlarına ettikleri akla hayale gelmez işkencelerin hikayeleriyle doluydu. Bolşevik kılıç artıkları İstanbul’a sığınıyorlardı. Hiç de öyle işkence görmüş bir halleri yoktu. Kadınları en aşağıdan düşes, erkekleri prensti. Bar, kumarhane işletiyor, sarışın, pembe, tombul karılarını satıyor, tombala oynatıyorlardı. İtilaf kuvvetlerinin Bolşeviklere düşman olduklarını da biliyordum. Lenin’in adını duymuş, fotoğraflarını görmüştüm gazetelerde, bir tanesini kara kalem büyütmüştüm de, sevdiğimden filan değil, sınırsız alnına çok akıllı çekik gözlerine ve hatta çenesindeki bir tutam sakala şaşıp kaldığımdan.” Belki de Nâzım’ın ilgisini çeken, Marksist düşünceden çok. bu insanların hikâyesi ve olaylara yaklaşımlarındaki gizemli hava ve romantik halleriydi. Nâzım’daki coşkun ve heyecanlı kişiliği sezen Spartakistler, onun bu yönünü sosyalist eylemliliğe kanalize etmeye çalıştılar. Nâzım, bu gruptan etkilenmiştir. Ancak bu etkinin bir insanı sosyalist yapması söz konusu olamaz. Bu etkilenmeye sosyalist fikirlerle ilk temas demek daha doğru olur.
1921 Başında Ankara ve Mustafa Kemal ile Görüşme
İstanbul’dan ayrılışlarının üçüncü haftasında İnebolu’dan yola çıkan Nâzım ve Vala, yürüyerek 9 gün sürecek Ankara yolculuklarına başlarlar. İki genç de, Anadolu gerçeği ve insanı ile ilk defa bu seyahatlerinde tanışırlar. Güzergahlarında acımasız bir yoksulluğun yanı sıra insafsız kamu uygulamalarına tanık olurlar. Mesela içki içtiği için 15 yıl hapis cezasına çarptırılan bir insan onları çok şaşırtır. Kastamonu üzerinden Çankırı’ya vardıklarında, kendilerinden önce yola çıkan Spartakistler’in orada bekletildiğini görmüşlerdir. Buradan itibaren beraber sürdürecekleri yolculuğun sonunda Ocak sonu veya Şubat başında Ankara’ya varırlar. Birlikte yazdıkları İç Anadolu’ya İlk Bakış isimli şiirin, Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde 17 Şubat 1921 tarihinde yayınlandığı göz önünde bulundurulursa, yukarıdaki tespit yerinde görünmektedir.
Bahriye Mektebi Öğrencisi, 1915
Ankara’ya varınca Ulus’taki Taşhan’a yerleşirler. İnebolu’da Ankara’ya kabul edildiklerine dair tezkereyi aldıklarında kendilerine Matbuat Müdürlüğün’de vazife verileceğini öğrenmişlerdi. O yüzden sabah kalktıklarında doğrudan bu makama giderler. Matbuat Umum Müdürü Muhittin Birgen o gün ve sonraki günler bu iki genci bir süre oyalar, durur. En sonunda da milli mücadele için bir şiir yazmalarını ister. Çoğu dizeleri Nâzım’a ait olan bu şiir çok miktarda basılarak dağıtılır. Ancak yazdıkları şiirde İstanbul’daki sultanı satıldı diye nitelemeleri ve gençliği Anadolu’ya davetleri Meclis’te bile tartışmalara neden olacaktır.(7)
Ankara’da işsiz ve parasız kalan Nâzım’ın imdadına akrabaları yetişecektir. O tarihlerde milli mücadele için Ankara’da bulunan yakınları arasında, Ali Fuad Cebesoy (o sırada atandığı elçilik görevi için Moskova yolunda), Miralay Mehmet Ali Bey (Cebesoy’un kardeşi), Hüseyin Hüsnü Paşa (Meşhur Hareket Ordusu Komutanı), İsmail Fazıl Paşa (Cebesoy’un babası), Samih Rıfat Bey (Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı) ve Miralay Necip Bey bulunmaktadır. Hüseyin Hüsnü Paşa’nın verdiği harçlıkla rahatlayan Nâzım, ısrarla kendisini evine davet eden İsmail Fazıl Paşa’yı da ziyaret eder. İsmail Fazıl Paşa, Nâzım’ı Mustafa Kemal ile tanıştırmak istediğinden Vala ile Meclis’e gelmelerini ister. Mustafa Kemal, kendisine takdim edilen ve şiir yazdıklarını öğrendiği bu gençlere ilgi gösterir. Anadolu’ya geçtikleri için tebrik eder ve onlara, bazılarının yazdığı gibi gayesiz şiirler değil, maksatlı şiirler yazmalarını nasihat eder. Bu görüşmenin Nâzım Hikmet üzerindeki etkisi belirsizdir. Çünkü Nâzım, yapıtlarında bu görüşmeden pek söz etmez. Romantika’da bu görüşme kısaca ve şu şekilde geçer: “Mustafa Kemal’le, Meclisteki odasında, tanıştırıldığını hatırladı:
“— Yüreğim çarpıyor. Sert bir mavilik gördüm, sonra bir altın sarısı sonra ak eller, biçimli güzel ellerini. Belki de aklımda öyle kalmış. Belki de elleri öyle değildi, ama gözlerinin mavisiyle saçlarının sarısı öyle…”(8) Fakat, onun kişiliğinden ve görüşlerinden pek etkilenmediği düşünülebilir. Çünkü Nâzım, Anadolu’da gördüğü manzara karşısında M. Kemal’in yolundan ayrılarak başka bir dünyaya doğru yelken açacaktır.
İstanbul’dan çıktıktan bir ay sonra vardıkları milli mücadelenin bu merkezinde, hem yolculukları esnasında gördükleri ve hem de Ankara’da gözlemledikleri vaziyet karşısında nasıl bir ruh hali içindeydi bu iki genç? Vala şöyle tasvir ediyor hallerini: “İnançlarımızda büyük bir deprem oluyordu. Manevi bir sarsıntı geçiriyorduk. İki kutup arasında bocalamaktaydık. Spartakistler’in aşıladığı sosyalist fikirler ve o güne kadar kişiliğimizi yoğurmuş bulunan milliyetçi fikirler arasında.”‘(9) Taşhan’dan ayrılıp birlikte kalmaya başladıkları Spartakist arkadaşlarının fikirleri ağırlığını hissettiriyordu: “Yollardan itibaren edindiğimiz intibalarla birleştirip bu memleketin, bu sefaletten kurtuluşu çaresini, dumanlı bir ümit halinde önümüzde görüyorduk.”(10) Dumanlı ümit tabiri tam bulundukları noktayı açıklıyordu. İnebolu’dan Ankara’ya gelirken halkın yoksulluğunu, içki yasağını vs. gören Nâzım, Ankara’da, özellikle yönetim kademelerindeki sefahat ve içkili ortamlarla karşılaşınca burada da iki dünya olduğunu kavramakta gecikmemişti. Yıllar sonra yazacağı Romantika’da bile bu sahneleri vurgulaması kopuşun tarihi bir hikâyesi değil midir?”
İçeride karşı devrimcilerle dışarıda emperyalist abluka ile uğraşan Sovyet iktidarı için güneyde batıya karşı bağımsızlık savaşı veren Ankara yönetimi doğal bir müttefikti. Zaten 1920 yazındaki Komintern Kongresinde emperyalizme karşı ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi kararlaştırılmıştı. Kendisine silah ve para yardımı yapan ve doğu sınırlarını tanıyan Sovyet iktidarı da Ankara için önemliydi. Bu uzlaşmaya karşın, 1921 başında Ankara, sosyalist dünya görüşünü benimsemek için, oldukça olumsuz koşullara sahipti. Londra Konferansına çağrılan TBMM hükümeti, bu çağrı öncesi sola yönelik bir temizlik hareketi yapmayı, batılı müttefiklerle uzlaşabilmek için gerekli görmüş olmalıydı. Ankara’da yönetim kademelerinde yoğun bir anti-komünist hava egemendi. Şubat 1921’de artık Suphi ve yoldaşları katledilmiş, gerilla komutanı halkçı Ethem Bey Yunanlılara itilmiş. Ankara’daki THİF önderleri tutuklanıp cezaevine konmuştu. Nâzım’m dayısı General A.F. Cebesoy batı cephesinden alınarak, bir anlamda sürgün gibi, Moskova elçiliğine atanmıştı.
Rüzgar, Bolşevik yola ilgi duyacaklar için, tersten esiyordu. Tersten de esse bu Bolşevizmin objektif gerçekliğini yansıtıyordu. Nâzım, coşkun kişiliğini burada da gösterecek, ters esen rüzgara rağmen bu seçimi yapacaktır.Matbuat Müdürlüğünde kendilerine bir yer bulunamayan Nâzım ve Vala, Maarif Vekaletine devredilir. Nâzım Türkçe, Vala ise Fransızca öğretmeni olarak Bolu’ya atanırlar.Nâzım, Anadolu’da olduğu bu günlerde, Yunus Nadi’nin Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde, Vasiyet, 16 Mart, Ağa Camii gibi şiirlerini de yayınlamıştır.
Vâlâ ile Ankara Yolunda Kastamonu, 1921
Yaya olarak Ankara’dan Bolu’ya gelen Nâzım ve Vala bir eve yerleşip hocalık vazifesine başlarlar. O zamanlar küçük bir yerleşim birimi olan bu kent aşırı ölçüde mutaassıptı. Rutin bir hayat içinde her geçen gün daha fazla hissettikleri cahilliklerini gidermek için bol bol kitap okuyorlardı. Nâzım o sıralar Paris’te resim çalışmaları yapan annesine yazdığı bir mektupta şunları belirtir: “Sana Anado’dan dördüncü mektubu yolluyorum. Talih bizi mesafelerle de çok uzaklara atlı. (…) Ben Bolu Sultanisi’ne muallim oldum. İşte evimiz mektebe gayet yakın. Arkadaşımdan [Vala] çok memnunum. Bana bir kardeş, bir ağabey gibi bakıyor. Bilirsin ki ben biraz dağınık, hesabını bilmez bir adamım. O tekmil ev işlerine bakıyor, masrafı idare ediyor. Burada 83 lira alıyoruz ikimiz… Sevgili babacığımla sık sık mektuplaşıyoruz.”(13)
Bolu’daki rutin hayatları, tanıştıkları Ağır Ceza Reisi Ziya Hilmi sayesinde epey renklenir. Kendilerinden 5-6 yaş büyük olan Ziya Hilmi kültürü, bilgisi ve cesareti ile yaşamlarına ortak olur. Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi’nden oldukça etkilenmiş olan Z. Hilmi, bu konudaki geniş bilgisiyle de onları şaşırtır. Bu durum Spartakistler’in açtığı yolun biraz daha aydınlanmasına yarayacaktır. Bir süre aynı evde yaşayacak olan bu üç genç, 1921’in Anadolu’sunda, kendilerini çevreleyen realiteye karşı, hülyalı denizlere açılmayı düşünmeye başlayacaklardır.
Rusya’ya Doğru
Bolu’da öğretmenlik, Nâzım Hikmet için, hem de o yaşta, kızağa alınmak gibi bir durumdu. Onun gibi genç, coşkun, enerjik bir adamın kendini realize etmesi gerekir. Bu işin ruhsal cephesi. Anadolu’daki milli mücadelenin seyri, iç çekişmeler de artık Nâzım Hikmet’i orada tutacak ölçüde bağlayıcı değildi. Nâzım’m siyasi yaşamının en kritik dönemeçlerinden biri bu arayışın başladığı noktada gizlidir. Nâzım ve arkadaşı Vala’yı, Anadolu Devriminin kendilerini tutamayacağı ortaya çıktığı anda, önlerine üç seçenek koymuşlardır: Almanya-Fransa-Rusya.
İnsanların kritik dönemeçlerdeki seçimleri kadar, bu seçimlerin onların dünyasına, hayatına, kişiliğine, karakterine uyup uymadığı önem taşır asıl olarak. Diğer bir deyişle, seçimlerinin hakkını verip veremeyecekleridir. Seçilen yol insanı hüsrana uğratırsa, yada tatmin etmezse, her zaman için başka dünyalar vardır. Arayış sürer insanların hayatında. Mesela Vala ve Aydemir’de, kişilikleriyle seçimleri tam örtüşmemiştir. Aydemir, yıllar sonra, Kadro’daki Benerci yazısında Nâzım’ın komünizme geliş biçimini eleştirirken, aslında bunu açıklamıştır gayri ihtiyari.
