Yarım Asırlık İhanet ve Sosyalizmin Tasfiyesi

Bu yazı PARTİ BAYRAĞI adlı derginin kasım 2013 1.sayısında çıkmıştır ve yazıdaki resim rusya fedarasyonunda-moskva- sovyet dönemi müzelerinden birinde özellikle 2.dünya savaşı dönemini anlatan flama-bayrak-üniformlar-savaş gereçleri ve propaganda metinleri yeralmaktadır..

YARIM ASIRLIK İHANET VE SOSYALİZMİN TASFİYESİ
Sözcüğün dar anlamıyla tasfiyecilik, Menşeviklerin güt¬tüğü tasfiyecilik, genel olarak sosyalist proletaryanın verdiği devrimci sınıf savaşımının ideolojik yönden yadsınması, özel olarak da burjuva demokratik devrimimizde proletaryanın egemenliğinin kabul edilmemesidir. Bu yadsıma, kuşkusuz, değişik biçimler almıştır, ancak az ya da çok bilinçlidir, kes¬kindir, kararlıdır. Örnek olarak, Çerevanin’le Potresov’u gösterebiliriz. Birincisi, proletaryanın devrimdeki rolünü öy¬le bir biçimde değerlendirdi ki, Golos Sotsiyal-Demokrata’nın tüm yazıkurulu, hatta ve hatta yazıkurulu¬nun bölünüşünden önce (yani her ikisi, Plehanov ve Martov-Dan-Akselrod-Martinov) çok çirkin bir biçimde de olsa, Çere¬vanin’i kendi başına bırakıvermek zorunda kaldı. Yazıkuru¬lu, açıklamasını “Golos Sotsiyal-Demokrata”da yayınlayarak Rus okurlara duyurma yolunu seçmeksizin, bu kararlı tasfi¬yeciyi boşadığını Vorwärts’da Almanlara duyurdu. Potre¬sov’a gelince, Yirminci Yüzyılın Başında Rusya’da Toplum¬sal Hareket’e yazdığı yazıda o, Rus devriminde proletarya¬nın egemenliği fikrini öylesine başarıyla tasfiye etti ki, Ple¬hanov tasfiyeci yazıkurulundan ayrıldı.

Örgüt açısından ise tasfiyecilik, yasadışı bir sosyal-demokrat partinin gerekirliğini yadsımak ve bunun sonucu olarak Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinden vazgeçmek, onun saflarından ayrılmaktır. Bu açıdan tasfiyecilik demek, yasal basının sütunlarında, yasal işçi örgütlerinde, işçi bir¬likleriyle kooperatif ortaklıklarda, işçi sınıfı temsilcilerinin katıldığı kongrelerde vb., partiye karşı savaşmak demektir.

Partimiz, tasfiyeciliği kesinlikle tasfiye etmedikçe ilerle¬me sağlayamaz. Tasfiyecilik de sadece Menşeviklerin ve on¬ların oportünist taktiklerinin doğrudan tasfiyeciliği demek değildir. Bunun içine, içyüzü ortaya dökülmüş Menşeviklik de girer. Bunun içine, partiyi ilk ağızdaki görevini yerine ge¬tirmekten, —bugünün eşi bulunmaz bütün özellikleri bu gö¬revde yatmaktadır— yani Duma kürsüsünden yararlanma ve bütün yarı-yasal ya da yasal işçi sınıfı örgütlerini işe ya¬rar duruma sokma görevini yapmaktan alıkoyan otzovizm ile ültimatomculuk da girer. Aynı şey, marksizmin ilkeleriy¬le temelli olarak çatışan tanrı-kur ve tanrı-kur eğiliminin savunusu için de doğrudur. Bolşeviklere düşen parti ödevle¬rinin kavranamaması için de aynı şey söylenebilir. Bu ödev, 1906 ve 1907′de, bir organ olarak parti çoğunluğunun deste¬ğine sahip olamayan Menşevik merkez yönetim kurulunun (o sıralarda su katılmamış Menşevik olan merkez yönetim kuruluna sadece Polonyalılarla Letonyalılar değil, bundcu¬lar bile karşıydı) devrilmesi ödeviydi.

V.İ.Lenin – Tasfiyeciliğin Tasfiyesi

Karşı devrimin son kırk yıllık saldırısı aralıksız ve sistematik olarak sürmektedir. Bu kaçınılmaz olgunun sınıflar mücadelesindeki yeri önemsenmek ve ciddiyetle değerlendirilmek zorundadır. Devrimci komünistler bunu yadsıyarak atabilecekleri bir adım olmadığının başkaldırısı ile yeniden tarih sahnesine çıktıkları aşamada karşılarına çıkan bu saldırı dalgasına karşı ulusal ve uluslararası planda amansız bir boğuşmanın içinde olduklarını gördüler ve buna karşı mücadelede ağır bedeller ödeyerek ilerlemeye devam etmekteler. Bu hiç de şaşırtıcı olmayan durum karşısında aydınlanmanın zorunluluğundan hareketle kaleme alınmış bu yazının PARTİ BAYRAĞI’nın yeniden yayın yaşamına katılışının ilk sayısında yer alması elbette bir tesadüf değildir ve önemi küçümsenemez. Saldıranların saldırıyla karşılanacağının ve zaferin kaçınılmaz olarak tasfiyecilerin tasfiyesinden geçeceğinin bilinciyle hareket eden devrimci komünistler, ideolojik ve teorik mücadelede bu saldırıyı en geniş kapsamıyla göğüsleme sorumluluğunu yerine getirmekle mükelleftirler. PARTİ BAYRAĞI sınıf mücadelesindeki yerini, şimdi bu azim ve kararlılıkla almakta ve geçmişin hata ve zaaflarından arınarak yoluna devam edeceğini ilan etmektedir.

Her rengiyle post-modernist akımın idealist şarlatanlığının ve tasfiyeci saldırılarının aksine sınıflı toplumların tarihi, sömürenlerle sömürülenlerin, ezenlerle ezilenlerin mücadele tarihidir. Çağımızda en üst aşamada emperyalizm ve devrimler çağı olarak da formüle edilen bu konumlanış diyalektik tarih analizinin kaçınılmazlığını vurgular. Böylece tarih, sınıflar mücadelesi tarihidir. Tarihin motoru, sınıf mücadelesidir. Tarihin hareketi, toplumsal maddi gerçeğin hareketidir. Tarih, insanın maddi üretimle tarihe girişiyle tarihtir; “insanları hayvanlardan ayıran ilk eylem, insanların düşünmeleri ile değil, kendi geçim araçlarını üretmeye başlamalarıdır.” “İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye” (Marks) başlamışlardır. İnsan, bilinçli toplumsal varlıktır ve bilinci de maddi yaşam koşullarına bağlıdır. Evet, “İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değil, tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” Yine Marks’ın belirttiği gibi “biçimi ne olursa olsun,” toplum, “İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünü”dür.
Tarihin kendi hareket yasası vardır ama tarih, aynı zamanda nesnel toplumsal gerçekle bağlı iradelerin savaşımının da tarihidir. Bu iradelerin savaşı, bir sınıflar savaşıdır, sınıflar mücadelesinin bir yansısıdır. İşte ideolojik mücadele, söz konusu iradeler savaşının bir alanı ve temel biçimlerinden birisidir. Ve her ideolojik savaşım, bir sınıfsal maddi çıkarın, o sınıf ya da sınıfların politik erekleriyle bağlı dile gelişidir. Tıpkı, “Tarihin sonu!” tasfiyeci ideolojik saldırısında olduğu gibi! Tıpkı, “Elveda proletarya!” tasfiyeci haykırışında olduğu gibi! Tıpkı, “Daima merhaba proletarya!”, “Yaşasın komünizm!” , “ Yaşasın insanlığım Altın Çağı Sınıfsız Toplum ! ” haykırışında olduğu gibi!

