Kemal Sunal filmleri

Ali Kemal Sunal (11 Kasım 1944, İstanbul – 3 Temmuz 2000, İstanbul), televizyon ve sinema oyuncusu, tiyatrocu ve yazar.

Oynadığı karakterlerle önemli çıkış yakalayan Kemal Sunal, Türk sinema tarihine damga vuran oyuncularındandır. Tiyatro ile sanat hayatına başlayan sanatçı, Ertem Eğilmez’in kendisini fark etmesiyle sinema filmlerine yönelmiştir. İlk amatör tiyatro oyunu, Vefa . Filmlerinde oynadığı “iyi, saf adam” rolleriyle beğeni kazanmıştır.

Sanatçı, komedi filmleri ağırlıkta olsa da, dram türündeki filmlerde de rol almıştır. Oynadığı filmlerdeki karakterlerin genel özelliği haksızlıkların karşısında duran, iyiliği ve saflığı yüzünden başına sürekli iş açılan, zekasıyla kötülerle mücadele eden ve insanlara doğru yolu gösteren, daima “gülen” adamdır. Kendisini “çok az konuşan, çok soğuk bir adamım” diyerek tanımlayan Kemal Sunal’ın sinema izleyicileri tarafından benimsenmesi ve sevilmesinin en büyük sebeplerinden birisi, filmlerin çekildiği dönemlerde yaşanan sosyolojik-sosyo ekonomik ve siyasi gelişmelerin filmlerinde yer almasıdır. Zamlar, insanları dolandıran kişiler, geçim sıkıntısı, işsizlik, göç ve töre gibi konuların sinemasında işlenmiş olması, filmlerine birçok anlam daha kazandırmaktadır.

Bunlar, güldürü içerisinde sosyal mesajlar vermek ve bazı konuları mizahi dille eleştirmektir. Sanatçı, güldürü filmlerinin yanı sıra dram filmlerinde yer almış, ancak oynadığı tüm filmlerde “halkın içinden” “içimizden biri” imajını hiçbir zaman bozmamıştır. Aynı zamanda Kemal Sunal, öğretmenden bekçiye, kapıcılıktan çöpçüye kadar birçok karakteri oynayarak, beğeni kazanmıştır. Yüksek lisansını “TV ve sinemada Kemal Sunal güldürüsü” isimli tezi ile yapmıştır. 82 filmde rol almış sanatçının son filmi 1999 yılında vizyona giren Propaganda’dır. 3 Temmuz 2000 tarihinde, Balalayka isimli filmin çekimleri için bindiği uçakta, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmiştir. Sanatçı, “Gülen adam” lakabıyla anılmaktadır.

Hayatı—–

İstanbul Küçükpazar semtinde Malatyalı bir ailenin çocuğu olarak doğan oyuncunun babası Migros’tan emekli Mustafa Sunal, annesi Saime Sunal’dır. Ailenin büyük çocuğu olan Kemal Sunal’ın, Cemil ve Cengiz isminde iki kardeşi vardır. İlkokulu Mimar Sinan İlkokulu’nda okuyup, Vefa Lisesi’nden mezun olmuştur. Liseyi 11 yılda tamamlayan sanatçı, “bu benim tembelliğimden, salaklığımdan ileri gelen bir şey değildi. 15-20 kişilik bir grubumuz vardı. Beraber geçiyorduk, beraber kalıyorduk. Anlaşmış bir gruptu. Bir nevi haylazlıktı tabii… ” sözleriyle açıklamıştır. Yüksek tahsiline Marmara Üniversitesi Gazetecilik bölümünde başlasa da, bu bölüme devam edememiştir. Eğitim hayatı boyunca çeşitli işlerde çalışan sanatçı, Emayetaş Fabrikasında çalışmış, ayrıca elektrikçide çıraklık yapmıştır. İş yaşantısını,”Ekonomik durumumuz iyi değildi.

Babam Migros’tan emeklidir. Yaz tatillerinde ayakkabı, kitap parasına yardımcı olmak için çalışırdım” diye açıklamıştır. 35 yaşında askere giden sanatçı, diğer askerlerin kendisini görünce gülmeye başlaması sebebiyle, “birliğin düzenini bozuyor” denilerek, eğitimlere katılmamış, kademede görev almıştır. Usta birliğinde “armoni mızıkası” isimli moral grubuna dağıtımı olmuş, bu vesile ile Türkiye’nin birçok bölgesinde askerlik yapmıştır. Sanatçı, Devekuşu kabare tiyatrosundayken, 1972-1973 tarihindeki Ankara turnesi sırasında sonradan eşi olacak Gül Sunal ile tanışmış, 1975 Nisan ayında Beyoğlu evlendirme dairesinde evlenmişlerdir. Bu evlilikten Ali ve Ezo isimli iki çocukları olmuştur. 12 Eylül döneminde yarım bıraktığı üniversiteyi, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nden mezun olarak 1995 yılında bitirmiş ve ardından yüksek lisans yapmıştır. Yüksek Lisansını “TV ve sinemada Kemal Sunal güldürüsü” isimli teziyle yapmıştır.