Birinci yol ya da alternatif, Paris’e annesinin yanına gitmektir. Bu tarihte Nâzım’ın annesi Celile Hanım Paris’tedir ve onunla yazışmaktadır. Oğluna oradan kitaplar göndermektedir. İkinci yol, Vala ile Almanya’ya gitmektir. Üçüncü yol, sonradan gündemlerine gelen, ama en hülyalısıdır: Bir devrimin yapıldığı, alt üst oluşların yaşandığı Rusya.
Nâzım Hikmet’in sonraki yaşamını etkileyen bu seçim üzerinde ayrıntılarıyla durmak gerekir.
Yukarıda belirtildiği gibi Rusya tek yol değildi. Alternatifler vardı. Onlara rağmen seçildi. Nâzım Hikmet’in kişiliğine, devrim gibi alt üst oluşların yaşandığı bir ülke daha uygun düşüyordu elbette. Sovyetler Birliği ve Ekim Devrimi’nin 1921 yılında, bütün karşı propagandalara ve eylemlere karşın, Anadolu üzerinde gizemli bir çekiciliği vardır. Bu etkidir ki, Spartakistler’i, Ziya Hilmi’yi, vd. cezbetmiş, bu yolla Nâzım’a ulaşmıştır. Nitekim Rusya’ya gitme kararında Ziya Hilmi’nin payı büyük olacak, Rusya seçeneğini teşvik edecek ve kendisi de bu yolculuğa katılacaktır.
Edebiyat tarihçileri, bu seçimde Nâzım’ın bir sevgilisinin etkili olduğunu hep söylemişlerdir de, o tarihlerde Moskova’da Türkiye’nin büyükelçisi olan ve Nâzım’ın hep dayı dediği annesi Celile Hanımın teyzesinin oğlu A.F. Cebesoy’u neden hiç dikkate almamışlardır, bilinmez. Biz, kesin etkili olmuş demeyeceğiz. Ama bu bir sorudur ve üzerinde durulması gerekir. Bundan önce Nâzım’ın çocukluk aşkına değinmekte yarar var. Nüzhet isimli bu genç kızla İstanbul’dan tanışıyor.(14) Ankara’ya geldiğinde Nüzhet de oradadır. İttihatçı Muhittin Birgen’in baldızıdır bu genç bayan. Ankara’da vakit buldukça görüşüyorlar. Ancak tayinleri çıkınca, Nâzım sevgilisini Ankara’da bırakarak Bolu’ya muallim oluyor. Bolu’dayken Nüzhet’ten Tiflis’e doğru hareket ettiklerine dair bir telgraf alıyor. İşte bu telgrafın Nâzım’ı Rusya’ya yönlendirdiği iddia ediliyor. Oysa aynı Nâzım’ın onu Ankara’da bırakarak Bolu’ya muallim olarak gittiğini unutuyor bu iddia sahipleri. Zaten gözünü o yöne çevirmiş Nâzım için bu telgraf, süreci hızlandırıcı bir faktör olmuştur sadece.
İnsanların hayatında talih ve tesadüflerin hep etkili olduğu söylenir ve bunu doğrulayan hikâyeler anlatılır. Nâzım Hikmet Anadolu’ya ayak bastığında, dayısı A.F. Cebesoy da Kars’tan Rusya’ya geçmektedir. Ve Nâzım Hikmet’in bundan haberinin olması imkânsızdır. Bu olayı, ancak Ankara’ya vardığında öğrenmiş olabilir. Peki, ne söylenmiştir? Şöyle bir şey olabilir mi? A. Fuad Paşa Batı cephesinde komutandı. Gerillalarla ve onların lideri Ethem Bey ile çok iyi anlaşıyordu. Gerillaların ve Ethem Bey’in tasfiyesine karar verildiğinde A. Fuad Paşa batı cephesinden alınıp, Rusya’ya elçi olarak atandı. Yani A.F. Paşanın da bir tür tasfiye edildiği. Böyle anlatılmış olabilir mi?
Özetlemek gerekirse, Nâzım Hikmet Anadolu’ya geçtikten bir süre sonra. Batı Cephesinin başarılı komutanı olan dayısı A. Fuad Paşa’nın Moskova’ya gönderildiğini öğreniyor. Ve Rusya’ya doğru yönelirken, aklının bir köşesinde bu bilgi bulunuyor.
Arkadaşı Vala’ya göre eğitim en önemli faktördür Rusya’ya gidişlerinde. Kimine göre taassuptan kaçıyorlardır. Nâzım ise Romantika’da, Sakarya muharebesinden sonra, oportünist bir yöneticinin kendisinden kenti terk etmesini istediğini yazar. Böylece gerçeği gerçekliğe çevirir Nâzım. Bu muharebe ile M. Kemal liderliğindeki güçler iktidarlarını tahkim ederken, bir yandan İttihatçıların ümitlerini suya düşürmekte, diğer taraftan komünistlere de Rusya yolunu göstermektedir. Artık Ankara’da İttihatçılığa ve Bolşevikliğe, bir seçenek olarak yer yoktur. Dikkat edilirse, Nâzım ve arkadaşı Vala’nın Rusya yolculuğu illegaldir. Ankara yönetiminin bilgisi dışında ve gizlice gidiyorlar. Ağustos başında muallimler kongresi için Ankara’ya giden Vala, hem birikmiş paralarını alır, hem de doğuya öğretmen olarak gitmek istediklerini beyan eder. Bu konuda Spartakistler’e de danışır ve onlardan işlerine yarayacak referanslar alır. Plânları şöyledir: Görüntüde Kars’a muallim olarak gitmeye çalışırlarken, gerçekte Batum’dan sonra güzergahı Rusya içlerine doğru çevirmek.
Nâzım, Vala ve Z. Hilmi 1921 Ağustos sonlarında Bolu’dan ayrılırlar. Akçakoca’dan bir vapurla Zonguldak’a, oradan bir başka gemiyle Trabzon’a ulaşırlar.
Ancak Trabzon’a kadar birlikte yolculuk ettikleri Ziya Hilmi, şüphe uyandırırız gerekçesiyle gruptan ayrılır ve Nâzım Hikmet ile Vala’yı bu yolculukta yalnız bırakır. Bolu’nun Bolşevik Ağır Ceza Reisi, sonraki yıllarda, güya partiye para temin için eroin imal ederken bir patlama sonucu can verecektir.(15) Kurtuluş savaşı günlerinde Bolşevik rüzgara kapılanlar, bu rüzgarlar dindiğinde, başka maceralara yönelmekte gecikmemişlerdir. Ziya Hilmi de. Vala da, Aydemir de buna örnektir.
Trabzon’da çok kalmamalarına rağmen ileri sürülen şu oldukça ilginçtir: “Es’ad Ömer Eyyübi, dengesizliği sebebiyle, 1921 yılında Trabzon’a gelerek buradan Rusya’ya geçen Nâzım Hikmet’in etkisinde kalmış, bir müddet sonra peşinden o da Rusya’ya gitmiş ve bir daha geri dönmemi ve kendisinden bir haber alınamamıştır.”(16) Aynı iddia Mahmut Goloğlu tarafından da ileri sürülmektedir.
19 yaşında sosyalizmi öğrenmeye giden bir genç, nasıl oluyor da 26 yaşında bir gazeteciyi peşinden sürükleyebiliyor? Hem Nâzım için böyle efsaneler yaratıyorlar, hem dc Nâzım putlaştırılıyor, diye ahkam kesiyorlar! Öyleyse şöyle bir tespit yapılabilir: Nâzım ile ilgili olağandışı hikâyeler anlatanlarla, putlaştırılıyor diyenler aynı zihniyeti taşıyor. Abartma ve küçümseme; yani zıtların birliği.
Nâzım’ın Eyyübi ile Trabzon’da tanışmış olduğu doğrudur (18) ama, onu Rusya’ya götürdüğü hiç gerçekçi görünmemektedir. Eyyübi ile ilgili geniş bilgi veren bir makale de şöyle denmektedir: “Esat Ömer’in Bolşevikliği doğrudur. Fakat onun Rusya’ya giderken Trabzon’a uğrayan ve kendisi gibi genç bir şair olan Nâzım Hikmet’in etkisinde kalarak Bolşevik olduğunu söylemek pek de tatmin edici de ğildir.”(19) Nitekim aynı kaynak, sola eğilimi bulunan Eyyubi’nin, 1922’nin başlarında Batum’a gidip geldiğini, izlenimlerini 17 Nisan 1922 tarihli Güzel Trabzon gazetesinde yazdığını, ardından Takrir-i Sükun kanununa kadar yayınını sürdüren Kahkaha isimli bir mecmua çıkardığını, 1925 tarihinde ise, sonraki yıllarda TKP‘nin başına geçecek olan Zeki Baştımar’ı yanına alarak Sovyetler’e gittiğini ve orada kaldığını yazmaktadır.(20)
Nâzım’ı ve bu arada başkalarını Sovyetler’e yönlendiren asıl faktör devrimin kendisiydi. Devrimin Anadolu’daki imajıydı. Yarattığı sarsıntı ve alt üst oluştu. Toprak, ihtilalci şairini arıyordu. Vala anı kitabında, o günlerde gönüllerinden geçen hülyalı ideali de anımsıyor: “Biz ikinci dalga (İttihatçı yol) değil ama, tarihi mukadderat gerektirseydi üçüncü dalga hazırlamak niyetindeydik Bu halkın hayrına saydığımız çalışmalar için gidiyorduk.”
Nâzım Hikmet, bu idealle Rusya’ya yönelmiştir.
Kafkasya ve TKP
Vala’ya göre, Trabzon’dan bindikleri vapur Batum limanına yaklaştığında tarih, 2 Eylül 1921’dir.(22) M. Fuat’a göre ise Trabzon’dan bindikleri vapur 30 Eylül 1921 tarihinde onları Batum’a ulaştırmıştır.(23) Vala, Bolu’dan Ağustos sonlarında ayrıldıklarını yazdığına göre burada bir terslik vardır. Ya Bolu’dan Ağustos sonunda ayrılmamışlardır ya da Batum’a 2 Eylül’den sonra varmışlardır. Dolayısıyla net bir tarih vermek güç görünmektedir. Yeni bir dünyaya adımlarını, gümrükte sorgulanarak atarlar.
O tarihlerde Kafkasya yeni bir kuruluşun sancılarını, sıkıntılarını, kaosunu ve coşkusunu bir arada yaşıyordu.
Bolşeviklerin iktidarlarını kurmaya çabaladıkları o tarihte Kafkasya, karşı-devrimcilerin, ittihatçıların, islamcıların, Kemalistlerin kendi amaçları için cirit attığı bir bölgeydi. Bu yüzden Anadolu’dan buraya yeni devrimi görmeye gelmiş bu iki paşazadenin kuşkulu bulunarak kontrol altında tutulmuş olmaları doğaldır.
Batum’dan M. Birgen’in olduğu Tiflis’e geçtiler. O sırada M. Birgen ve Nüzhet, bir iş için Moskova’da bulunuyorlardı.
Fakat yardımlarına ülkenin cumhurbaşkanı yetişecektir. Nâzım akrabalarının koruyucu ve imkân sağlayıcı rantından yaşamının bazı kesitlerinde bolca faydalanacaktır. Eski Ankara elçisi Mdivani, Gürcüstan’ın cumhurbaşkanıdır. Herhalde görevlilerin raporları üzerine, bu iki gencin akrabalarını Ankara’dan tanıyan Mdivani, onları konutuna davet edecektir. “Efendiler, kim olduğunuzu ve niçin buraya geldiğinizi bana anlattılar”, diyen Mdivani onları Tiflis’in en şık oteli olan Orient otele yerleştirecektir.(25) Konuklara tahsis edilen otelde, Türkiye Komünist Partisinin geride kalmış üyeleri de ikamet etmekte, Ahmet Cevat Emre, Kayserili İsmail Hakkı, Ziynetullah Nuşirvan ve diğer komünistler Suphi sonrası ‘yi toparlamaya çalışmaktadırlar.