Kaotik bir ortam yaratmaya ve proletaryayı ideolojik olarak teslim almaya çalışan yeni tip burjuva liberal demagoji ve manipülasyona inat, evet, vurgulanmalıdır: Sınıflı toplumların tarihi, bir sınıflar savaşımı tarihidir. Ve bu tarih, ne Tanrının ne herhangi bir kutsal ruhun, ne kralların, ne bireysel kahramanların, ne ideal planların, ne liderlerin ne de kendini ya da kendilerini eşi bulunmaz lider ya da liderler olarak pazarlayanların tarihidir. “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte belirleyici etken, son aşamada, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir.” (Engels) Tarihin hareketini salt ya da tek neden olarak “ekonomik etkene” bağlamak da Marksizm’le, çağımızda Marksizm-Leninizm’le bağdaşmaz.
Emperyalizm ve proleter devrimler çağında sınıflar, partiler olarak örgütlenir, sınıfsal çıkarlarının ifadesi olan politik mücadelelerini partileri öncülüğünde yürütürler. Ve bu partiler, temsil ettikleri sınıfların en bilinçli ve örgütlü kesimini oluştururlar. Çağımızda kapitalizmin girmediği, kapitalist dünya pazarına bağlamadığı yer kalmamıştır. Böylece bu maddi temel üzerinde, günümüzde, halk hareketleri, daha geniş bir ifadeyle ezilenlerin hareketi de, hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, ister bir parti, isterse dinsel bir tarikat, gerçekte bunlar, temsil ettikleri kategorilerin çıkarlarının sözcülüğünü yapan partilerdir ya da örgütlü siyasal öncü kuvvetlerdir. Böylece komünist partiler de temsil ettikleri sınıfın, işçi sınıfının genelkurmayları olarak tarihe müdahale ederler. Eğer komünist partiler “ezilenler” içerisinde, ezilenleri de kurtuluşa götürecek sonuna kadar tek tutarlı devrimci sınıf olan proletaryaya dayanmazsa; salt teoride değil, daha önemlisi, pratik bir hareket olarak sınıf hareketine bağlanmaz ve dayanmazsa, bu iddiasını pratik olarak terk ederlerse; teorisi ile pratiği bir tutarlılıkla yaşam bulmazsa, bu misyonunu da oynayamazlar; oynamak bir yana, kaçınılmaz olarak “ezilen”ci oportünizmin, post-Marksist pragmatizmin esiri haline gelirler.

Son tahlilde, bu akımların azami ufku, demokratik kapitalist bir ekonomik-toplumsal sistemle, burjuva demokrasisiyle sınırlıdır. Ve biliyoruz ki, en köklü demokratik dönüşümler bile kapitalizmin temellerini yıkamaz. Bunun için proletaryanın sosyalist mücadelesi ve sosyalist devrimin zaferi gerekir. Aslında, son birkaç on yıllık tarihsel kesitte ortaya çıkan “küreselleşme”ci akım, yeni tip sol liberal dalga, ideolojik saldırılarının merkezine devrimci proletaryayı ve Marksizm-Leninizm’i oturturken bu olgunun keskin bilincini temsil etmektedir.

Emperyalist küreselleşmenin yeni dalgasının atılımı, revizyonist/kapitalist bloğun çöküşü, küresel çapta devrim ve karşı devrim arasındaki güç ilişkilerinde dünya devrimi aleyhine ortaya çıkan köklü değişiklikler temelinde şekillenmişti. İşte tam da bu köklü değişiklikler sürecinde, yenilgi ve gericilik koşullarında, dünya komünist hareketi ve uluslararası devrimci-demokrasi komünist ve devrimci konumlarından hızla ve geniş çaplı uzaklaşmaya başlamıştı. Yeni tip emperyalist ideolojik saldırı dalgası ve ideolojik hegemonyası koşullarında, yeni tip sol liberal bir dalga da kabararak yeryüzünü istila etti. Buna göre tarihin sonuna gelinmişti. Kapitalizm nihai zaferi kazanmıştı. Proletarya, sosyalizm, devrim, Marksizm-Leninizm mi? Tarih bu sapkınlıklara da yanıtını zaten vermişti…
Yenilik adına ileri sürülen teori ve tezler, esasen, eski teori ve tezlerin, yeni koşullara uyarlamasından ibarettir ve Marksizm öncesi sosyalizme aittir. Bernsteincılık, II. Enternasyonal oportünizminin, Buharinciliğin, Browderizm’in; iktidardaki modern revizyonizmin ilk biçimi olan Titoizm’in, SSCB’de ortaya çıkarak proletarya diktatörlüğünü tasfiye eden Kruşçevizmin ve ardılı modern revizyonizmin, Avro Komünizmi’nin; Batılı emperyalist dünyada 60’lı yıllarda canlanarak gelişen sosyalizm maskeli burjuva reformculuğunun – “Batı Marksizmi”-, küçük burjuva anarşizminin, burjuva sosyal demokrat akımın; “Doğu Marksizmi”nin vb. revizyonist, reformist, oportünist, liberal demokratik tarihsel çizginin kendisir ve “küreselleşmeci” formda, yeni bir biçimde makyajlanarak üretilmesinden ve daha büyük bir fütursuzlukla propagandasından ibarettir. Açık emperyalist propaganda bir yana, onu solcu giysiler içinde üreterek geliştiren akımlar, sayısız renge ve tona bürünerek bu saldırılarına deavam etmekte. Kuşkusuz ki, bu saldırı dalgasının etkili olmasına yol açan ve yeni tip ideolojik haçlı seferinin etkili olması için sınırsızca kullanılan bazı önemli tarihsel faktörler de var.
Marksizm-Leninizm’in yerine “post-modernizm”in, onun bir türevi olan “post-Marksizm”in, post-Marksizmin bir biçimi olan “Ezilenlerin Marksizmi”nin, proletaryanın yerine “ezilenler”in geçirilmesi “operasyon”u böyle gelişti. İşte, dünyayı değiştirme eyleminde proletaryanın temel alınmasının reddi, sınıf siyasetinin reddi, sınıfın görüş açısından sınıfsal ve toplumsal olguların analizinin ve dünyayı değiştirme eyleminin reddi böylece yükselişe geçti. İşte sözde “indirgemecilik”in reddi, “işçicilik”in reddi, “çokluğa”, “istikrarsız çoğul özneye” dayanan siyaset ve “radikal demokrasi”, “Marksizm”in “ezilenlerin barbarlığıyla, kanıyla aşılanması” ve “sınıfa hapsedilmemesi”, “ezilenlerin işçi sınıfına karşı öncelik” taşıdığı ya da işçi sınıfının ezilenlerden herhangi biri olduğu sözde fikirleri böylece gündemleşerek ivmelendi ve çoğulculuk fetişizmi , çokluk / kafasayısı tapınmacılığı hortlatıldı. Menşevizmin tevratı olan bu sapkınlığın, Marksistler arasında da yeni tapınmanın kuralları haline getirilmesi başarıldı. İşte tüm bunlar ve bunlara bağlı olarak, Marksizm’in modernizmden kopamadığı, modernizmin bir biçimi olduğu propagandası söz konusu yeni tip tasfiyeci saldırı ve hegemonyanın çeşitli tezahürleri olarak ortaya çıktı. Gerçekte bu fırtına, post-modernizme, post-Marksizm’e tavır aldığını söyleyen, dahası, tavır alan geniş bir yelpazeyi çeşitli biçimlerde ideolojik etkisi altına alabildi. Fırtına güçlüydü, çünkü bu fırtına düşsel tasarımlardan çıkan ve esen bir fırtına değildi, aksine, bu bir olguydu; çağımızın nesnel gerçekleriyle, çağın içerisinde geçilen kesitinde ortaya çıkan, örtüşen, iç içe geçen, kaynayarak potasına akarak kendi çelişkilerine dayanan ve maddi toplumsal, politik gelişmeleriyle, altüst oluşlarla şekillenmiş, buradan dinamizmini alan bir fırtınaydı.