Sanatçı kendi profilinin, oynadığı karakterlere göre farklı olduğunu şu sözlerle belirtmektedir; “Ben özel hayatımda çok az konuşan, çok soğuk bir adamım” “aynı zamanda iş ve ev yaşamında titizim” sözleriyle dile getirmiştir. Eşi tarafından yazılan anı kitabında, ev halkına sanatçı olduğunun ağırlığını hiç hissettirmemiş, eşinin tanımına göre “aile babası” profilini hiçbir zaman bozmamıştır.

Akşam yemeklerine daima vaktinde yetişen, aile ilişkilerine önem veren ve bu düsturda çocukları ile çok iyi arkadaş olan, iş, aile ve komşuluk ilişkilerinde daima sohbeti aranan, herkes tarafından sevilen sanatçı; filmlerinin aksine, çok fazla gülmeyen ve sululuktan hoşlanmayan bir yapıya sahiptir. Dinlemeyi anlatmaya tercih eden sanatçı, kendi iç dünyasında da duygusal bir yapıya sahiptir. Aynı zamanda çok da iyi bir arşivci olan sanatçı, kendisi ve ailesiyle ilgili belge, fotoğraf, anı yazısı, kendisine gelen mektuplar gibi manevi değeri olan eşyaları, büyük bir titizlikle ve düzenle saklamış, çocuklarının çizdiği resimlere kadar her şeyi titizlikle ve özenle saklamıştır.

Renkli kıyafetler giymeyi seven sanatçının, kıyafet alışverişlerini çoğu zaman eşi yapmıştır. Kendisine gelen mektupların hepsini okuyan sanatçı, yine aynı özenle bu mektuplara cevaplar vermiş ve bizzat kendisi postaneye götürüp gönderimlerini yapmıştır.
Kemal Sunal, hem yüzünün fizik yapısı hem de mimik ve jestleriyle Fransız komedyen ve şarkıcı Fernandel’e benzetilmektedir. Fernandel 1930’lu yıllardan 1960’lı yıllara kadar tıpkı onun gibi sayısız komedi filmi çevirmiştir. Kendisiyle yapılan bir röportajda Sunal, kendisi için ‘at suratlı’ gibi benzetmeler bile yapıldığını, ama en çok Zeki Müren’in kendisini ‘Fernandel’le Jean-Paul Belmondo karışımı’ diye tanımlamasının hoşuna gittiğini belirtmiştir.

1513738_717229058353816_409408084764365794_nYrd. Doç. Dr. Lütfi Sezen, incelediği Kemal Sunal filmlerinde şu yargılara varmış:

“Bu acı gülümsemenin nedenleri, Türk halk yaşayışının yüzyıllardan beri süregelen hayat tarzı ile açıklanabilir. Halk hayatında önemli ölçüde yer alan umut-umutsuzluk, züğürtlük-zenginlik, korkaklık-cesaret, saflık-uyanıklık, güzellik-çirkinlik, doğru-yanlış gibi tezatlarla, cehaletten kaynaklanan kan davaları, törelerin baskısı, Kemal Sunal acı mizahının ana konularını teşkil etmektedir. Kemal Sunal mizahını, ‘hayatı hafife almak’ olarak düşünmemeliyiz.

 

‘Kemal Sunal mizahı’ demek, ‘Güler yüzle ciddi olmak, tebessümü ciddiliğe engel olarak görmemek’ demektir. Kemal Sunal mizahı demek, ‘kötülerin saklı tuttukları gerçek yüzlerini su yüzüne çıkarmak ve acı gerçeği gülerek karşılamaktır.’ Kısacası, Kemal Sunal mizahı, bizi çevreleyen ahmaklıklara ve çıkarcılığa karşı başkaldırmadır.

Onun filmlerinin halkımız arasında sevilmesinin, usanılmadan seyredilmesinin özündeki espriyi göremeyenler, halkı ve halkın sanatkârını yeterince tanımayanlardır.”