Nâzım’ın tanıdığı ilk komünistler bunlar oldular. Bu aslında komünizme yönelecek bir insan için çok da cazip bir durum değildi. Neden mi? Bunu ortaya koyabilmek için önce Nâzım’ın içlerine girmek üzere olduğu bu çevreyi ve partilerini tanımamız gerekmektedir. Nâzım, hem Spartakistler’den, hem de Z. Hilmi’den, komünizmin sınıfsız, sömürüsüz bir toplum olduğunu öğrenmişti. Böyle bir topluma ulaşmak için önce işçilerin, emekçilerin iktidarını kurmak gerekiyordu. Proletarya diktatörlüğü denen bu iktidarı kurmak için, onların örgütlü bir güç olması şarttı. Komünist Partileri, işte bu işçileri, emekçileri örgütlemek için aydınlar ve sınıf bilinçli kadrolar tarafından kurulmuş organizasyonlardı.
İşte Tiflis’te bir otelde karşılaştığı komünistler böyle bir partinin ileri gelenleriydi.
1917 yılında Bolşeviklerin iktidarı aldığı Ekim Devrimi’nden, Rusya’da yaşayan Türkler de etkilendiler. Bunlardan biri olan ve çarlığın Sibirya’ya sürgüne gönderdiği Mustafa Suphi, devrim ile hem özgürlüğüne kavuşur, hem de Bolşeviklerin safında iç savaşa katılır. Suphi, bir taraftan beyaz ordulara karşı savaşırken, diğer taraftan Türkiye’ye yönelik siyasi bir örgütlenmenin hazırlıklarına girişir. Bu hazırlık sırasında Anadolu’da komünist hücrelerin oluşturulmasına da başlanır.
Bütün bu hazırlıkların sonunda İstanbul’dan, Anadolu’dan ve Rusya’da Suphi’nin oluşturduğu çevreden delegelerin katılımı ile 10 Eylül 1920 tarihinde Bakü’de Türkiye Komünist Partisi kurulur. Mustafa Suphi’nin başkan seçildiği parti, öncelikle ülkedeki işgale karşı savaşmayı ve sonra Anadolu’da bir Sovyetler cumhuriyeti kurmayı hedefler. Komintern’e de üye olan TKP, bu hedef doğrultusunda 1920’nin son günlerinde Bakü’den Türkiye’ye geçer.
Partinin en ileri kadrolarının yer aldığı kafile, Ankara hükümetinin bir tertibi sonucu 28-29 Ocak 1921 tarihinde Trabzon açıklarında katledilirler. Nâzım, Tiflis’teki komünistlerle tanıştığında, daha bu katliamın üzerinden bir yıl bile geçmemiştir. 20 yaşında bir gencin, öncü kadroları katledilmiş partinin geride kalan kadrolarıyla, devrimci bir yola çıkmak durumunda oluşu, üzerinde düşünülmeye değer bir konudur.
Tiflis’deki komünist çevreden A. Cevat’ın, onlara yakınlık göstermesi, birlikte çalışmayı önermesi ile üçlü bir sosyal aile teşkil ederler. Nâzım, Ahmet Cevat ile ilgili Romantika’da şunları yazar: “Nuri Cemali Batumda tanıdım. Sivri kır sakallı. Ellisinde var herhalde. Türkiyedeyken kooperatifçilik ve Türk grameri üstüne kitaplar yazmış. (…) Çarlık yıkıldıktan sonra Bakü’ye gelmiş ticaret için, sonra Suphi’yle tanışıp partiye girmiş. (…) Fransızca bilir, Rusça bilir, Rumca bilir. Marksizmin kimi teorilerini, mesela ‘artı, değer’ teorisini, ondan öğrendim. (…) Moskova’ya beraber geldik. Üniversitede hoca oldu.”(26)
Grup Batum’da bir gazete çıkarmayı plânladığından, hep beraber oraya dönerler. Vala’nın anılarından, Batum’da Yeni Dünya gazetesini çıkardıkları anlaşılmaktadır.(27) Bu sırada, Batum’da, sosyal aileye bir kişi daha katılır: Şevket Süreyya Aydemir. “Komünizm fırtınası önüne kattığı her şeyi, herkesi yerinden oynattığı gibi, Şevket’in de bütün ideallerini altüst etmişti. A. Cevat gibi o da Komünist Partisi’ne resmen girmişti.”
Nâzım’ın burada mı yoksa Moskova’da mı partiye girdiği pek açık değildir. E. Babeyev’iıı aktardığına göre Batum’da girmiştir: “Türkiye Komünist Partisi Batum Şubesi’nin Eylül 1921 tarihli tutanağında. Nâzım Hikmet ve VaNurettin’in Kızıl Sendika gazetesi edebiyat bölümünde çalışmaları konusunda bir karar yer alıyor.”(29) Doğrusu bu kadar çabuk partiye girmeleri zor görünüyor. Çünkü en erken Eylül 1921 başında Batum’a gelmiş olabilirler. Kızıl Sendika gazetesindeki görevlendirmeyi partilenme olarak yorumlamamak en doğrusudur. Nitekim, Nâzım bunu, 1962’de yazdığı bir yazıda böyle yansıtmaktadır.(30) Yıllar sonta bir Fransız gazeteciye vereceği mülakatta da 1923’den beri partiliyim diyecektir.(31)
Romantika’da Batum’da yapılmış nefis bir iç hesaplaşma sahnesi vardır. Bu hesaplaşmada, Nâzım’ın zor olan yolu yüreğinin sesine uyarak nasıl seçtiği verilmektedir: “Oturdum Batum’da Fransa otelinde, yalnız ayakları mı, her bir yanı oymalı, yaldızlı, girintili, çıkıntılı, oval bir masa. Rokoko… Üsküdardaki yalının misafir odasında da rokoko bir masa vardır… Ro-ko-ko… Karadeniz kıyısından Ankara’ya, sonra ordan Bolu’ya yaptığım otuz beş günlük, otuz beş yıllık yayan yolculukla, öğretmenlik ettiğim kasabaya, kısacası, uzu lafın kısası, İstanbullu paşazadenin, daha doğrusu paşa torununun, Anadolu’yla tanışması, bu kere de Batumda, Fransa otelinde, rokoko masanın üstünde duruyor, yırtık, kirli kanlı bir yazma gibi serilmiş rokoko masanın üstünde… Bakıyorum, ağlamak geliyor içimden. Bakıyorum, öfkeden kan tepeme çıkıyor yine. Bakıyorum, utanıyorum yine Üsküdar’daki yalıdan. Karar ver oğlum, diyorum kendi kendime, karar ver… Karar verildi. Ölmek var, dönmek yok. Dur, acele etme oğlum. Koyalım soruları da şu masanın üstüne, Anadolu’nun yanı başına. Neyini verebilirsin? Ne verebilirsin? Her şeyimi, her şeyi… Hürriyetini, Evet! Hapisanelerde kaç yıl yatabilirsin bu uğurda… Gerekirse ömrüm boyunca… İyi ama, sen kadınları seversin, yiyip içmeyi, temiz giyinmeyi seversin. Avrupa’yı, Asya’yı, Amerika’yı, Afrika’yı dolaşabilmek için can atıyorsun. Anadolu’yu Batum’daki rokoko masanın üstünde bırakıp da Tiflis’ten Kars’a, ordan da Ankara’ya dönün mü, beş altı yıla kalmaz mebus olursun, bakan olursun, kadın, yemek, içmek, sanat, dünya… Bırak! Hapislerde gerekirse ömrüm boyunca yatabilirim…
Peki, asılmak da var, öldürülmek de, Suphi’yle arkadaşları gibi boğulmak da var, komünist olursam, diye sormadın mı kendi kendine Batum’da? Sordum? Öldürülmekten korkuyor musun? Diye sordum. Korkmuyorum, dedim. Birden, düşünmeden mi? Hayır. Önce korktuğumu anladım, sonra korkmadığımı. Sonra sakatlığa, topallığa, sağırlığa razı mısın bu uğurda? Diye sordum. Verem illetine, yürek hastalıklarına, körlüğe? Körlük mü?… Körlük… Dur, hiç düşünmemiştim kör de olunabileceğini bu uğurda. Kalktım. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Dolaştım odanın içinde… Eşyaları ellerimle yoklayarak, kapalı gözlerimin karanlığında odayı dolaştım. İki kere tökezlenip, yere kapandım, amma gözlerimi açmadım… Sonra masanın başında durdum. Gözlerimi açtım. Razıyım körlüğe de… Biraz çocukça, belki de biraz komik… Ama doğrusu bu. Ne kitaplardan, ne ağız propagandasiyle, ne de sosyal durumum yüzünden geldim geldiğim yere… Beni geldiğim yere Anadolu getirdi. Kıyısından şöyle bir üstünkörü seyrettiğim Anadolu. Yüreğim getirdi beni geldiğin yere… İşte böyle…”‘
Batum’daki sosyal ailenin kaderi A. Cevat’a yapılan hocalık teklifi ile değişir. A. Cevat’ın, Suphiler’in öldürülmesi karşısında Sovyet yönetiminin kayıtsız kaldığını Pavloviç’e yansıtan mektubu, Suphilerle ilgili ilk tepki olarak tarihi bir değer kazanırken, aynı zamanda ona KUTV‘da hocalık yolunu açacaktır. Bu ilginç sürecin hikâyesini A. Cevat yıllar sonra şöyle anlatıyor: “Şark Dergisini çıkaran Profesörle sırf literatür (yazarlık işleri) ile meşgul olduğu için aramızda bir meslek benzerliği gördüğüm bu profesöre son vakaları ve beni müşkül bir duruma atan sonuçları anlatan bir mektup yazdım; bunun üzerine, az bir zaman sonra, Safarof imzası ile aldığım bir telgrafla, Şark gençleri için açılmakta olan okulda (Kutv’da) ders vermek istersem hemen ‘ya hareket etmem teklif ediliyordu. Profesör Pavlov’un lazım gelenlerle konuşup bana böyle bir ders bulduğuna hiç şüphem yoktu.
Problem çözülmüştü. Batum’a döndüm. Moskova’ya Şevket Süreyya ile genç karısı da gitmek istediler. Beş kişilik bir seyahat olacaktı. Teskere… Pasaport lazım değildi. Bu işlere bakan yoldaşın yetkisi genişti. Benim adıma, küçük bir kağıt üzerine, beş kişilik bir yolculuk izinnamesi karaladı, Moskova’ya gidecek olan bu yoldaşlara, her nereye uğrarlarsa kolaylık ve konukluk gösterile! Dedikten sonra mührünü bastı, imzasını attı.”
Devrimin Merkezinde
Bolşevik Devrimi önderlerinden Orjenikitze’nin verdiği belge ile grubun Moskova’ya doğru tren yolculuğu başlıyor. Tarih belirsiz ama, kaynaklara göre 1922 Haziran başı olmalıdır. Vala anılarının bir yerinde “1922 ortaları”(34) diyor.
Burada çok ilginç bir durum var: Nâzım Moskova’ya doğru giderken, büyük dayısı A. Fuat Cebesoy’da Türkiye’ye dönme hazırlıkları içindeydi. Elçilik casusluk gerekçesiyle aranınca Cebesoy tepkisini görevi bırakarak göstermişti. Cebesoy’un Moskova Hatıraları’na göre 10 Mayıs 1922’de Moskova’dan ayrılıyor. 15 Mayıs’ta Bakü’ye, 20 Mayıs’ta Batum’a varıyor. Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi ülkesine dönerken, yeğeni komünizmi öğrenmeye Moskova’ya gidiyor. Ve bu durumda karşılaşmamış, görüşememiş oldukları gibi bir sonuç çıkıyor. Ancak çıkarsanan bu sonuca kuşkuyla bakmamızı gerektirecek bir mektubu var Nâzım’ın. Tarihsiz olan bu mektup, Nâzım tarafından Moskova’ya varınca ailesine gönderilmiş. İlginç olan mektubun Ali Fuat Cebesoy vasıtası ile gönderilmiş olması. “Bu mektubu size Ali Fuad Dayım vasıtasıyla gönderiyorum. Bana cevap vermek isterseniz, onun ailesi vasıtasıyla gönderebilirsiniz.”