Ebedi gençlik (!) iksiri içtiği söylenen kapitalist emperyalizmin dünya pazarı bir de bu yoldan sınıfı, ezilen, sömürülen sınıf ve tabakaları sersemletmek, beyinlerini sömürgeleştirmek, ebedi köleliğe mahkum etmek amacıyla, en sağından en soluna kadar geniş bir yelpazeye hitap eden ve etki gücü olan envai çeşit teorik, ideolojik, felsefi, siyasi, sanatsal, kültürel yeniliklerle(!) doldurulup taşırıldı. İşte günümüzde Latin ülkelerinin bir kısmını saran ve Kuzey Afrika ve Arap yarımadasına sıçrayarak oradan da bize taşınan ve Gezi kalkışmasında şekil bulan ”YENİ DEVRİM”lerin ” EN YENİSİ” olan bu ”DEVRİM” tapınmacılığında ifadesini de bulan budur. Bu şarlatanlık ortalıkta dolaşan uluslararası CIA memurlarınca pazarlanan en üst düzeye ulaşmış biçimiyle ”post-marksizmin” daha Türkçe tabiriyle tasfiyeci ihanetin tam da kendisir. On yıllardır beynine tecavüz edilmiş kent emekçilerinin, kent orta-burjuvazisinin kuyruğuna taktırılarak sokağa sürülmesinden sınıf çelişkisi ve sınıfsal devrimin bittiği yaygaralarıyla kendiliğindenciliğe budanmış dala sarılark soytarılık yapanlar buradan devrim çıkartacakları kehanetiyle dolaşmaktalar areneda. Şimdi sınıfın ve onun öncüsünün arenedaki bu şarlatan gladyatörleri parçalayacak aslanlar olarak sahneye çıkmanın zamanıdır artık ve yapılmak istenen de budur.
Zaten yenilginin şokuyla sersemlemiş ve umudunu tümden yitirmiş, pişmanlıkla bir daha o günlere geri dönmemeyi öğütlemeye başlamış olan küçük burjuvazi de gözünü “küreselleşme”nin sofrasından önlerine atılacak nimetlere dikmişti. “Sınıf savaşımından nefretleriyle, ondan kaçınma hayalleriyle, keskin köşeleri ortadan kaldırma, yumuşatma, uzlaştırma girişimleriyle ayırdedilen küçük burjuva demokratları ve aydınları emperyalist küreselleşmenin ideologlarının ürettiği teorilere sımsıkı sarılmakla kalmadı, “sosyalist” geçmişlerinin verdiği donanımla da yeni tip saldırı dalgasının öncü askerleri olarak ileri atıldılar. Söz konusu nefretleri bu güruhu biledi, bin bir renge giren bukalemunlar gibi burjuva liberalizmine daha sıkı sarılmalarına yol açtı. Ama tabii ki onlar yine de muhaliftiler (!), uslanmaz çocuktular (!); öyle ya, yoksa foyaları hemencecik açığa çıkacaktı değil mi! İşte onların elindeki cezbedici ışıltılı kılıçlardan birisi de “post-Marksizm” ve onun bir “diğer” türevi olan “Ezilenlerin Marksizmi”ydi. Tabii ki bu sözde Marksizm’e ve sözde ezilenlere biçilen görev “küreselleşme” ve yeni tip burjuva liberalizmi çerçevesinde majestelerin muhalefeti olmaktı, yoksa daha fazlası değil! Devrimci dönemlerde devrimci, gericilik dönemlerinde gerici ya da en iyisi, gericiliği rahatsız etmeyecek cici “ilerici muhalif” rolüne yatma: İşte sizlere çok çok uyanık küçük burjuvamızın sınıf halleri! Tarihin ve politik mücadelenin dersidir ve daima hatırlamalıyız: “Parıldayan her şey altın değildir!”
“UYGAR dünyanın tümünde, Marx’ın öğretisi, Marksizme bir çeşit ‘zararlı mezhep’ gözü ile bakan, resmi ve liberal bütün burjuva biliminin aşırı düşmanlığını ve nefretini uyandırmaktadır. Ve başka bir tutum da beklenemez, çünkü sınıfların savaşımı temeline dayanan bir toplumda, ‘tarafsız’ toplumsal bilim yoktur.” Bu bilim, işçi sınıfı ile “ezilenler” karşısında da tarafsız değildir ve asla tarafsız da olamaz. Gerek “tarafsızlık”, gerek proletarya ile ezilenler karşısında “tarafsızlık”, gerekse de “ezilenler” lehine proletarya aleyhtarlığında ifadesini bulan “tarafsızlık” burjuva liberalizmin, küçük burjuva tasfiyeciliğin politikasıdır. Ekonomik-toplumsal, sınıfsal temellerinden koparılmış, içeriği boşaltılmış,“ezilenler”le devlet arasında geçen bir sözde mücadele teorisi tarihsel, bilimsel, güncel gerçeklerin sivil toplumcu çarpıtılmasından; tüm toplumsal kötülüklerin kaynağı olarak devleti gösteren anarşist saçmalıktan ibarettir.
İşte tam da bu saldırının esasında yatan gerçeklik, işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı şiarının yerine, “ezilenlerin kurtuluşu kendi eseri olacaktır” sloganının geçirilerek “elveda proletarya” denmesinin bir başka “yaratıcı Marksist” açılımından ibarettir. Hele de bugün dünyamızın, çok daha burjuva ve proleter olduğu bir tarih kesitinde, bunu savunmak çok daha büyük bir ilkellik ve ihanettir. Emperyalizm ve proleter devrimler çağında, tüm ezilen toplumsal kimliklerin her biçimiyle ilerici, demokratik, devrimci, anti-faşist, anti-emperyalist mücadelesinin sosyalist dünya devriminin bir yedeği, bir bağlaşığı haline geldiğini ortaya koyan ve program, strateji, taktiklerini buna göre şekillendiren Lenin’in, Stalin’in, III. Enternasyonal’in politik çizgisi ve tarihsel pratiği koşullarında bu, çok çok daha büyük bir ilkellik,tahrifat ve açık ihanettir. Hele de Rusya, Doğu Avrupa devrimlerine Marksist-Leninist teoriye dayanarak, komünist partilerin, proletaryanın önderlik etmiş olduğu bir tarihsel deneyime karşın söz konusu sözde eleştirilerin yapılabilmesi çok daha keskin bir demagojiyi ifade etmektedir.
“Marksist öğreti güçlüdür, kapsamlı ve uyumludur ve insana kör inancın, gericiliğin ve burjuva baskısını savunmanın hiçbir biçimiyle bağdaşmayan, eksiksiz bir dünya görüşü sağlar.” Bunu yadsıyanların oportünizmin, revizyonizmin, tasfiyeciliğin bataklığında konaklaması kaçınılmazdır. Eğer bilimlerdeki gelişmeleri felsefi açıdan bir zenginleşme aracı haline getiremediysek, eğer emperyalist küreselleşmenin zamanında analiziyle de politik-ekonomiyi zenginleştirerek geliştiremediysek, eğer sosyalizmin tarihsel zafer ve yenilgilerini eleştirel olarak zamanında çözümleyerek sınıf mücadelesi ve sosyalizm teorisini zenginleştirerek geliştiremediysek, böylece yolumuzu yetkince açarak yürüyemediysek, bunun suçu Marksizm-Leninizm’de değil, onun öğrencilerinde ve dünya komünist hareketindedir. Bu bir şeydir, bunlardan ders çıkararak ilerlemek bir şeydir, fakat bu alanlardaki komünist hareketin yetersizliklerini ve zaaflarını sömürerek Marksizm-Leninizm’i anakronik, dogmatik, yaratıcı olmaktan uzak bir öğreti olarak ilan etmek, onun yerine post-Marksizmi geçirmek farklı bir şeydir. Kuşkusuz ki ikincisi revizyonizm ve tasfiyeciliktir ya da “Sözkonusu olan şey, marksizmin liberal taklidinin, sınıflar savaşımı üzerine marksist ve devrimci bir görüş yerine liberal bir görüşü geçirmenin ta kendisidir.” (Lenin) Yapılan şey tamda budur.