Bununla birlikte Sezen Kemal Sunal mizahındaki ahmaklıklara, çıkarcılığa, sahteciliğe karşı başkaldırıdaki gülünçlüğü halk tiyatrosunda güldürürken ağlatan ‘kara mizah’ veya ‘acı mizah’ denildiğini ve bunun dilimizde ‘gülüyorum ama içim kan ağlıyor’ sözleriyle açıklamış.[1]

Bir diğer haberde ise,Turkcell Süper Lig hakemlerinden Hakan Özkan ise, başından geçen trajikomik bir olayı şöyle anlatıyor:“Konya’da yönettiğim bir müsabakada tribünden protestolar geliyordu. Yalnız birisi vardı ki, herkesin sustuğu bir anda çok yakından bir yerden tek başına bağırıyordu. O bölgede bir taç atışı olduğunda tribüne baktım ve o şahsı çok net biçimde gördüm. Müsabakanın ardından otele gitmek için taksiye biner binmez şoförü tanıdım; maç sırasında göz göze geldiğim şahıstı. “Maçı seyrettin mi, hakem nasıldı?” diye sordum. “Hakem çok iyiydi. Bir pozisyonda faulü vermedi ama o kadar da olur. Yalnız kültür seviyemizden midir nedir, hep hakeme küfür ettiler” dedi. Taksiden inerken, “Sen maç boyunca bana küfür etmiştin, hiç yakıştı mı?” dedim. Çok mahcup oldu ve “Hocam kusura bakma, biz de topluluğa uyduk, aslında öyle bir şey yok” diyerek özür diledi. Şunu söylemek istiyorum; evet küfür ediyorlar ama dışarı çıktığınız zaman sizinle iletişimleri belli bir saygı çerçevesinde gerçekleşiyor. Oradaki küfrün nedeni toplum psikolojisine uyulması.”[2]

Bu iki alıntı arasındaki ortak bağı belki şu iki örnek açığa çıkartabilir:

Halis Toprak’ın evliliğine dair Yılmaz Özdil, yazısının sonunda şu yorumda bulunuyor:

“25 senedir bu memlekette gazetecilik yapan biri olarak, şunu rahatlıkla söyleyebilirim… Sizin mideniz bulanıyor ama, “nüfusun en az yarısı takdir etmiştir” matkap ağayı, “Helal olsun” demiştir için için. “18’lik kız bulduysam, neden evlenmeyeyim, ben salak mıyım?” diyor matkap ağa… Çünkü, elinde güç ve para olmasına rağmen “hukuki olan, ama, ahlaki olmayan” işlerden uzak duran insanlara “salak” gözüyle bakanların ikoncanıdır matkap ağa.”[3]

Önemli başka bir haberde ise;

Ankara Genç İşadamları Derneği’nin (ANGİAD) yaptığı araştırmaya göre ‘Türkiye AB’ye girmeli mi?’ sorusuna gençler yüzde 43.62 oranıyla ‘hayır’ yanıtını veriyor. Gençlerin yüzde 46.21’i Türkiye’nin geleceğine umutsuz baktıklarını dile getiriyor.  Gençlerin yüzde 78.14’ü ise yurtdışında yaşamak istiyor.[4]

Peki, Kemal Sunal tipi sadece kara mizahla anlaşılabilir mi?

Hakemin bahsettiği seyircinin statta küfür etmesi ve sonrasında bunu yapmıyormuş gibi ayıplaması sadece toplumsal psikoloji ile açıklanabilir mi?

Halis Toprak’ın davranışını hem eleştirip hem de onun yerinde olmak isteyenleri nasıl anlamak gerek?

Gençlerin hem AB’ye karşı olması hem de yurtdışında yaşama isteklerini nasıl okumak gerek?

Bu sorulara cevap aramak aslında şunları da anlamayı beraberinde getirecektir:

Sokakta bir kız gördüğünde tecavüz etmeye yeltenen ama tecavüz edeni görünce de linç etmeye kalkışan bir toplumu nasıl anlamalıyız? (Son olarak Aile Sağlığı Araştırma Derneği’nin Türkiye’de kadınlar ve erkekler üzerinde yaptığı araştırmaya göre cinsel fanteziler içinde tecavüz altıncı sırada gelmektedir.[5] Tecavüze karşı olduğunu ifade eden bir toplumun bu fantezisi nasıl anlaşılabilir?)

Özellikle seçimde gündeme gelen ve seçmenin genel psikolojisine bir göndermeyi içeren “çalıyor ama hizmet de yapıyor” anlayışındaki ikiliği nasıl okumalıyız?