Buradaki vasıta tabirinin görüşme anlamına gelmediği düşünülebilir, ama görüşmüş olmalarıda olasılık dahilindedir. Çünkü Nâzım mektubun başlarında havalardan da söz ediyor: “Uzun bir yolculuktan sonra nihayet Moskova’ya geldim. Güzel büyük bir şehir. Kışın sonu olduğu için, havalar nefis. Batum’dan Moskova’ya kadar yolda, hep, kaçan kışı ve yeni gelen baharı kovaladık.” Mevsimlerin geçişi için bir ihtiyat payı bırakılsa bile bu anlatımdan yola çıkarak Nâzım en geç Nisan sonlarında Moskova’ya varmış ve Cebesoy ile görüşmüştür denilebilir. Eğer görüşmüşlerse, bu görüşmenin Nâzım için pek de pozitif olmadığı tahmin edilebilir. Casusluk ithamına (bu hadise 21 Nisan 1922’de oluyor), ülkeyi terk ederek tepki veren dayı ve o ülkeye komünist eğitim almaya gelmiş yeğen. Nâzım’ın seçtiği yolda ısrarı ve kararlılığı burada da beliriyor…
Nâzım ile Vala’nın Moskova’ya öğrenime gittiği istihbarat yoluyla ülkeye de iletilmiştir. Bu çok şaşırtıcı gelecek belki ama değildir. O yıllarda Türkiye’nin Kafkasya’da çok iyi bir istihbarat ağı olduğu bilinmektedir. Kazım Karabekir’in 15 Temmuz 1922 tarihli tafsilatlı şark cephesi raporunun bir yerinde geçen şu bilgiler başka açıdan da ilginç: “Moskova Sovyetinin kararıyla Türkiye Komünist Partisi de ilga edildi. Süleyman Nuri bir arkadaşı ile beraber Almanya’ya tahsile gönderilmeye karar verildi. Tasfiyede partiden çıkarılan Vala ve Nâzım ismindeki çocuklar da tahsil için Moskova’ya gönderildi.” Partinin ilgası, Süleyman Nuri konusu ve partiden çıkarılma bilgileri, yanıltmaya yönelik karşı-istihbari bilgi olmalı.
Dokuz gün sürecek bu yolculuk boyunca Nâzım, açlığı, yoksulluğu ve sefaleti gördüğü gibi, emekçi kitlelerin iktidarı aldığını, yarına umut ve coşkuyla baktığını da görüyor. Bu yolculuk ona “Açların Gözbebekleri” isimli şiiri yazdırmıştır. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, devrimin merkezine varırlar. Moskova, iç savaşın kahramanlarıyla, devrimi sanatın kalıbına döken sanatçılarıyla, herkese ekmek, yiyecek, giyecek vermeye çalışan yöneticileriyle, sanayileşme atılımına hazırlanan önderleriyle, tam bir coşku, heyecan ve gurur kentidir.
Değişik ülke komünistlerine tahsis edilmiş Lux Otele yerleşirler ilkin. Burada çeşitli ülkelerin devrimci önderleri bulunuyordu. O sıralar Moskova’da yapılan Komintern’in 3. Kongresi için gelen çeşitli ülkelerin devrimci önderleri de bu otelde kalmaktadırlar. Aralarında Türk komünistleri de vardır. Bir süre sonra KUTV‘un hazırlık sınıfına kayıtlarını yaptırıp, Lux Otel’den ayrılarak okulun öğrencilere tahsis ettiği bir binaya yerleşirler. Okul o sıralar yaz tatilindedir. Bu nedenle Nâzım ve arkadaşları da, öğrencilerin dağıldığı ve komün hayatı yaşadığı köylerden birine giderler. Burada köylülerle beraber yaşayıp, hem spor yaptılar, hem de çalıştılar. KUTV‘da öğrenim gören Türk öğrencilerin sorumluluğu, sonradan yakın arkadaşı olacak olan Mustafa Börklüce’deydi.
KUTV (Kommunistiçeski Üniversitet Trudyaşçihsya Vostoka -Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi-), 1921 yılında asıl olarak doğulular için kurulmuştu ama, her milletten öğrencisi olan bir okuldu. Bolşevik Devrimin doğuya yönelik büyük umutlarının bir göstergesiydi bu okul: Marksist düşüncenin ve Bolşevik devrimin doğuda yayılması, ancak çok iyi eğitim almış kadrolar ile sağlanabilirdi.
Nâzım, Marksizmi bu okulda öğrendi. O zamana değin bildikleri kulaktan duyma kırpıntılardı zaten. Marksist düşüncenin genelde sanat, özelde şiir ve tiyatro alanında önüne neler açabileceğinin laboratuvarıydı bu yıllar. Zaten Moskova böyle bir arayışın tartışmalarıyla capcanlı bir merkezdi. Önceleri biraz mekanik tarzda felsefi yapıtları illüstre etme denemeleri bile yaptı. Özellikle Lenin’in, Marks’ın, Engels’in eserlerini illüstre etme çabası içindeydi. Aslolan devrimdi ve şiir ona hizmet etmeliydi. Şiir kitleleri devrime kenetlemeliydi.
Mayakovski ile de Moskova’daki ilk günlerinde tanışır. Ekber Babayev’e şöyle anlatır bu tanışmayı: “Moskova’ya gelir gelmez, Komintem delegelerinin kaldığı Lüks adlı otele yerleştim hemen. Rus arkadaşlar da vardı otelde. Şura ve Lelya adlarında iki kızkardeşle tanıştım burada. Bir gün Şura’yı görmek için odasına gittiğimde, baktım sesler taşıyor küçük odadan. Bütün seslerin arasında da çan sesi gibi görkemli bir ses hepsini bastırmakta. İçeri girdiğimde, bu görkemli sesin, iri yarı, geniş omuzlu, kafası usturalı genç bir adama ait olduğunu gördüm. Herkese sövüyormuş gibi geldi bana. Şura yoldaş beni onunla tanıştırdı. Mayakovski daha o zamandan, Ekim Devrimi’nin şairi olarak dünya çapında ün kazanmıştı. Bense kimsenin tanımadığı bir öğrenciydim. Buna karşılık hemen dost olduk onunla. Hiçbir zaman korku duymadım onun karşısında. Evi dostlarına açıkı her zaman ve ben sık sık giderdim oraya. Fakat çok zor anlıyorduk birbirimizi. O zamanlar Rusçam çok kötüydü çünkü”
Bir süre sonra, Moskova’ya gelirken Tiflis’te bıraktığı Nüzhet’in de Moskova’ya gelmesini temin ederek ‘a yazılmasını sağlar. Bir süre sonra da evlenirler. Böylece okulun evlilere tanıdığı müstakil oda imkânından da yararlanma fırsatı doğar. Ancak bu evlilik yürümeyecek, Nüzhet bir süre sonra, Nâzım’ın devrimciliğine ve dinamizmine ayak uyduramayarak Moskova’dan ve ondan ayrılacaktır. Bunun ebedi kaçış olduğu ise zamanla ortaya çıkacaktır.
Bir zamanlar Nâzım Hikmet’in Bahriye Mektebi’ne geçmesini sağlayan Cemal Paşa o sıralar Moskova’daydı. Bir gece evinde konuk ettiği bu gencin komünist olduğunu görmek onu şaşırtmıştı elbette. Şöyle ifade edecektir şaşkınlığını: “Nâzım, şayet eski vaziyetim olsaydı (…) ben seni şimdi astırır, dar ağacının altında ağlardım.”(40) Bu diyalog, Nâzım’ın Moskova’ya vardığı ilk günlerde geçmiş olmalıdır. Çünkü Cemal Paşa kısa bir süre sonra, 21 Temmuz 1922’de, Tiflis’te uğrayacağı bir suikast sonucu hayatını kaybedecektir.
Nâzım, bir süre sonra Mayakovski ile birlikte toplantılarda şiirlerini okumaya başlar. 15 Ocak 1923’de Uluslar arası Sanat Mitinginde “Yeni Sanat” isimli şiirini okur.8 Mart’ta Moskova Üniversitesi’nde Yeni Sanat ve Pantolon ve Etekliler şiirlerini okuyacak ve bu Pravda’ya haber olacak, “Genç Türk şairi, fütürist şair Nâzım Hikmet’in şiirleri, ritmiyle okuyucular üzerinde büyük etki uyandırdı,”(42) denecektir. Ayrıca, “28 Kanunisani” şiirini, öğrencileri, aynı toplantıda sahneleyecektir.
Devrimin beşinci yılında yazdığı bir şiiri ve o yılların atmosferini seneler sonra şöyle anlatmaktadır: “1922 yılıydı. Ekim Devriminin 5. yıldönümünü kutlamaya hazırlanıyorduk. Heyecandan içim içime sığmıyordu. İkide bir penyaklaşıyor, Tverskoy bulvarına bakıyordum oradan. Az sonra bulvarda coşkun gösteriler başlıyacakmış gibi geliyordu bana. ‘Avrupa’da sosyalist devrimler’, ‘Emperyalistler Asya’da ve Afrika’da denize döküldü’ haykırışlarının yükselmesini bekliyordum oradan. Ekim Devriminin 5. yıldönümünde sokaklardan bu haykırışların taşmaması olanaksız görünüyordu bana. Uzakdoğuda beyazlarla savaşın sürdüğünü biliyordum. (…)
Öğrencilerden Hindistanlı bir arkadaş, beş tane kızıl sancak dikti kulübün sahnesine. Her sancağın üstüne, tebeşirle, koskocaman bir 5 rakamı yazılmıştı. Bu beş sancağın, beş kıtayı simgelediğini düşünüyordum ben, 1, 2, 3, 4, 5 diye mırıldanmaya başladım. Beş sancakta beş tane beş… Ötekilerden daha çok sevdiğim ve daha çok övünç duyduğum şiirim böylece ortaya çıktı işte. Pencereye doğru yürüdüm ve pervaza oturdum. Öğrenciler Marks, Engels ve Lenin’in portrelerini sahneye yerleştirmektelerdi. Ben şiiri yazmaya devam ettim… Sonradan Bakû’da Kızıl Şark dergisinde yayınlandı şiirim.” Bu yıllar Avrupa’dan, özellikle de Almanya’dan ümitle devrim haberinin beklendiği yıllardır. Bu beklentinin Nâzım’ı da sarıp sarmaladığı şiirlerinden de anlaşılmaktadır. Vala şöyle anımsıyor o günleri: “Almanya’da inkılap ha patlak verdi, ha patlak veriyor diye heyecan geçirilen günlerde Nâzım bir şiir yazmıştı. Aklımda bazı parçacıkları kalmış:
Yine 1923 Almanya İnkılabını Beklerken isimli şiiri aynı duygularla yazılmıştır.
Grubun Moskova’ya yerleşmesinden kısa bir süre sonra, A. Cevat’ın Ankara’daki THİF kongresine katıldığını tespit etmek ilginç bir durumdur. Çünkü gruptan ne Nâzım Hikmet, ne Vala, ne Şevket Süreyya ve ne de Ahmet Cevat’ın kendisi, bundan söz etmektedir. Oysa bu kongre sol hareketin gelişimi açısından çok önemlidir.
Önce legal yapılması düşünülen, ancak Ankara yönetiminin izin vermemesi üzerine illegal toplanan bu kongre, Suphi’lerin katliamından sonra yapılan ilk kongredir. Ve bu kongreye Suphi çizgisi damgasını vurmuştur. Salih Hacıoğlu’nun sekreterliğe geldiği kongreye yabancı konuklar da katılmıştır. Kongrenin hemen ardmdan Hacıoğlu Salih’in başkanlığındaki bir heyet, Komintern toplantısı için yola çıkmıştır. Komintern’in 1922 Kasımındaki 4. Kongresinde Türkiye’yi, Salih Hacıoğlu başkanlığında bu heyet temsil edecektir. Nâzım, Suphi çizgisine bağlılığını hep sürdürecek olan bu yiğit adamla burada tanışmış olsa gerektir. Ahmet Cevat Emre de bu heyetle birlikte geriye, Moskova’ya dönmüş olmalıdır.
Komintern Kongresine giden heyet Moskova’ya varmadan Ankara’da yeni bir tevkifat başlar ve bütün komünistler tevkif edilir. Ahmet Cevat Emre 1922 Kasımında Moskova’da yayınlanan Kızıl Şark dergisinde bu kongreye ve tevkifata değinen “Türkiye’de Komünizm Hareketi” isimli bir yazı yazar.