Dünya çapında yeni bir devrimci canlanmanın yükselişiyle küresel yeni tip sol liberal ideolojik saldırı dalgası da, giderek etkisini yitirme sürecine girmeye başlamıştır. Ama bu, henüz, bu dalganın etkisinin aşıldığı anlamına gelmemektedir. Dünya komünist hareketi de henüz, ne ideolojik ve örgütsel bunalımını aşabilmiş ne de teorik-ideolojik savunma pozisyonundan çıkabilmiş değildir. Hala “popüler” olan şey, proletarya, Marksizm-Leninizm, sosyalizm, devrim değil, “post-modernizm”, “post-Marksizm”, “Ezilenlerin Marksizmi”, “ezilenlerin” dünyayı değiştirecek temel devrimci özne olarak lanse edilmesi ve ezilenlerin sosyalist birliği ile sözde kapitalizmi yıkma, sosyalizmi kurma rüzgârıdır.

Ezilenlerin hareketini temel almak, ezilenlerin hareketini sosyalist ilan etmek ile proletaryayı temel almak, proletarya dışındaki ezilenlerin hareketini demokratik karakterde bir hareket olarak görmek iki farklı görüştür.Dünyayı değiştirmenin ana öznesi olarak ezilenleri seçmekle, bu eylemin öznesi, öncüsü, önderi olarak proletaryayı temel almak ve ezilenlerin hareketinin proletaryanın öncülüğünde ve hegemonyasında olması gerektiğini (bu hegemonya yoksa hegemonyayı kazanmak perspektifine göre çalışmak) savunmak iki farklı uzlaşmaz görüştür. Buradaki ayrım ilkesel, ideolojik, programatiktir; birinci görüş açısı her bakımdan küçük burjuva görüş açısıdır, halkçılıktır, post-Marksizmdir; Marksizm-Leninizm’in ret ve inkarı ve tasfiyesidir. Diyalektik materyalist yöntem, hareket halindeki nesnel gerçeğin, somut tarihsel koşulların denetlenebilir verileri üzerinde bu vb. kavram ve kategorileri soyutlar, içeriklerini aydınlatır. Lenin’in dediği gibi “Bu sorunları laf ebeliğiyle geçiştirmeye çalışmaktan daha zararlı ya da ilkesiz bir tutum olamaz.” “Ezilenler” teorisine ve manipülasyonuna ve küçük burjuva hayalciliğine karşı Marksizm-Leninizm’in teorik temelini, ana ilkelerini ve tüm bunların bilinç ve ruhunu oluşturan proletaryanın komünist devrimci tarihsel-politik misyonunu savunmak Marksist Leninist komünistlerin görevidir.

“Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları birleşin!” şiarı bu bakımdan da anlamlıdır.
* * *
Komünist Partisi “ezilenler”in değil, proleteryanın politik partisidir. Marksizm-Leninizm halkın ideolojisi olmadığı gibi “ezilenlerin ideolojisi” de değil, proletaryanın ideolojisidir. Proletarya sosyalizmi ezilenlerle, ezilenlerin özgün talepleri ve hareketiyle özgün bir tarzda ilişkilenirken, hareketine de öncülük etme misyonunu pratik-politik duruşunda da enerjik bir tarzda somutlaştırmalıdır. Devrimci proletarya ezilenleri de kapsayacaktır. Fakat bu bir şeydir, proletarya partisini “halkın partisi”, “ezilenlerin partisi” ilan etmek ve göstermek farklı bir şeydir. Ajitasyon çalışmasında zaman zaman kullanılabilecek bu tür nitelemelerden, teori, ideolojik mücadele ve propaganda çalışması söz konusu olunca uzak durmak gerekmektedir. Hele de halkçı, sol liberal rüzgarların estiği, kafa karışıklığının arttığı dönemlerde ya da dönemeçlerde bu sorun çok daha büyük bir ilkesel, ideolojik ve politik anlam derinliğine sahiptir ve sahip olmak zorundadır. Komünist partisini hem proleteryanın partisi, hem halkın partisi, hem ezilenlerin partisi olarak tanımlamak eklektik ve orta yolcu tasfiyeci bir karaktere sahiptir. Bu tip yaklaşımların “21. yüzyılın sosyalizmi”ne doğru ileri bir adımı oluşturması bir yana, dahası, geriye, halkçılığa, post-Marksizme doğru tasfiyeci bir geri gidişi ifade ettiği kesindir. Sorunun özü komünist partilerin hangi sınıfın partileri olduğu sorunudur; proleteryanın mı başka sınıf ve kategorilerinin mi? Bu sorun öyle hafifsenecek, üzerinden atlanacak, geçiştirilecek bir sorun değildir; dahası yaşamsal önemde bir sorundur.

#
Devrimci Komünist partisi ve devrimci proletarya ezilenlerin (ezilen cinsin, ezilen ulusun, ezilen ulusal toplulukların, ezilen inançların, ezilen toplumsal kimliklerin) kavgasının başına da geçerek mücadelesini yönetir. Proletarya ve öncüsü, sınıfsal, ulusal, cinsel, toplumsal kimlikler etrafında ortaya çıkan her tür demokratik hareketin başında yer alır ve bu hareketleri kendi hegemonyasında birleştirir ve birleştirmelidir. Hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, proletarya dışındaki ezilen kategorilerin hiçbir hareketi sosyalist değildir ve olamaz da. Proletarya dışındaki ezilenlere ya da onun herhangi bir kategorisine sosyalist nitelik biçmek, sosyalizm mücadelesinden etkilenseler bile, onlardan sosyalizm mücadelesini vermelerini beklemek demek, teoriden ve tarihsel deneyimden açık bir uzaklaşma demektir.