Toplumun en fazla güvendiği kurum tüm araştırmalarda ordu çıkmasına rağmen seçim zamanında ordu ile itilafa giren partinin tepki oyları toplamasını nasıl anlamalıyız?

Aslında bunların hepsinin cevabı bir anlamda Anadolu’daki tarihsel toplumsal yapının kültürel kodlarında gizlidir. Tarihsel birkaç örnekle açıklamaya çalışalım:

En önemli örnek gaza kültürünün derin kökleridir. İslamiyet’in şehirli ve ticaret dini olmasının her toplumsal yapının kültürel değerlerine özgü yansımaları ve kabulü olmuştur. Örneğin Anadolu’da etnik farklılık tarihsel açıdan Müslümanlıktan dolayı ikinci plana atılmıştır. Önemli olan kahramanların seferlerden sağ dönmeleridir. Anadolu İslamı’nda ganimetlerle sağ dönmek esas iken İran İslamı’nda şehitlik en önemli mertebe olarak karşımıza çıkmaktadır. Bundan dolayı Anadolu’daki dinselliğin maddeci temelde bir dünya görüşüne işaret ettiğine yönelik yorumlar da yapılabilmektedir.[6] Ancak üzerinde durulması gereken nokta “gaza kültürü”nün hakim oluşu ve bunun çeşitli suretlerle bugüne kadar yansımış olmasıdır. Toplum-kültür ilişkilerini inceleyen çalışmalarda bunu anlamak mümkündür. Sözgelimi Osmanlı-Türk toplumsal yapısında tarihsel açıdan ‘alp’, ‘veli’ ve ‘gazi’ tipleri egemen olmuştur. Her bir tip dönemin toplumsal karakterinin bir yansıması olarak varlık kazanmıştır. Alp, hayvancı toplumun ideal tipi ve hareketliliği temsil etmekte iken; veli, tarımcı toplumun yarattığı bir tiplemesidir ve manevi gücü temsil eder (Hacı Bektaş-i Veli’yi de kırsal Alevilerden farkını bu yerleşik anlamında görmek gerekir). Gazi tipi ise alp tipinin bir devamı sayılmakla birlikte dinsel değerlerin süzgecinden geçerek yeni anlamlar da kazanmıştır. Gerek Asya’dan gelen Türklerin gerekse Anadolu’daki diğer etnik yapıların ve sonrasında da İslamiyet’in tesiri ile bu tipleme yeni içerikler kazanmaya başlamıştır. Tarihsel ve kültürel bir işaret olan gaza kültürünün Osmanlıdaki inşasında özellikle aydın takımının Şehname okumasına karşılık geniş halk kitlelerinin Saltukname, Seyit Battalgazi ve Hamzaname gibi gazanameleri okuması da önemli rol oynar. Osmanlı gaza devletinde önemli bir figür olan Battal Gazi (Arap) hem efsanevi bir kahraman hem de kurnaz kişiliği ile bilinir.[7] Battal Gazi hikayelerinin halk kültüründe önemli bir yeri olduğunu düşündüğümüzde nasıl bir kültürel ve zihinsel ikiliği de (tek olmasa bile) beraberinde bugüne kadar taşıdığını da anlamamız gerekir.

Biraz teorik olacak ama sosyolojide bu durumu anlamaya yarayacak pek çok teorik çerçeveden faydalanabiliriz. Örneğin, Antony Giddens’ın “Yapılaşma Kuramı” çerçevesinde geliştirmiş olduğu “yapının ikiliği” (düalizm değil) kavramı ve çok uzun geçmişi olan “diyalektik” kavramı anahtar görevi görebilir.[8] Giddens’tan yola çıkarak kültürel yapı, birey-toplum arasındaki ilişkide bireyin/aktörün eylem akışı içerisinde dönüşümsel olarak aktif şekilde yapılandırıldığı söylenebilir. İnsanların kurnazlığını, üçkağıtçılığını bilmelerine rağmen bu kişileri kahraman olarak da nitelendirmeleri bir anlamda yapının ikiliğindeki kültürel alana yapılan transferi temsil eder. Başka bir açıdan diyalektik bir ilişkiyi de unutmamak gerekir. Diyalektik, sadece ekonomik ve sosyal olayları açıklamada değil, kültürel kodların çelişkili şekilde yeniden üretilmesinde de önemli bir anlama anahtarı işlevi görebilir. Kısacası, bireyler davranışları ile iki karşıtlıkları kültürel yapılaşma içerisinde yeni koşullara göre uyarlayıp yeniden üretirler. Böylece toplumsal yapının da bir nevi sürekliliği sağlamış olurlar.