1923 yılında Moskova’da Suphilerin anısına bir kitap yayınlanır. Suphi’nin makaleleri ve onun üzerine yazıların bulunduğu bu kitapta Nâzım Hikmet’in de iki şiiri yer alır: 28 Kanunisani ve On beşler İçin. Devrimin merkezinde geçirilen bu ilk üç yıl, 1924 yılı Ocak ayının 21’inde zamansız yitirilen “büyük usta”nın sanatını öğrenmekle geçecektir. Naaşı başında nöbet tuttuğu Lenin’e ve onun eserine bağlılığını hep sürdürecektir:
KUTV döneminde yazdığı şiirlerin bir kısmı, o tarihlerde TKP’nin legal yayın organı konumunda olan ve İstanbul’da basılan Aydınlık’ta yayınlanır. Bu şiirler şunlardır: Grev, Müşterek Zahmet, Aydınlık. Şair, Yayından Fırlayan Ok. Heyecanımız, Yine Bu Bahse Dair: İlim, 7 Teşrin-i Sani Şark Garp, Aydınlıkçılar, Ayağa Kalkın Efendiler, Resm-i Geçit, Ustamızın Ölümü, Kitabe, Komsomol.Aydınlık’ta şiir dışında araştırma yazıları da çıkar Nâzım’ın: Türkiye’de Amele Sınıfı ve Amele Meselesi, Diyalektik Materyalizme Küçük Bir Methal, Yeni Resim ve Yeni Bir Ressam, Ertuğrul Muhsin.
İlginç saptamalar içeren bu yazılardan biri olan ve Aydınlık’ın Eylül 1924 sayısında yer alan “Türkiye’de Amele Sınıfı ve Amele Meselesi” adlı yazısında, amele sınıfının şu anda sayıca az ve bilinçten yoksun oluşunun, bu sınıfın rolünü azaltmayacağı işlendikten sonra, bu sınıfın ülkenin geleceğini belirleyeceği vurgulanmaktadır. Nâzım Hikmet yazısında amele sınıfını, yerli sermaye, yabancı sermaye ve hükümet bağlamında ele alarak, doğru değerlendirmeler yapıyor. Yazıda en ilginç nokta, Chester Projesi’nden vazgeçilmesinin, amele hareketlerinden korku olarak yorumlanmasıdır. Bilindiği gibi bu proje, demiryolu yapımı ve etrafındaki geniş bir alanın yer altı zenginliklerinin işletilmesi hakkını yabancılara verilmesini kapsıyordu. Proje Türk Hükümeti tarafından onaylanmasına rağmen proje sahiplerinin vazgeçmesi üzerine gerçekleşemeyecektir.
Artık Nâzım için, çok açıkça ifade edilmese de beklenen bir gün vardı ve o gün çok gecikmeden gelip çatacaktı. KUTV’da okuyan gençler, belli aralıklarla, doğru dürüst veda bile etmeden ortalıktan çekiliyorlardı. Nâzım bunların ülkelerine, devrimci mücadeleye katılmaya gittiklerini biliyordu. Bir gün sıranın kendisine geleceğini de. Sovyetler Birliği’ne geleli üç yıl olmuştu. Bunun iki yılı KUTV’da öğrenimle geçmişti. A. Cevat ve Şevket Süreyya da ülkeye önmüştü. İşte şimdi Nâzım da ülkeye, hem de kongreye katılmak üzere gidiyordu. “(…) bir hafta, on gün sonra, Kerim’le yolcuyuz. Ver elini İstanbul. Ama Çinliler gibi, Sİ-YA-U’lar gibi helallaşma toplantısı yapmayacağız. Şartlar başka. Memlekete girdikten sonra duyulması gerekiyor geldiğimizin.”
Vala, bu gidişin birdenbire olduğunu söyler anılarında. Öyle anlaşılıyor ki, Nâzım Hikmet, partiyle olan ilişkilerini Vala’dan ayrı yürütüyordu. Vala’nın orada kalması, Nâzım Hikmet’in ondan ayrı bir pozisyonunu da ortaya çıkarmaktadır. Sovyetler’de geçen bu üç yılın genel bir değerlendirmesi şöyle yapılabilir. Moskova, muzaffer devrimin merkeziydi ve yeni bir toplum yaratılıyordu. O böyle bir sürecin havasını çekti ciğerlerine. Nâzım Hikmet bu anlamda Ekim Devrimi’nin de ürünüdür. Marksist düşünceyi ve ona Bolşevik Devrim’in katkısını KUTV’da öğrenmiş, tiyatro ve şiirde yapacağı atılımların altyapısını bu devrim yıllarında döşemiştir. Devrim çoşkusunun en çok sanatsal alanda yaşandığı bu tarihlerde Moskova’nın sanatsal arayışlara uygun atmosferi içinde, Fütürizm, konstrüktivizm vb. akımlarına göre deneme şiirleri yazmıştır.
KUTV ve Moskova, komünistler ve örgütleri ile organik ilişkinin zemini demektir. Nâzım’da da bu süreçte örgütlülük ve partililik bilinci oluşmuştur.
Parti Kongresi için Türkiye’ye
Bir Sovyet gemisiyle İstanbul’a gelen Nâzım, denizcilerle birlikte gemiden ayrılıp doğru ailesinin yanına gider.(48) 1920 yılının son günlerinde haber vermeden ayrıldığı ailesine ve İstanbul’a, yaklaşık dört sene sonra dönmüştür. Milli mücadeleye katılmak için yola çıkan genç Nâzım şimdi bir devrimci olarak karşılarındadır. 1923 Ekiminde yurda dönen Nüzhet’in, geçen sürede ailesi ile ilişkilerinin koptuğunu öğrenir. Aile gelinlerinin bu evliliği sürdürmeyi düşündüğünü ıklarını söylerler Nâzım’a. Nüzhet’i bulup konuştuğunda, onun bu çetin hayata katlanamayacağını ifade etmesi Nâzım’ı sarsar. Nüzhet bir süre sonra başka biriyle evlenir. Nâzım 1930 yılında Nüzhet ile yeniden karşılaşacak ve bu karşılaşmanın ardından, o ünlü “Mavi Gözlü Dev” şiirini yazacaktır.
Nâzım Hikmet, 1924 yılı sonlarına doğru Sovyetler Birliği’nden illegal olarak Türkiye’ye gelirken bir görev almış mıydı? Yani bireysel mi hareket ediyordu yoksa organik mi? Sovyetler Birliği’ne beraber gittiği ve KUTV’da beraber okuduğu arkadaşı Va-Nu, onun birden bire ülkeye gitmeye karar verdiğini yazıyor anılarında. Yine, Nâzım’ın davalarını siyasi boyutları ile ciddi şekilde inceleyen Atilla Coşkun, Aydınlık’ta çalışmak için ülkeye geldiğini yazıyor.
Nâzım Türkiye’ye geldikten sonra Aydınlık’ta aktif olarak çalışmaya başlamıştır. Partinin onu Aydınlık’ta konumlandırdığı görülmektedir. Aydınlık gazetesinin bürosunda hem fiili olarak çalışmış hem de sokaklarda gazete dağıtmıştır. Romantika’da böyle bir sahne vardır: “İstanbul’da köprünün üstündeyiz. Hava kapalı. Yağmur yağdı yağacak. Moskova’dan Kerim’le beraber döndük. Orak Çekiç gazetesinin ilk sayısını satıyoruz. Ayrı ayrı yerlerde satacaktık, ben köprüde, Kerim Kasımpaşa’da, havuzların orada. (…) Ben o gün Köprüde 45 Orak Çekiç sattım, Kerim Kasımpaşa’da 225 tane satmış.”
Fakat bu iki yazarın, Va-Nu ve A. Coşkun, gözden kaçırdıkları ya da ihmal etme gereği duydukları başka ve önemli bir faktör daha vardır: Toplanacak olan TKP Kongresi. Nâzım Hikmet asıl olarak bu kongreye katılmak ve bununla bağlantılı olarak siyasal faaliyet yürütmek için ülkeye gelmiştir. Topçuoğlu, Ali Rıza Keskin’in anlatımlarına dayanarak Üçüncü Kongrenin (Bakü birinci, Ankara ikinci, İstanbul üçürcü Kongre olarak kabul edilebilir) hazırlıklarının Moskova’da başladığını ve bir takvime bağlandığını aktarıyor. “Yaptığımız andlaşmaya göre, en az bir sene okulda (Şark Üniversitesi’nde) okumuş ve biraz bilinçlenmiş kimseler, ard arda 5 ay içinde Türkiye’ye gönderileceklerdi. En son olarak da Mustafa Börklüce ve ben, Türkiye ye gelerek TKP’nin 2. Kongresini toplayacak ve yeni Merkez Komitesiy’le, Parti Genel Sekreterlerini seçecek ve programını da düzenleyip Komintern’e gönderecek ve kaydını yenileyecektik. Bu karara dayanarak, okuldakileri birer birer göndermeye başladık. Şevket Süreyya ve Eşi, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nurettin, Hamdi Alev (Şamilov), Kâzım Kip (Vanlı Kâzım), Lâz İsmail (Mara), Hüsamettin Özdoğu (Aziz), daha sonra Mustafa Börklüce ve arkalarından da ben İstanbul’a geldik. Gelenlerin çoğu Aydınlık Dergisin’de vazife almış ve 2. Kongre hazırlıklarına girişilmişti.” Topçuoğlu bir yerde “Mustafa Börklüce ve Ali Rıza Keskin de; 1924 senesi sonlarına doğru Türkiye’ye gelerek 1925’de TKP İkinci Kongresini toplamış…” demektedir.Burada ilginç olan nokta şudur: Nâzım da aynı zamanda ülkeye geçtiğine göre, acaba birlikte mi geliyorlar?
1925 başlarında İstanbul’da illegal olarak toplanan bu kongre, hem TKP açısından hem de Nâzım Hikmet’in siyasi geleceği açısından önemli olduğu için, üzerinde ayrıntılı olarak durmamızı gerektiriyor.
Bilindiği gibi, TKP’nin aynı zamanda kuruluş kongresi olan Birinci Kongresi, 10 Eylül 1920’de Bakü’de toplanmıştır. Mustafa Suphi’nin genel başkanlığa, Ethem Nejat’ın genel sekreterliğe seçildikleri bu kongrede, TKP emperyalizme karşı savaşmak için bütün güçleriyle Anadolu’ya geçmeye karar vermiştir. 1920 sonlarında Bakü’den ayrılan, TKP’nin önder kadrolarının da içinde olduğu kafile, 1921 başlarında Ankara Hükümetinin provokatif organizasyonu ile Trabzon açıklarında katledilmiştir.
TKP’nin bu katliamdan sonra ilk toparlanma girişimi, 1922 yılında Ankara’da yarı legal biçimde toplanan İkinci Kongre ile sağlanmaya çalışılmıştır. Fakat bu girişime İstanbul Grubu uzak durduğu için kongre toparlayıcı olamamıştır. Şefik Hüsnü yönetimindeki İstanbul grubu ile Suphi çizgisindeki Anadolu grubunun ilk çatışması burada olmuştur. Gerçi, Şefik Hüsnü Birinci kongreye de gidebilecek konumdayken katılmayarak bir tür tavrı o zaman da koymuştur.
Nâzım Hikmet bu iki kongrede de hem yaşı hem de formasyonu gereği bulunamamıştır. Fakat onun her iki kongrenin temsilcileriyle de teması olmuştur. Kafkasya’ya geçtiğinde tanıştığı Ahmet Cevat, Suphi’nin Harici Büro’da bıraktığı kişilerdendir ve Nâzım Hikmet onunla çok yakın ilişki içinde olmuştur. İkinci kongre sırasında ise Moskova’dadır. Ancak ikinci kongrenin Komintern kongresine gönderdiği temsilcilerle burada tanışmış ve olup bitenlerden haberdar olmuştur.
1925 başlarında, üçüncü kongre toplandığında, TKP ve Nâzım Hikmet böyle bir siyasi atmosfer içindeydi. Acaba üçüncü kongrede TKP’nin kuruluş kongresinde bulunmuş delegeler var mıydı? İbrahim Topçuoğlu’nun yazdıklarına göre birinci kongreden gelen beş kişi vardır. Ancak bunlardan Şefik Hüsnü, Salih Hacıoğlu ve Sadrettin Celal’in bu kongrede bulunduklarına dair hiçbir bilgi yoktur; tersine katılmadıklarına dair vardır. Topçuoğlu’nun, bu kongreye katılanlardan Ali Rıza Keskin ve Mustafa Börklüce’nin birinci kongreye de katıldıklarına dair söyledikleri ise doğru görünmektedir.(52) Topçuoğlu’nun birinci kongrede bulunanlar arasında saymadığı Şevket Süreyya, Suyu Arayan Adam isimli anılarında kongrede bulunduğunu yazmaktadır. Bütün bu tartışmalar ancak birinci kongreye katılan delegelerin isimlerini içeren belgeler ortaya çıktığında kesinlik kazanabilecektir.