Komünist hareket sınıf mücadelesi arenasında kendi öz kimliğiyle anlamlı bir güç olabilmek için, kendi strateji ve taktiklerini yaşama geçirebilmek için işçi sınıfı hareketi içerisinde anlamlı bir politik güç olmak zorundadır. Komünist hareket bunu başaramadığı sürece, diğer şeylerin yanı sıra, gelecek için de kendini inşa edemeyeceği açıktır. Bu durumda ise, onun politik varlığı anlamlı değildir ya da giderek tüm anlamını kaybedecektir. Proletaryayı temel almayan, iş, ekmek, adalet, eşitlik, özgürlük, barış diyen, azami programını, sosyalist görevlerini unutan, hadi diyelim ikincil plana süren, yalnızca proletarya ile değil, geniş emekçi kitlelerle de ciddi bağlar kuramayan, komünist işçi hareketi yaratma perspektifinden sapmış herhangi bir kuvvetin, “ama bizim çalışmamız zaten işçi sınıfı çalışmasıdır” (öyle ya, ne de olsa komünist hareket zaten işçi sınıfını temsil eder!) demesi ve demeye getirmesi, post-Marksizmin, “Ezilenlerin Marksizmi” tasfiyeciliğinin, halkçı oportünizmin etki gücünün tipik ve çarpıcı bir yansımasıdır. Bu aynı zamanda, komünist teorinin ve hareketin daima karşı çıktığı, eleştirdiği, “ideolojik öncülük” tezidir, sınıfın önderliğini “ideolojik önder”liğe indirgeyen halkçı oportünizmin teori ve pratiğidir. Bu teori (ve pratik), proletaryaya reddiye yazan küçük burjuvazinin, sosyalizm adına ortaya çıkan halkçı devrimciliğin sosyalizme reddiye yazan teorisidir. Biz komünistiz, dolayısıyla yaptığımız her çalışma zaten işçi sınıfı çalışmasıdır bakış açısı, kendiliğindenciliğin tipik teorileştirilmesidir; durumun teorisidir. (Vurgulanması gerekir ki, son çeyrek asrın yükselen değerleri içerisinde üzerine methiyeler dizilen temel değerlerinden birisini de kendiliğindenliğin yüceltilmesi, kendiliğindenciliğin teorize edilmesidir.)

Demek ki, dilin kemiği yoktur! Demek ki, maddi bir güç olarak, dünyayı değiştirecek tek sınıf olarak işçi sınıfını temel alarak, pratik tutarlılıkla sınıf hareketine bağlanmak yerine, söylemle, “çokluk”a, yani “ezilenler”e dönük söylem düzeyinde sosyalist politika yapmak; sınıf hareketine dayanan bir “söylem”, propaganda, ajitasyon, örgütlenme ve eylem yerine, sosyalizm adına çokluğa (“ezilenler”e) dönük genel politika yapmak Marksizm-Leninizm değil, post-modernizm, post-Marksizmdir. Demek ki maddi olarak sınıf hareketine dayanan, sınıfın önderlik misyonu temelinde emekçilerle, ezilenlerle ilişkilenmenin reddi tipik bir oportünizm ve inkarcılıktır. Demek ki bu, sınıf siyasetinin tasfiyesi, sınıfa dayanarak ezilenler dünyasına önderlik etme siyasetinin tasfiyesi; sınıfın, herhangi bir devrimci özne olarak ele alınması; sınıfın, diğer sınıf ve tabakalar karşısında özel, temel, ayrıcalıklı tarihsel misyonunun ve güncel pratik duruşunun yadsınmasından başka bir şey değildir.
Demek ki, teori ile pratiğin birliğine (söz ile eylemin birliği!) dayanmayan, işçi sınıfına dayanmayan, ısrarla, istikrarlı bir tarzda komünist işçi hareketi yaratmaya yönelmeyen ve dayanmayan, biz zaten komünistiz, komünist hareketin çalışması zaten işçi çalışmasıdır özlü tez, halkçı oportünizmin ideolojik öncülük (ki bunun bilinen en önemli ve başta savunucusu Mahir Çayan’dır) teorisinin, stratejisinin, taktiğinin, daha güncel olarak, tasfiyeci post-modernizmin damgasını taşımaktadır.

Komünist hareketin temel ve bağlayıcı belgelerinde vurgulandığı gibi: “İşçi hareketinin dışında doğan komünist hareket, bütün gelişim evreleri boyunca teorisinin proleter sınıf karakterine ve programının odağında proletarya durmasına karşın, proleter sınıf hareketine dayanan bir politik güç olamamıştır. Bu çelişkili durum komünist hareketi kesin bir yol ayrımına getirmiştir. Ya teorisi ile programı ile eylemi arasındaki devrimci tutarlığı sağlayarak, proletarya hareketine sıkı sıkıya bağlı, öncü politik hareketi, devrimin önderi gerçek bir politik sınıf partisi olarak gelişecek ya da başka yola girecektir. Bütün tarihi boyunca yaşadığı çelişki, en keskin biçimde kendini göstermekte ve çözümünü dayatmaktadır.

Komünist hareket bu çelişkiyi, teori ve programının gösterdiği yolda çözecek devrimci iradeyi ortaya koyma görüş açısı ve kararlılığına sahiptir.” “Stratejik planımızın öncelikli hedefi, işçi sınıfı içinde gerçek bir çekim merkezi haline gelmek, komünist partisini inşa etmek, devrimci bir işçi hareketi yaratmaktır. İlk öncelik budur. Stratejinin diğer tüm sorunlarını ancak buna bağlı çözümleyebiliriz.” “…burada bir kez daha, işçi sınıfı saflarındaki komünist çalışmanın güçlenmesinin aynı zamanda stratejik önderliğin en önemli sorunlarının da çözüm anahtarı olduğu gerçeğine geliriz. Stratejik önderliğin geliştirilmesi bakımından da, sınıf içinde yoğunlaşma hattında ilerlemeliyiz.”