Bu kültürel aktarımı bugün medyada da görmek mümkün. Televizyon programlarının her ne kadar çoğunluk tarafından eleştirilmesine ve tasvip edilmemesine rağmen yine çoğunluk tarafından dizilerin, yemek programlarının vb çeşitli eğlencelerin izlenmesi bunlara örnektir.

Söz konusu kültürel kodlar doğru okunduğunda Ramazan aylarında bu toplumun neden 180 derece farklı bir atmosfere döndüğü daha rahat anlaşılacak ve toplumsal dönüşümde dinamik görevi görecek unsurlara rehberlik için önemli ipucular verebilecektir. Bu ikilikler her toplumun doğasında vardır; ancak bu topraklardaki toplumsal dokunun özgünlüğündeki ikiliğinde, Doğu-Batı arasında sıkışıp kalan ve ikircikli olmayan ama  ikilemli bir inşanın da etkisini hesaba katmak gerebilir.

Aslında bu ikili yöndeki diyalektiği Mona Lisa tablosunda da görülebiliriz. Bir açıdan bakıldığında Mona Lisa hüzünlü, başka bir açıdan bakıldığında ise gülümseyişli görünür. Bu tablodaki psikolojik etkinin bir benzerini Hababam Sınıfı’nın müziğinde yakalamak da mümkündür. Hababam Sınıfı’nın müziği de yavaş çaldığında hüzünlü, hızlı çaldığında ise neşeli bir hal alır. Oysa müzik aynı müziktir. Bununla birlikte tragedya ile komedyanın da bu topraklarda eş zamanlı olarak doğuşu da benzer bir simgesel özellik taşır. Trajik-komik veya kara-mizahın etnik farklılıkları bile aşan tarihsel kodlar taşıdıklarını ve coğrafyanın da bir anlamda bunun sürekliliğini sağlayan önemli bir faktör olduğunu düşündüğümüzde bugünün toplumundaki bazı ikilikleri de anlamak kolaylaşacaktır.

Diyalektiğin kültür-toplumsal yapı ikiliği arasında önemli bağ olduğu bu tarihsel örnekte ortaya çıkmaktadır. Karşıtların birliği kültürel değer sistemi ile yeniden üretilmektedir.  Örneğin gaza kültürünün yansımalarını en uç radikal grup dokusunda bile bulabilmek mümkündür. Türkiye’de sağ ve sol siyasi yapıların hepsinde içeri düşmek, cezaevi deneyimini yaşamak, ait olunan topluluk içerisinde önemli bir statü aracı olabilmektedir.

Türkiye’de CHP’nin içinde bulunduğu sınıfsal durum bu toplumsal ve tarihsel kodları anlamak bakımından ne derece elitist davrandığının da bir göstergesidir. Nasıl Osmanlıda elitler Şahnameler okuyup halkın gaza kültürünü anlamadan uzaklaşmış ama onunla egemenliğini sürdürmüş ise bugün CHP’nin üst boyutta yaşadığı sıkıntı da buna benzer bir kopukluktur. Ne kadar halktan uzaklaşılırsa o kadar kültürel değerleri anlamaktan da uzaklaşılmaktadır. Önemli olan bu kültürel kodları olduğu gibi kabul etmek değil, onları anlayıp ona göre halka yönelik politika üretebilmek ve örgütlenmektir. Bu eksikliği sadece CHP’de değil, tüm sosyal demokrat ve sosyalist hareketlerin bugünkü renginde bulabilmek mümkündür.

Şimdi bütün bunlar dikkate alındığında yukarıda belirtilen ilgili haberler bir daha okunmalıdır. Bir daha okunmalıdır ki, bu ülkede Cem Uzan’ların neden o kadar oy aldığı iyi anlaşılabilsin; Recep İvedik’lerin gişe rekorlarının arkasında yatan nedenler iyice ortaya çıkarılabilsin; üçkağıtçılığına rağmen neden “hizmet” söylemli siyasetçiliğe prim verildiği daha kolay anlaşılabilsin… Bir daha okunmalıdır ki, “Elhamdülillah laikiz” söylemlerindeki ikiliğin, “halk plaja akın etti vatandaş denize giremiyor” şeklindeki başlıkların gerek medyada, gerekse devlet ve yönetim katında nasıl biz zihniyetin göstergesi olduğu daha kolay anlaşılabilsin…

Arş. Gör. Ercan Geçgin /  Ankara Üniversitesi-Sosyoloji Bölümü