Üçüncü kongreye ikinci kongreden Hacıoğlu Salih katılmıştır. Birinci ve ikinci kongreden, üçüncü kongreye katılan kadrolara baktığımızda, bu durum bir tasfiyenin ipuçlarını vermektedir. Yine de. üçüncü kongreye katılan Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Şevket Süreyya, Sadrettin Celal, Vedat Nedim gibi isimler, ülkenin gelecekteki siyasal yaşamında adını sıkça duyacağımız genç simalardır.
Mevcut bilgilere göre 1925 başında toplanan üçüncü kongreye toplam 21 delege katılmıştır. Kongre Şefik Hüsnü’nün Akaretler’deki evinde dışarıya iki gözcü bırakılarak başlamıştır. Başlangıçta Suphiler için bir dakika saygı duruşu da yapılmıştır. Katılanların hepsi partinin merkez komitesi olarak kabul edilmiştir. Bu 21 kişilik merkez komite içinden sekreterinin Vedat Nedim Tör olduğu 7 kişilik bir icra komitesi seçilirken, partinin başına da Şefik Hüsnü geçmiştir. Kongrenin tutanakları ve Komintern belgeleri henüz kamuoyuna açıklanmadığı için, yapılan tartışmalardan bilgi sahibi değiliz. Anılara dayanan bir çalışmaya göre Salih Hacıoğlu Ş. Hüsnü’yü, Suphilerin katliamına ve Ankaralı komünistlerin çabalarına kayıtsız kalmış olmakla eleştirmiştir. Yalnız bu kongre toplanmadan önce, Komintern’in 1924 yaz aylarındaki beşinci kongresinde, Ukrayna delegesi Manuilski, ‘yi uzlaşmacı ve pasifist olmakla suçlamıştı. 30 Haziran 1924 tarihinde yapılan bu eleştiriler şöyleydi: “İkinci Kongrede genç Komünist kesimlerin, iktidar yolunda yürüyen burjuvazinin önderliği altındaki ulusal kurtuluş hareketleri karşısında alacakları tutumu belirledik. Fakat o zamandan beri, Doğu ülkelerinde yeni bir durumla karşılaştık: iktidarı ele geçirmiş olan ulusal burjuvazilere karşı ne yapacağız? (…) Türkiye’de Kemal Paşa’nın yabancı ordulara karşı verdiği bir dizi devrimci savaştan sonra, genç Türk burjuvazisi aşağıdan yükselen devrimci bir dalganın üstüne iktidara geldi…
“Bununla birlikte, durumun apaçıklığına karşın, Türk yoldaşlarımız ciddi taktik hataları işlemişlerdir. Örneğin, TKP’nin yayın organı olan Aydınlık’ta, Komünist Partisini yabancı kapitalizme karşı ulusal kapitalizmin gelişmesini desteklemeye çeğıran bazı makaleler çıktı. Bu noktada, Türk şlarımız arasında, bir zamanlar Rusya’da Bay Struve’nin savunduğu (işçi sınıfı Rusya’da kapitalizmin gelişmesini desteklemeli, diyen) ‘Yasal Marksizm’ görüşünde açık anlamını bulan bir eğilim görüyoruz. Onun gibi, Türk yoldaşlarımızdan bazıları da, önceleri, ülkelerindeki üretici güçlerin gelişmesinin çıkarlarını, kapitalizmin gelişmesinin çıkarlarıyla karıştırmak yönsemesinde göründüler. Türk yoldaşlarımız yanlışlarına işaret edildikten sonra, bunu düzeltmiş olmakla birlikte, yine de biz, Komünist Enternasyonal’in öteki genç kesimlerinde buna benzer eğilimlerin başgöstermesini önlemek için genel bir yönerge çıkarmalıyız…” Bu eleştirilerin, ‘nin üçüncü kongresinde tartışma konusu olduğu kesindir.
Şefik Hüsnü’nün ‘nin başına geçmesinden sonra parti, Mustafa Suphi’nin çizgisinden giderek uzaklaşmaya başlamıştır. 1925 başlarında tuttuğu notlardan Şefik Hüsnü’nün Suphi çizgisini mahkum ettiği açıkça belli olmaktadır. Suphi ve yoldaşlarının Anadolu’ya geçişlerini “akıl almaz ihtiyatsızlık” olarak değerlendirmektedir. Suphi kişilik olarak kariyerist, küçük burjuva ve entelektüel birikimden yoksun olarak tarif edilmektedir.
Şefik Hüsnü’nün bu değerlendirmeleri o tarihte değilse bile, birkaç yıl sonra bir muhalefetin ortaya çıkışını doğuracaktır. Bunu ilerleyen bölümlerde göreceğiz.
Üçüncü kongrenin ardından , aldığı kararlar doğrultusunda siyasi faaliyetlerini sürdürmeye devam ediyor. Nâzım Hikmet, Aydınlık ve 21 Ocak’tan itibaren yayımlanmaya başlayan haftalık Orak Çekiç gazetesinde istihdam ediliyor. Bir kaynak, şairin işçi çalışması yaptığını da iddia ediyor. Buna göre Nâzım Hikmet, Şevket Süreyya ve Elektrikçi Nuri Ayvansaray bölgesinde Amele Teali Cemiyetinin bir şubesini açmışlar, işçilere Orak-Çekiç gazetesi dağıtmışlar ve bir grev örgütlemişlerdir.”
Fakat o tarihlerde ortaya çıkan Şeyh Sait ayaklanması, ‘nin bütün bu faaliyetlerini sonuçsuz bırakacaktır. Şeyh Sait ayaklanmasını bastırmak için 5 Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükun kanununu çıkaran hükümet, yalnızca Kürt ve İslamcı hareketleri değil komünist hareketleri de tasfiyeye yönelir. Oysa Şeyh Sait olayları başlayınca hükümeti destekler bir tutum takınmıştır. Nâzım Romantika’da olayları şöyle yorumlamaktadır: “Bizim burjuvazinin Anayasa filân taktığı var mı? Kürt diye bir biz yazdık. Kürt beylerinin, şeyhlerinin toprağını kürt köylüsüne hemen dağıtmalı, dedik. Bu işte İngilizlerin, halifecilerin parmağı varsa, bu parmak kökünden ancak böyle kesilir, dedik. Kürt halkıyla Türk halkının arasına kan girmemeli, dedik. Dedik oğlu dedik. Dedik te ne oldu?”
Nâzım, Kamuran Ali Bedirhan’a yazdığı mektupta da benzer görüşleri savunmuştur. “Anadolu’da yaşayan Türklerle Kürtlerin arasına nifak sokmak isteyen gerici, sömürücü, karanlık kuvvetler, emperyalizmle elele vererek halklarımızı daha kolayca ezmek istiyorlar. Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa insanca yaşamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlere, şehir ve köy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve milli haklarını inkar edenlere, halkları birbirine düşürüp sırtlarından rahatça geçinenlere, emperyalizmin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni milli kurtuluş savaşının zaferi Kürt ve Türk halklarının elbirliğiyle kazanılır.”‘Bu baskı döneminde ilk kapatılan yayınlar arasında Aydınlık ve Orak-Çekiç de yer alacaktır.
1925 Tevkifatı
Nâzım Hikmet tevkifat başlamadan önce parti görevi gereği İzmir’e gitmişti. Görevi parti kadrolarına eğitim vermek ve yayın konusundaki imkânları araştırmaktı. İzmir Vilayet Komitesi ile çalışmalara başladı hemen. Ancak, kısa bir süre sonra, İstanbul’da Amele Teali Cemiyeti üyeleri ile Aydınlık ve Orak-Çekiç çevresinden partililerin gözaltına alıış haberleri basına yansıdı. 13 Mayıs’ta başlayan gözaltılar Haziran başlarına değin sürecektir.
Nâzım, kendisinin de arananlar arasında olduğunu öğrenince, Tevkifatın İzmir’e ve kendisine ulaşmak üzere olduğunu düşünerek, yer değiştirerek gizlenmeye başlar. Bir süre Şimendifer İşçiler Cemiyeti İkinci Başkanının evinde kalır. Polisin onun İzmir’de olduğunu öğrenmesiyle mekan değiştirir. O günlerini yıllar sonra şöyle anımsayacaktır: “Karanlık, dar bir kaban’da yaşamak zorundaydım o zaman. (Bizde kulübeyi böyle adlandırırlar.) Ağır tahta bir kapısı olan küçük, taştan, penceresiz ve ışıksız bir evcikti bu. Geceleri özgürlüğe çıkar, karanlık yollardan, gizlice, yeraltı, toplantılarına giderdim. Sonra yeniden kabana döner, ertesi geceye kadar otururdum orada. Böylece bu gözgözü görmez karanlıkta yaşadım birkaç ay. Parasızlıktan, gaz lambası kullanmak olanağı yoktu. Sadece bir aralıktan sızan, ipince, kibrit çöpü inceliğinde bir gün ışığı, duvarların arkasında güneş, ışık ve gökyüzü olduğunu anımsatırdı.”
Nâzım Hikmet, Romantika’da, İzmir günlerine özel bir yer ayırmıştır. Gizlendiği kulübe, yer altı matbaası için çukur açma, köpek tarafından ısırılınca kuduz olma korkusu, romanesk bir tarzda verilir. Nâzım’ın romanda anlattığı yer altı matbaası birçok çalışmada gerçekmiş gibi nakledilmiştir. Oysa bunu doğrulayacak olgular yoktur. A. Nesimi de aksi görüştedir. “Nâzım Hikmet’in ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ adlı otobiyografisinde söz konusu ettiği gizli matbaa bir hayal ürünüdür; onun matbaa dediği şey, bir gizli mürettiphane, bir baskı makinesi falan değildir, şapirograftır.”(59) Güneşi İçenlerin Türküsü, bu yer altı İzmir günlerinde yazılmıştır.
1925 Tevkifatının bu zor koşullarında Nâzım’ın ailesine yazdığı bir mektup, hem ağır baskıyı, hem de parasız kaldığını yansıtıyor: “Sizden büyük bir ricam var: Mutlaka kardeşim Samuş’u görünüz ve kendisine babamın bana gönderdiği paranın bugüne kadar, yani Haziranın 9’una kadar gelmediğini söyleyiniz. Bir de Temmuzun birinde, şimdiye kadar mektup gönderdiğiniz efendi başka bir yere gidiyor. Binaenaleyh bir Temmuza kadar mektup gönderebilirsiniz. Fakat ondan sonra size vereceğim başka bir adrese mektup yollarsınız. Bütün bunları Samuş’a söyleyiniz. Ve bir de rica edeceğim, bana göndereceğiniz mektupta öyle şatafatlı bir surette ismimi filan yazmasınlar. Sadece ‘kardeşim veya oğlum’ hitabı kâfi. Şatafatlı isme hacet yok. Bunu bilhassa Cavidan Hanım’a söyleyiniz.”
9 Haziran’da yazıldığı anlaşılan bu mektupta kaldığı yere dair isim, adres vermeyişi dikkat çekicidir. Bu tarih, firar eden Şefik Hüsnü ve Ediz dışında polisin aradığı herkesi yakaladığı zamana denk düşmektedir. Bu yazışmalardan polisin bir süre sonra haberi olacak ve İstanbul’daki evleri basılacaktır. Ailesi Nâzım’m adresini vermeyecek ve babası polislerden dayak bile yiyecektir. Bu yazışmalardan yola çıkarak Nâzım’ın Nisan-Mayıs-Haziran aylarında İzmir’de olduğunu tespit edebiliriz. İzmir’de de aramalar yoğunlaştırılınca Nâzım buradan ayrılmaya karar veriyor. Sahte bir kimlik ile İstanbul’a geliyor. O ayrıldıktan iki gün sonra, 31 Ağustos 1925’de Giritli Mehmet Ali ve Cazım Aktimur gözaltına alınıyor.