“Bugün taktik planımızı saptarken, en temel sorunun, tıpkı stratejik planda olduğu gibi, işçi sınıfı hareketi içinde belirli ve az çok politik bir gücü elinde bulunduran komünist bir partinin henüz bulunmaması olduğu açıktır.” Bu sözler yaklaşık yirmi yıl önce söylenmiştir. Birlik devrimi ve partileşme atılımıyla bunu başarabilecek ve başarmak için de yeni bir sürece girmiş olan hareket, bu misyon ve iddiasının arkasında duramadı. “Komünistler, ana güçlerinin kesin bir kararlılıkla ve duraksamaksızın işçi sınıfı içerisinde çalışmaya teksif etmekle yükümlü oldukları halde, bunu yapamamışlardır.” “Bu noktadaki her tereddüdün, her yalpalamanın, her zikzakın, davaya çok büyük ve onarılamaz zararlar vereceğinin bilinç ve sorumluluğuyla hareket edeceklerdir. Komünist hareket programı ve teorisinde vurgulanan öncülük iddiasını, tamamen bilinçli ve iradi bir biçimde sınavdan geçirecektir.” gibi son derece net, güçlü, parlak, çarpıcı vurgulara karşın, söz ile eylemi arasında bir tutarlılık sağlayamamıştır. Bu, açıkça sınıfta kalmadır. Vurgulanan irade sınavdan geçmiş ve yeni dönemin ilk evresinde, güçlü ve olumlu olan yönelim, giderek terk edilmiş ve yeni dönemin deneyimi de pratik bakımdan açıkça başarısız olmuştur.
Stalin’in şu sözleri yol göstermelidir bizlere: “Yoldaşlar, belli bir grubun, belli bir eğilimin, belli bir partinin devrimci ruhu, sözler ve yaptığı açıklamalarla sınanamaz. Belli bir grubun, belli bir eğilimin, belli bir partinin ruhu, yaptığı işlerle, patiği ile, pratik planları ile sınanır. Ne kadar çarpıcı olursa olsunlar, yapılan işlerle desteklenmemişlerse, uygulamaya konulmamışlarsa, sözlere ve açıklamalara inanılamaz.” Ele aldığımız konuda, aradan geçen iki on yıla yaklaşan tarihsel deneyimlerimiz, belgelerde ortaya konulan çarpıcı ve parlak perspektifi fiilen büyük bir oranda, esasen terk ettiğimizi, bu kararlılığa sahip olmadığımızı keskin bir tarzda ortaya koymuştur. Sağa sola çekilecek bir yanı da yok bu tablonun. Teori ile pratiğin tutarlılığı üzerine söz söylerken, söz ile eylemin bu kadar açılmasının, ortada bir parti tarzı olmadığını, böyle bir tarz geliştirilemediğini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu, bir sonuçtur.

Asıl sorun, buna yol açan önderlik anlayışı, çalışma tarzı, zihniyet vb.nin eleştirel açığa çıkarılması ve giderilmesidir. Bir atasözünde dille geldiği gibi: “Çıngıraklı deve kaybolmaz.” Gerçek durumun anlaşılmasını, bilince çıkarılmasını, dersleriyle donanmayı engelleyen zihniyetler, hangi biçim altında ortaya çıkarsa çıksın, artık gözden kaçamaz. Tarihsel deneyim bir kez daha kanıtlamıştır ki, dar pratikçi, idareimaslahatçı bir önderlik anlayışı ve çalışma tarzıyla da bu ve benzeri sorunlar çözülemez. Biçimsel kalan, tutarlılıkla yolunu açmayan özeleştiriler de durumu kurtaramaz. Yeni tip tutuculuğun, yedi, hatta yetmiş yedi canlı eskinin yeni dönemde, yeni içinde tutunarak kendini üretmesinin ve baskın hale gelmesinin ve kendini örtülemesinin ifadesi olan ajitatif “parti tarzı” söylemiyle de, “doktrinerizm”e, “dogmatizm”e çatarak da artık durumu kurtarmak olanaklı değildir. “Parti tarzı” bir hedeftir, en ileri anlamını ve anlatımını da Birlik Devrimi atılımında ve partileşme kazanımında buldu ama ne yazık ki, kendini üreterek geliştiremedi. Kendi içsel zaaflarımız bunu önledi. Bu hedefin kazanılması ve sürekli de geliştirilmesi gerekmektedir.

Köklerimiz Suphi’lerin TKP’sine uzanır. Bu bir yana, 71 devrimci hareketinden bu yana, kesintisiz diyebileceğimiz bir tarih var geride. Haydi, buna “40 yıllık tarih” diyelim. Bu, 40 yıllık yaşanmışlık, 40 yıllık deneyim demektir. Komünist hareketin doğuşu bağlamında, 79’u dönemeç olarak alacak olursak, geride bıraktığımız tarih, 30 yılı aşıyor. Birlik Devrimi’nden bu yana alacak olursak, 20 yıla yaklaşan bir tarih var geride. İşin neresindeyiz? Daha derin, bütünlüklü bir eleştiri ve özeleştiriyle tarihin dersleriyle silahlanıp sürece müdahale etmek gerektiği açık değil mi? Evet, açıktır. Başarı ve kazanımlarımıza sahip çıkarken, hata, zaafla ve eksikliklerle açık ve kesin hesaplaşacağız. Ancak böyle ilerleyebiliriz. Çağın en iyi bilim insanlarından biri olan A. Einstein’in şu değerli sözleri kulağımıza küpe olmalıdır: “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” Oysa biz, bu kadar düşüncesiz değiliz.

“Sorunlar, onları yaratanların mantığı ile çözümlenemez.” O halde, tarihsel kazanımlarımıza da dayanarak köklü ve ilkeli bir zihniyet devrimi ile sorunları çözmek zorundayız; çünkü sorun “teorik ve pratik” zihniyette ifadesini bulmaktadır. “Zorlukların göbeğinde fırsatlar yatıyor.” Bu zorluklarımızı aşabiliriz ve aşmalıyız; zorluklar, onlara karşı mücadelede yeni bir enerji uyandırır ve komünistleri biler sadece. Küçük burjuva oportünist zaafları ve yönelimleri açıkça görmek ve bundan acilen en kesin biçimde kopmak lazım. Tarihsel eylemimizin berrakça açığa çıkardığı gibi, artık, bugüne kadar geldiğimiz gibi gidemeyiz. Bir biçimde kendini “tekrarlamak”, politik mücadelenin gerisine düşmeye ve niteliksel aşınmaya götüren bir tekrara ihtiyaç yoktur. Tarihsel kazanımlarımıza dayanacağız, zaaflarımızla hesaplaşacağız, daha gelişkin bir nitelik kazanarak yürüyeceğiz. Biliyoruz ki, öncü, ancak kendisini ilkeli bir şekilde eleştirerek, tarihin dersleriyle silahlanarak ilerleyebilir.müze

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Program ve stratejisine bağlı kalarak ve derinleşerek, stratejisine uygun bir taktiksel gelişme hattında ilerleyerek bu sorununu ve sorunlarını çözebilir ancak. Teorisi, programı, stratejisinden her ayrılış ise onu öz çizgisinden ve misyonundan uzaklaştırır. Ve evet, bunu daha önce vurgulanmış olan söz konusu yol ayrımına, başka bir şey haline gelme yoluna bir biçimde girilmiştir de. Devrimci Komünist hareket bu zaaflı ve tehlikeli gidişine dur demek, tarihin dersleriyle silahlanıp, birlik devriminin zihniyet ve temel çizgisinde silkinip kendisine gelmek misyonuna, iddialarına bağlı bir gelişme yoluna girmek, bütünsel yenilenme, yeni bir “birleşik devrimi” atılımı ile ilkeli bir şekilde yürümek zorundadır. Birleşik devriminde dile gelen zihniyet, yenilenme, atılım, irade tek bir atılımdan ibaret değildir ve olamaz da.

Devrimci Komünist hareket mücadelenin gelişimi seyrinde yeniden ve yeniden kendini fethederek aşmakla yükümlüdür. Soruna herhangi bir görüş açısından değil de, salt Marksizm-Leninizm açısından bakacak olursak, ki Devrimci Komünistlik iddiası kesinkes bunu gerektirir, yeni tip sol liberalizmin “ezilenler” teorisi ve propagandası nihai olarak sırtını kapitalizme yaslamış küçük burjuva demokrasisinin proletaryanın teori ve pratiğine, proletaryanın tarihsel eylem ve kazanımlarına karşı yönelttiği reddiye hareketidir. Marksist-Leninist söyleme büründürülerek lanse edildiği gibi, bu kavram ve teori, ne öyle masumane bir kavramdır ne de öyle yeni bir “bilimsel” açılımdır. İşin özü ve özeti, “ezilenler” teorisi proletaryanın ve teorisinin tasfiyesi, burjuva demokratizmine ve küçük burjuva demokrasisine doğru bir geri dönüştür.

Türkiye, örneğin bir 70’lerin ve 80’lerin küçük burjuvalar ülkesi olan Türkiye’si de değildir artık. bunu idrake çıkartamayanlar sınıf mücedelesinin gerine düşmeye mahkumdurlar ve pratikte bunu kanıtlamaktadır. Bu ortodoks küçük-burjuva baylar değişik bahanelerle sınıf mücadelesinden emekliliklerini talep etmekte ve utangaç bir kaçışın günahını Devrimci Komünistelre yükleyerek kenara çekilmekte ve vicdanlarını huzura kavuşturmaktadırlar. Türkiye bir küçük burjuvalar ülkesi olmaktan çıkmıştır. Türkiye, bugün dünle kıyaslanmayacak kadar çok daha burjuva ve çok daha proleter bir ülkedir. Derinlik ve kapsamı itibari ile devrimimiz örneğin bir Rusya, bir Çin devrimlerinde olduğu gibi ya da bir Komünist Enternasyonal’in 1928 Programı’nda çizilen burjuva demokratik devrimlerin derinlik ve kapsamına sahip değildir ve olamaz da.

Türkiye’de kapitalizmin gelişme derecesi, sınıfsallaşma tablosu Rusya-Çin-28 Programı gerçekleri ve tablosundan çok daha gelişkindir, keskindir; keza böylece, çözmemiz gereken burjuva demokratik görevlerin çerçevesi de daha dardır ve Türkiye’de demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş daha özgün, daha hızlı, daha güçlü gerçekleşecektir. Bu bir kehanet değil ve fakat bilimsel bir gözlemlemedir, diyaletik materyalist bir analizdir. Bunun aksini iddia etmek ya cahillik ya da hainliktir. Bu tablo içerisinde, proletaryanın çözmekle yükümlü olduğu ve üzerinden atlayarak geçemeyeceği demokratik görevler tüm önemine karşın, bu görevler, bugünün Türkiye’sinde proletaryanın sosyalist ve komünist amaçları karşısında çok daha ikincil ve geçici görevler olarak durmaktadır.
Ülkemizde tasfiyecilik, sorunun sınırlı kavranışının da bir sonucu olarak klasik anlamda illegal örgütün tasfiyesi olarak anlaşılmaktadır ve tasfiyeciliğe bu temelde bir karşı duruş gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. İllegal örgütün tasfiyesi, gözden düşürülmesi tasfiyeciliğin en önemli unsurlarından olsa da, sorun çok daha geniş bir içerik ve kapsamda yaşanmaktadır. Asıl olarak tasfiyecilik, devrimci kadroların iktidar perspektifini yitirmelerinden beslenmektedir ki bu perspektifi verecek olan devrimci özneden başkası değildir. Tasfiyecilik olgusunun tarihsel kökenleri ve ortaya çıkış koşulları anlaşılmadan tasfiyeciliği kavramak da ona karşı mücadele etmek de olanaklı değildir.
* * *
Mezhepsel bir algının illegal örgüt yerine ikame edilmesi, parti enflasyonunun meşrulaştırılarak devrimci parti niteliğinin gözden düşürülmesidir. Dinsiz tarikatın mihrabına yüz süren bir anlayış tam da tasfiyeciliği açıktan körükleyen ve geliştiren anlayıştır. Sınıfın çıkarlarını değil, küçük burjuva tüccarın dükanının çıkarları gündeme gelmiş ve kendi tarikatı her şeyden önemlidir onun için, hatta sınıf bile onun çıkarlarına uyarlanmalıdır. Devrimcilerin kendi örgütlerine karşı oluşan güven bunalımı, onları düzene bağlayan en önemli faktör durumundadır.

Düzenin sınırlarına çekilmek olarak tarif ettiğimiz tasfiyeciliğin bir diğer görünümü ise kitle eylemlerini kadro eylemleriyle aynılaştıran eğilimdir. Buradan da anlaşılacağı gibi tasfiyeciliğin iki yönünden bahsedebiliriz. Birincisi kitle eylemlerinin peşinden sürüklenmektir. İkincisi ise kendi eylemlerini kitleler adına gerçekleştirmektir. Birinci durumda alenen bir tasfiyecilik ve örgütün sendika düzeyine indirgenmesi; ikincisinde ise kadroların yıpratılması söz konusudur. Kendisini örgüt faaliyetiyle sınırlandıranlar ise farklı bir tasfiyeciliğe yönelirler. Bu kesimler ya teorik sorunların çözümüne kendilerini adarlar ya da sözde en büyük tasfiyecilik karşıtı olma edasıyla, güya sıkı bir örgüt kurma iddiası ile devrimcilerin dahi ulaşamayacakları derinliklere çekilip saklanırlar. Böylece gündelik politikadan, dolayısıyla oportünistlerden kendilerini yalıtırken, devletin baskısından da uzaklaşmış olurlar. Gündelik politika yürütenlere akıl vermek, kimi belli gün ve haftalarda anmalar yapmak yani takvim devrimciliğini meslek edinmek esasen en gözde politik faaliyetleridir.
Tasfiyeciliğin başka bir göstergesi de kitle örgütlerinin devrimci ya da komünist yapıların siyasi sözcülüğünü üstlenmesidir ki bunun tek sonucu devrimci örgütün siyaseten emekli edilmesinden ibaret değildir. Ve bu durum bir kere başladı mı, o kitle örgütüne kimin üye olup olmayacağı da belirlenmiş olur. Böylece tasfiyeciliğin bir diğer yüzü olan kitle örgütlerini daraltıp işlevsizleştiren ‘siyaset yasakçılığıyla’ karşılaşmış oluruz. Oysa kitle içinde devrimci çalışma yapmak isteyen komünistler, devrimciler örgütünün kapılarını sıkı sıkıya kapatırken, kitle örgütünün kapılarını sonuna kadar açarlar. Siyasi fikirleri yüzünden kimseyi dışlamazlar. Liberal, uzlaşmacı fikirlere dahi siyaset yasağı koymak kendi siyasi düşüncelerine üstü örtülü bir güvensizliğin de işaretidir. Bunu yayınlarda daha açık görmek olanaklıdır. Devrimci olma iddiasında olan ya da Komünist partisiyim diye ortaya çıkmış olan bir çok samimi dinamikte merkez yayın organı tali kılınmış ve doğrudan açık alan yayını merkez yayını olarak kullanılır hale gelmiş bulunuyor. Bunda açık net ve israrlı bir tutum vardır. Bu durumun bazen istemden ama arzu etmekle yapabilme kapasitesini birbirine karıştıran önder kadroların yetersizliğinden kaynaklandığı da biliniyor. Teknolojinin olanaklarını kör bir şekilde reddeden ”tarikat şeyhleri”, yayın hayatına katamadıkları ve katsalar da sınıfa ve emekçi kamuoyuna ulaştıramadıkları ”illegal” yayınlarını üç beş adet bastıktan sonra bunun bir örneğini legal yayınlarında verme kolaycılığına kaçmakta ve farkında olarak ya da olmadan tasfiyeciliği örgütlemektedirler.
Tasfiyeciliğin Panzehiri Birleşik Devrimci Cephedir.
Tasfiyeciler, kitle örgütlerini herkesten ayrı tuttukları gibi, eylemlerini de ayrı tutmakta bir sakınca görmezler. Bugünün sol tasfiyecileri, örgütü korumak adına örgütü siyaset dışında tutarlar. Sağ tasfiyeciler için de benzer durum söz konusudur. Bütün yasal sosyalist partilerin kuruluşlarına baktığımızda, bunun taktik bir adım olduğu söylenerek ve içinden geçilen dönemin özellikleriyle açıklanarak gerekçelendirildiği görülür. Ancak unutulmamalıdır ki yaşadığımız bu çok yönlü tasfiyeci dalgaya zemin hazırlayan bir gericilik dönemidir. Ancak bu gericilik döneminden geri çekilerek değil, daha ileri bir politik mevziye sıçrayarak çıkılacağı açıktır. Zira bu aslında bir çöküşün, yok oluşun ama Devrimci Komünistler için değil tam tesine reformizm ve narodnizm için bir yok oluş sürecidir. Tek sorunumuz sınıfın en ileri kesimleri nezdinde itibarı olan devrimci bir önderliğin olmayışı değildir. Gericilik döneminin yarattığı tabloya uygun olarak devrimciler hızla siyasetten uzaklaşmaktadır. Sorumluluklarını liberallere havale etme eğilimindedirler. Devrimcilerin kendi deneyimlerinden ders çıkarmalarını engelleyen kibirli ve sekter tutumları geçmişin muhasebesini yapmayı da güçleştirmektedir.
Devrimci örgütlerin siyasal ve örgütsel bağımsızlığının altını oyan tasfiyecilik, işçi sınıfı içinde yürütülen çalışmanın önündeki en önemli engellerden biridir. Düşmana karşı zorunlu ve meşru bir yöntem olan illegal çalışma yöntemleri terk edilerek legalist bir zeminde duran tasfiyecilerle, siyasal mücadeleyi sadece buna indirgeyenler aslında aynı çizgide buluşmaktadır. Sonuçta alanı legalist ve reformist akımlara terk etmektedirler.
Bu tablonun ortaya çıkmasının zeminini hazırlayan uluslararası komünist ve işçi hareketinin tarihine baktığımızda tarihsel önemde iki yenilgiden bahsedebiliriz. Birincisi Paris Komünü yenilgisi, ikincisi Ekim Devrimi’nin yenilgisidir. Paris Komünü yenilgisi 1. Enternasyonal’in sonunu hazırlamış, 2. Enternasyonal oportünizminin yeşerdiği zemini hazırlamıştır. Aslen tasfiyeciliğin şekillendiği ve sosyalizme ihanetin kök saldığı yerde burası olmuştur. Tarih burada tersine döndürülmek istenmiş ancak sınıfın bilinçli iradesi karşısında bu gerçekleştirilememiştir.
Ekim Devrimi’nin yenilgisi hakkında devrimci harekette ortak bir saptamaya rastlamak olanaklı değilse de, devrimin öznel zaaflar nedeniyle yenilgiye uğradığı açıktır. Tarihsel önemdeki yenilgilerin ardından, mutlaka komünizm karşıtı bir akım yeşermektedir.