Nâzım, annesi Celile Hanımın yaptığı makyaj ile bir tayfa gibi Moda açıklarında bekleyen bir takaya, oradan da bir gemiye binerek, yakalanmadan İstanbul’dan ayrılıyor. Bu arada tevkif edilenler, aralarında S. Celal, Ş. Süreyya ve Hikmet Kıvılcımlı da olmak üzere, İstiklal mahkemesinde yargılanmak üzere Ankara’ya götürülürler. 9 Ağustos’ta başlayan ve Nâzım’ın da gıyabında yargılandığı dava 12 Ağustos’ta sonuçlanır. Nâzım Hikmet 1925 tevkifatı davasında, 12 Ağustos’ta verilen karar ile, gıyabında 15 yıl ceza alır. Bu. onun aldığı ilk hapis cezasıdır ve bu davanın en yüksek cezasını alan üç kişiden biridir. Kongrenin ardından yaşanan 1925 tevkifatı ile, partinin kadrolarının bir bölümü cezaevine girerken, bir bölümü de yurtdışına çıkmıştır.
Firar Yılları
“Nâzım, seneyi doldurmadan, bir gün, Udelnaya’daki ormanda karımla ve beyaz tavşanımla beraber oturduğum yontulmamış odunlardan yapılma evime, ağaçlar arasından çıkageldi. Müstahsil olmağa çabalarken Türkiye’de gıyaben 10 yıla mahkum edilmiş. Kafası hiç de bununla meşgul değildi yolda gelirken yazdığı meşhur, ‘Güneşi İçenlerin Türküsü’nü sıcağı sıcağına bana onaylatmaya çabalıyordu.”
Vanu anılarında, Nâzım’ın 25 Tevkifatından etkilenmeden geri dönüşünü böyle anlatıyor. Nâzım’ın kafasını takmadığı cezası 10 değil, 15 yıldır ancak bir yılını doldurmadan geriye döndüğü doğrudur. R. Fish ise şunları yazıyor bu olay için: “1926 senesinde Nâzım Moskova’ya geldiğinde, az çok tecrübe sahibi sayılırdı. İzmir’de gizli bir matbaa kurmaya teşebbüs etmiş, bu teşebbüs bozguna uğramış ve Nâzım gıyaben dokuz sene hapse mahkum olmuştu. Fakat bu cezayı çekmeğe hiç de niyeti yoktu. (…) Vatanında geçirmiş olduğu bu on dört ay içinde…”Maalesef Fish’in de yazdıklarının çoğunun gerçeklerle ilgisi yoktur. 1926 senesinde geri geldiği, matbaa işinin bozguna uğradığı, dokuz yıl hapis cezası aldığı ve vatanında 14 ay geçirdiği, en hafif deyimle, yanlıştır. Herkes Türkiye’den ayrılma zamanı ile ilgili değişik bir tarih vermektedir. Mesela M. Fuat, Haziran sonu, diyor. Bizce Eylül’ün ilk haftası olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü 31 Ağustos’ta İzmir tevkifatından iki gün önce oradan ayrılarak kurtulduğuna göre ve İstanbul’da da çok kalamayacağı düşünülürse, bu tahmin gerçekçi görünmektedir. Dolayısıyla ülkesinde yaklaşık 10 ay kalmış görünmektedir. Aldığı ceza ise gıyabında 15 yıldır.
Burada yeri gelmişken bu türden değişik anlatımlara değinmekte yarar var. Nâzım üzerine yapılmış olan çalışmaların hemen hepsi, bu tür yalan-yanlış bilgilerle doludur. Aktarmalarda gösterilen dikkatsizlik, bilgilerin doğruluğunu test etme gereği duymayış, tutarlılık noksanlığı ve ele alınan konuya gereken hassasiyeti göstermeyiş, bu hataların sebepleri arasındadır. On yıllık bir araştırmanın ürünü olduğu yazarlarınca belirtilen Romantik Komünist çalışmasında bile, böylesi onlarca yanlış ve hata vardır. Nâzım bunları görebilseydi, yine “(…) benimle ilgili yazılanlarda o kadar çok uydurma şey var ki, ve bunları okuduğumda öyle öfkeleniyorum ki, içimden hatta gidip pataklamak geliyor ahmağı. İnsanlar ne diye yazarlar bilmedikleri şeyi!” diyecekti hiç kuşkusuz.
Nâzım’m bu ikinci Sovyetler Birliği dönemi, birincisi gibi yaklaşık üç yıl sürecektir. Şimdi bu üç yıl içinde siyasal, sanatsal faaliyetlerine daha yakından bakalım. Bu dönemde sanatsal alanda tiyatro ağırlıklı bir çalışma yürütür. Nâzım’ın bu çalışmaları Nikolai Ekk ile yeniden buluşmasıyla başlar. Birlikte, kısaltılmış adı METLA olan Moskova Leninci Tek Tiyatro Arteli’ni kurarlar. Genellikle Nâzım’ın yazdığı oyunlar gösterime başlar bu tiyatroda. Tiyatroda rol almak isteyen oyuncuların aktörlük imtihanını Ekk, politik sınavını Nâzım yapar.
O yıllarını şöyle hatırlıyor: “Sovyet tiyatrolarının etkisi şiirimin üstünde Sovyet şiirinin etkisinden büyüktür. Burada tiyatro derken dram yazarlığını değil, rejiyi, artisti, ressamı göz önünde tutuyorum. Bu etkiyi ayrı ayrı örnekler vererek gösterebilirim ama, benden başka kimseyi ilgilendirmiyeceği için vazgeçiyorum. O zamanlardaki Moskova tiyatroları bende, aramak, incelemek, derinlere inmek, abstıraksiyonlar, ve genelleştirmeler yapabilmek ihtiyacını doğurdu. Hem yalnız sanatta değil. Böylelikle ideolojik gelişmeme yardım etliler. KUTV’de aldığım ve beni adam eden Marksizm derso zamanki Sovyet Tiyatrolarının projektörleri altında da okudum.”
Nâzım Hikmet bu dönemde de şiirsel arayışını çeşitli çalışmalarıyla sürdürmüştür. Marksist felsefeyi şiirin içinde sunma girişimlerini Berkeley, Empiriokritisizm, Yum ve Moskova’da Herakliti Düşünürken çalışmalarında görmek mümkündür. Nâzım Sovyetler’e geldikten bir süre sonra Vala, karısını ve çocuğunu orada bırakıp, birdenbire Türkiye’ye dönecektir. Bu esrarengiz ve ani kararın sonuçları pek iç açıcı olmayacaktır. “Sovyetler Birliği’nden İstanbul’a dönen Vala Nureddin ise bir süre annesinin evine kapanmış, Nâzım’ın başına gelenleri yaşamamak için, solcularla ilişki kurmaktan özenle kaçınmıştı.”
Nâzım Sovyetler’deki bu ikinci döneminde sanatsal çalışmalarının yanı sıra siyasi faaliyetlerini de sürdürmüştür. Bir kaynakta şu bilgiler var: “1925 yılı tevkifatının başlaması üzerine Kırım yoluyla Avrupa’ya kaçmış olan Dr. Şefik Hüsnü, Nâzım Hikmet, Hasan Ali Ediz, Ali Cevdet Almanya’daTKP’nin dış bürosunu teşkil ettiler.” Nâzım’ın içinde olduğu böyle bir Dış Büro’nun varlığı başka kaynaklarca da teyid edilmesine karşın, bunun Almanya’da olduğu bilgisi doğru görünmemektedir. Dış Büro’da Nâzım’a KUTV ile ilgili görevler verilmiştir. Üniversitede okuyan öğrencilerle ilgilenme, yardımcı öğretmen olarak ders verme, konferanslar düzenleme sorumlulukları arasındadır.
Viyana Konferansı
1925Tevkifatı, kongrede alınan kararları ve parti politikasını uygulanamaz kılmıştı. Bu durum üzerine Türkiye’de tevkifat dışı kalmış yöneticilerle yurt dışındaki kadrolar, 1926 Mayıs’ında Viyana’da bir konferans toplamıştır. Komintem temsilcisinin gözlemci olarak bulunduğu bu konferansa Nâzım Hikmet, Şefik Hüsnü, Ali Cevdet, Hasan Ali Ediz, Vedat Nedim, Hamdi Şamilof, Faik Usta ve BayMehmet katılmıştır. Topçuoğlu bunlara ek olarak Mustafa Börklüce, Vanlı Kazım, Salih Hacıoğlu, Ali Rıza Keskin, İsmail Bilen ve Hüsamettin Özdoğu’nun isimlerini veriyorsa da, başka kaynaklar bu isimleri teyid etmemektedir.(71) Toplantı tutanakları yayınlanmadığı için katılanlar ve konuşmalar daha çok tanıklıklara göre verilmektedir.
Tarihçi Edward H. Carr bu konferans ile ilgili şunları yazmaktadır: “1926 yılına gelindiğinde, TKP Kemal’in demir ökçesi altında ezilerek yeraltına itilmişti. Sürgündeki bir avuç Türk Komünisti Moskova’da Komintern’in himayesi altında yaşıyordu ve muhtemelen bunlar, 1926 Mayısında toplanan bir parti konferansında delege olmuşlardı. Konferansta, Türkiye’deki parti merkez komitesinin, Kemal’in rejimi karşısında ‘edilgen’ ya da bu rejimi hoşgören bir tutum takınıldığı anlamında, ‘bazı Menşevik-tasfıyeci sapmalar’a’ düştüğü kaydedilmişti.
Konferans, bu tavrı düzeltmeye çalışmış ve bir faaliyet programı (taslağı) hazırlamıştır. Fakat eski merkez komitesinin karşı koyuşunun üstesinden gelmek için Komintern’in işe karışması gerekmiştir. (…) Viyana’da parti merkez komitesinin bir ‘dış büro’su kurulmuştu ve bu büro, Türkiye’deki yasadışı gruplarla temaslar sürdürmekteydi. Fakat parti tam bir dağınıklık halinde bulunuyordu. Edilgenlik suçlamasından kurtularak yeni köktenci çizgiyi izleyenler, ‘bireysel kahramanlığı abartma tavrına düştüler ve Kemalist sendikalar içinde çalışmayı reddetmeye başladılar’ ve hemen proletarya diktatörlüğü kurulmasını talep etmekle, ‘anarşist yanlışlar ve eğilimler’den, ‘sekterlik’ten suçlu oldular.’” Carr’ ın bu son tespiti Ali Cevdet’in 1928’de Komintern’de yaptığı konuşmada da aynen geçmektedir. Cevdet’in bu konuşmasının Carr tarafından 1926 ve öncesine pıojekte edildiğini görmek oldukça ilginçtir.
Ayrıca, yalnızca yurtdışı kadroların katıldığı konferans nitelemesi yanlıştır. Toplantıya katılanlardan Vedat Nedim, Şamilof, Faik Usta ve Baytar Mehmet Türkiye’den gitmişlerdir. Menşevik sapma tespiti ile bu tespite mevcut Merkez Komitenin direnmiş olduğu doğru görünmektedir. Nitekim, İ. Bilen, Nâzım’ın toplantıda Menşeviklere karşı Leninci ilkeleri savunduğunu belirtmektedir. “Bir kez. 1926’da Viyana’da partinin konferansı toplandı. Bu konferansta: Nâzım Hikmet, Baytar Mehmet, Hamdi Şamil, Faik usta ve Şefik Hüsnü’yle yamağı Vedat Nedim Tör vardı.
Konferans çatışmalı oldu. İki birbirine aykırı görüş, akım karşı karşıya geldi. Nâzımlar Leninci ilkeleri savundular. (…) Ş. Hüsnü, konferansta oportünistliğini açıkça ortaya koydu. (…) Adamın elinde iler tutar tarafı olan bir belge yoktu. Ne yaptı. Her şeye: ‘Evet’, ‘olur’ dedi. Ve Vedat Nedim Tör’ü sekreter yaptı. Vedat Nedim, 1927 tutuklamasında bir polis gibi davrandı. Bildiği her şeyi, örgütleri ele verdi. Provokatörlüğünü gösterdi.”
Bu konferansta Ş. Hüsnü ve Vedat Nedim’in, ağır eleştirilere rağmen alternatifleri de çıkmamıştır. Yalnızca Türkiye’ye takviye kadrolar gönderilmesi karara bağlanır. Konferansa Şefik Hüsnü-Vedat Nedim çizgisinin hakim olduğu ve bu ikiliden Vedat Nedim’in bir süre sonra ihbarcılığı seçeceği göz önünde bulundurulursa, konferans işlevi açısından başarısız olmuştur.
Aslında Viyana Konferansının çözümsüz kalmasının asıl nedeni hesaplaşmanın yakında toplanması kararlaştırılan kongreye bırakılmış olmasından kaynaklanıyordu. Nâzım’ın da içinde olduğu Suphistlerin muhalefet başlatacağı Bilen ve Börküce dışında kaynaklarca da teyid edilmektedir. Özellikle parti arşivlerinden aktarma yapan Romantik Komünist yazarları da Nâzım’ın muhalif pozisyonunu doğruluyor.(75) Diğer taraftan bu dönemde Nâzım ile Ş. Hüsnü’nün ilişkilerinin günlük yaşamlarına yansıyacak ölçüde gerginleştiği de o sıralar ‘da öğrenci olan Mehmet Özden Asil tarafından aktarılmaktadır.
1927 Tevkifatı
“Beyannâmelerin Merkez Komitesi malûmâtı dışında, Şefik Hüsnü tarafından şahsen dağıttırılması üzerine, zabıtanın ciddiyet ve ehemniyetle mes’eleye el koyduğunu sezen Vedad Nedim, tanıdığı siyasî kısım baş memurlarından Şinasi Bey vasıtasiyle komünist arkadaşları hakkında ifşaatta bulunacağını Emniyet’e bildirmiştir.
“Şinasi Bey’in raporu üzerine celbedilen Vedad Nedim, Komünist Fırkasfna girişini ve fırkanın şimdiye kadar geçirdiği safhaları, Merkez Komitesi âzâlarının kimlerden ibaret bulunduğunu bir bir ifşa etmiş; beyanlarını te’yid eden kendi el yazısiyle bir de rapor vermiştir. Vedad Nedim, ayrıca Türkiye Komünist Fırkası’nın Ankara, Eskişehir, Adana ve İzmir’deki teşekküllerini de açıklamış; fırkanın gerçek mahiyetini meydana koymak üzere, Şefik Hüsnü’nün (Türkiye Komünist Partisi Merkez Heyeti)’ne hitaben Moskova’dan gönderdiği mektup ile; buradaki faaliyetlere dair (Viyana’daki Balkanlar Komitesi)’ne götürülmek üzere kentlisine (Vedad Nedim’e) yine Şefik Hüsnü’ce verilmiş Fransızca diğer bir mektubu da Emniyete tevdi eylemiştir”
1927 Tevkifatı sol hareketin tarihi açısından yüz kızartıcı bir olaydır. Bu tevkifat, partinin katib-i umumisi Vedat Nedim’in partiyi evrakı ile birlikte polise teslim etmesi ile başlar. 1926 Viyana konferansından sonra ülkeye gelen V. Nedim’in, eski pasif ve korkak yönetimini sürdürmeye devam etmesi üzerine, merkez komitesine katib-i umumi yaptığı bu şahsın giderek kendi durumunu da zorlaştırdığını gören Ş. Hüsnü, 1927 Ağustosunda gizlice Türkiye’ye gelir. Mahkemedeki ikrarlardan anlaşıldığına göre V. Nedim’in evinde Ş. Hüsnü, Şevket Süreyya, Salih Hacıoğlu gibi İstanbul’daki kadroların katıldığı iki toplantı yapılmıştır.
Ş. Hüsnü bu toplantıların yanı sıra İstanbul’da kendisi gibi düşünen partililerle birlikte kesif bir faaliyete girişmiştir: Beyanname yayınlamak, duvarlara bunları yapıştırmak, yapmak gibi. Böylece Komintern’e faaliyet var görüntüsü verebileceğini düşünmüş olmalıdır. Ancak bu faaliyetlerden ve bir iki işçinin tevkif edilmesinden ürken V. Nedim, kendisine çok güvenen liderini, yoldaşlarını ve partisini polise teslim etmiştir. Vedat Nedim yıllar sonra anılarını yayınladığında bu utanç verici durumu başka şekilde anlatmayı tercih etmiştir. “Her komünist partisi gibi, biz de Moskova’daki Komintern’e bağlıydık. Ve zaman zaman bu Merkezden bizce uygulanması mümkün ve doğru olmayan bir takım direktifler alıyorduk. Ben, Şevket Süreyya Aydemir, İsmail Hüsrev Tökin, Burhan Belge bunlara karşı direniyorduk. Fakat parti disiplin kurallarına göre Moskova’nın emirlerine kayıtsız, şartsız uymak gerekliliğini bize hatırlatan Komintem mümessili Şefik Hüsnü karşısında, partiden çekilmekten başka çıkar yol bulamadık. Ve bu kararımızı bir toplantıda açıkça bildirdik. Böylece de parti ile ilgimizi kestik. Fakat, aradan çok geçmeden bir ihbar üzerine tevkif edildik.”
Tör, tam bir pişkinlik içinde tarihi tahrif edebileceğini sanıyor. Zaten o günün basını da, parti sekreterinin polis ile işbirliğini karartmak için, olayın Vedat Nedim’in ihbarı ile başladığını gizleyerek, tevkifatı normal bir polis operasyonu gibi vermiştir. Vedat Nedim, evraklarıyla birlikte partiyi emniyete teslim etmekle kalmamış, polisle çalışmaya başladıktan sonra, Dr. Şefik Hüsnü ile ilk randevusunu da haber vererek onu da yakalatmıştır. Ş. Hüsnü önceden kararlaştırılan postanedeki buluşmaya gittiğinde karşısında katib-i umumisi Vedat Nedim yerine polisleri görünce çok şaşırmış olmalıdır. 1927 Tevkifatı, partide Şefik Hüsnü’nün adamı Vedat Nedim ile Şevket Süreyya gibi aydınların partiden kopuşunu doğurmuştur.
Partideki ayrılık noktaları, mevcut literatürde, Kemalizm ve Komintern noktasında odaklaştırılmıştır. Komintern’in Haziranında yapılan 5. kongresinde, ulusal kapitalizmi desteklemesi ve yasal mücadeleyi esas alması bakımından ağır eleştiriler almıştır”. Komintern’in eleştirilerinden bağımsız olarak söylenebilir ki, ,Suphilerin katlinden sonra, ana yörüngesini ve çizgisini kaybetmiştir. Politikalarını, Kemalizm’e ve Komintern’e göre belirlemeye çalışmıştır. Ülke realitesine uygun politikalar üretmek yerine, Komintern’in dışardan ve uzaktan değerlendirmelerine muhtaç olmuştur.
Partide Şefik Hüsnü, Vedat Nedim, Şevket Süreyya Kemalizm konusunda hemfikirdirler. Suphilerin katlini göz ardı eden bu politika, partinin en büyük zaafı olmuştur. Yani, önderlerini katleden Kemalizm’le politik bağdaşlık onlara pek bir şey kazandırmamış, aksine, Kemalizm’in gözünde de değerleri sıfırlanmıştır. Suphiler, işgalcilere karşı Ankara yönetimi ile birlikte savaşmak için yola çıktıklarında düşman savuşturulduktan sonra birçok konuda yollarının ayrılacağını biliyordu. Sonradan Kemalizm denen akımla karşı karşıya gelmeleri ideolojileri gereğiydi. Oysa sonradan gelen bu kadrolar Kemalist yelpazede kendilerine bir yer buldular ve kendilerini tasfiye ettiler. Burada yanlış olan Kemalistlerle işbirliği yapmak değildi, teslim olmaktı. Olası bir işbirliğinin ilk koşulu da Suphiler vakası olmalıydı oysa.
1927 tevkifatı ile büyük bir yara alır. Yaranın büyüklüğü cezaların fazlalığından değildir. Aksine cezalar düşük tutulmuştur. ‘yi yaralayan, tevkifatın genişliği ve yöneticilerinin devlete kapılanmasıdır. Nâzım Hikmet, tevkifat sırasında yurtdışında olmasına rağmen davaya dahil edilmiştir. Bunu sağlayan, partinin katib-i umumisi Vedat Nedim’dir. Vedat Nedim, Nâzım’ın da Viyana konferansında olduğunu ihbar etmiş, böylece onun da bu davadan yargılanmasını sağlamıştır.
1927 tevkifatının basma Nâzım Hikmet ile ilgili ilginç yansımaları olmuştur. Bunlardan birinde, Bolşevik isimli bir broşürün ele geçtiği ve burada Nâzım Hikmet’in fütürist bir şiirinin yer aldığı belirtilmektedir. Bir başkasında, partinin ecnebi bürosunda bulunan yedi kişiden birinin Nâzım Hikmet olduğu yazılmıştır. Özellikle ikinci bilginin kaynağının Vedat Nedim olduğu tahmin edilebilir. 1927 tevkifatı, partide Menşevik İdare’ye karşı muhalefeti hızlandırmıştır. Bakü çizgisinden giderek uzaklaşan partiye ve onun yöneticilerine karşı hoşnutsuzluğu ise Suphi yadigarı kadrolar dile getirecektir. Nâzım Hikmet’in burada üstleneceği misyonu ilerleyen bölümlerde göreceğiz.
İsmail Bilen ile Türkiye’ye
1927 Tevkifatı sırasında Komintern’den gönderilen bir mektupta, kongrenin Mayıs ayına bırakılmasının uygun olacağı, o tarihe kadar içeridekilerin çıkabileceği ve Sovyetler’den Nâzım Hikmet ve birkaç kişinin de gönderilebileceği yazılmaktadır.”(79)
Moskova’da da olsa, 27 Tevkifatını, Vedat Nedim’in ihanetini, Şevket Süreyya’nın bıraktığını öğrenen Nâzım Hikmet, bir an önce Türkiye’ye gitmek istiyordu. Eski arkadaşı Vala gazeteci olarak Sovyetler Birliği’ne gelince Leningrad’ta görüşüyorlar. Vala, onun ruh halini şöyle yazıyor: “Kendisinde derhal başlanması gereken bir misyon görüyordu.”(80) Ailesi ile de yazışan Nâzım Hikmet’e, bir takım telkinlerde bulunmuş olmalılar ki, babasına şöyle yazacaktır: “Ruhumuz temiz, vücudumuz sağlamdır. Tuttuğum yolun hayattaki en temiz, ve en doğru yol olduğuna kaniim. Ve bu kanaatimi hiçbir kuvvet değiştiremez.”
Nâzım Hikmet ile İsmail Bilen, 1928 ortalarında Türkiye’ye gelirken TKP’nin hali içler acısıdır. Partinin yöneticileri ya içerideydiler ya da karşı saflara geçmiş bulunuyorlardı. Nâzım Hikmet ile İsmail Bilen, partiyi toparlamak ve onu gerçek bir komünist partisine dönüştürmek için yola çıkmışlardır. Partinin yaşadığı çalkantıları çok iyi bilen Hacıoğlu Salih ve Elektrikçi Nuri, 1928’de Moskova’ya gittiklerine göre, acaba Nâzım’la görüşüp TKP’nin durumunu aksettirmişler midir? Bunu tespit etmek zordur. Çünkü, Salih Hacıoğlu ile Elektrikçi Nuri’nin 1928’in hangi ayında Sovyetler’e geçtiği bilinmemektedir.
Nâzım Hikmet, bu dönemde ilk şiir kitabını da yayınlamıştır. 1928 yılında Bakü’de çıkan bu şiir kitabının adı Güneşi İçenlerin Türküsü’dür. Kitabın neden Bakü’de yayınlandığı belirsizdir. Babasına yazdığı bir mektupta bu kitabından söz etmektedir: “Bir hafta sonra bir şiirler mecmuam çıkacak. Kitabın ismi: Güneşi İçenlerin Türküsü. Size mutlaka birkaç nüshasını gönderirim. Buradaki Rusça çıkan mecmualarda benim şiirlerimi tercüme edip neşrediyorlar. Hele Azerbaycan ve bilhassa Bakü’de meşhur şair oldum. Dört beş mecmua ve kitapta benim hakkımda methiyeler yazdılar. Resimlerimi bastılar.”
Hikmet AKGÜL, Nazım Hikmet (Siyasi Biyografi), Chiviyazıları Yayınevi, S. 53-100, 1. Basım, 2002.