Ekim Devrimi ve Komünist Enternasyonal’in yenilgisi de 2. Enternasyonalciliğin canlanmasına neden oldu. 2. Enternasyonalcilik, o günden bugüne kadar da değişik biçimlere bürünerek devrimci ve komünist hareketi etkisi altına almaya devam etmekte. Mücadelemizin aslı da budur ve bu olmaya devam edecektir. Yaşadığımız topraklarda bunun yansımasına baktığımızda TKP’nin, örgütsel ve ideolojik olarak Komünist Enternasyonal’in bir ürünü olmasına rağmen, takipçilerinin kuruluşunda referans aldığı ilke ve amaçlara uymadığını biliyoruz. TKP adını sık sık ansalar da, takipçilerinin onun ideolojik, programatik yaklaşımlarını toprağa gömmeleri yine tasfiyeciliğin başka biçimi olarak görülmelidir. Mustafa Suphi çizgisiyle Şefik Hüsnü çizgisinin birbiriyle bağdaşmaz olduğu gerçeği artık bir bilinmezlik olmaktan çoktan çıkmıştır.

Birincisinin temsil ettiği Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresindeki çizgi ile Şefik Hüsnü’nün tutumunu onaylayan Beşinci Kongre ve sonrasını da ayırt etmek artık çok güç değildir. Komünistlerin Birliği de bu süreklilik ve kopuş ilişkisi çerçevesinde şekillenecektir. Nasıl ki 1871-1914 arasında bir dizi ülkede ortaya çıkan işçi hareketindeki yükselme ve ulusal devrimci durumlar 2. Enternasyonal oportünizmini ortadan kaldırmaya yetmediyse, Ekim Devrimi’nin yenilgisini takip eden olumlu gelişmeler de, en açık ifadesini 1928 programında bulan ulusal sosyalizmin gelişmesini ve 2. Enternasyonal Marksizminin yeniden canlanmasını engelleyemedi.
Burada tasfiyeciliğe karşı en önemli panzehirin ne olacağı sorunuyla karşı karşıya geliyoruz. Tarih önündeki bu devrimci görevin kaçınılmaz yakıcılığı karşısında ne yapılacağı konusundaki kaos tüm varlığıyla yanıt bekliyor. Burada ülkemizin tüm komünist dinamiklerinin tek bir parti çatısı altında toplanması gibi bir tarihi sorumluluğun yanısıra asli panzerein daha geniş çeperli bir birlikteliğin olduğu bir gerçektir. O da BİRLEŞİK DEVRİMCİ EYLEM CEPHESİ şiarının kaçınılmaz yaşamsal bir dayatma olarak önümüzde durduğu, bu gerçeğin sınıf ve ona tabi olan emekçiler mücadelesinde, kitleler nezlinde güven unsurunu içerdiği ve olmazsa olmazlarımızdan biri olduğudur. Devrimci Komünistler, her fırsatta ısrarla ve bıkmadan usanmadan bu gerçeği vurgulamaya ve en geniş devrim cephesinin oluşturulması bunun Orta-Doğu ve Kafkasya ile Balkanlar sathında birleştirilmesinin zorunluluğunu vurgulamaya devam edeceklerdir. Tasfiyeciliğe ve emperyalist uşaklığa karşı kaçınılmaz gerçeğimiz budur. Devrimci Komünistler için bu gerçeğin tek bir önkoşulu varıdır ki, o da EYLEMDE BİRLİK VE AJİTASYON -PROPAGANDA DA SERBESTLİK ilkesine dayalı ilkeli bir birliğin oluşturulmasıdır.

Ülkemizde Tasfiyeceilik Dalgası 1968 Devrimci Çıkışının ve Onun Devrimci Kitle Tabanında Yarattığı 1980 Direnişinin Yok Sayılmasına Dayalı Olarak Gelişmektedir. Köklerini 12 Mart öncesinde bulan THKO, THKP-C ve TKP-ML’nin ana damarını oluşturduğu ’68 kopuşunu ifade eden akımlardan, THKO en erken tasfiye olanıdır. Ondan türemiş olanlarsa teker teker tasfiye yolunu tutmuş ve fakat içinden örgütlü ya da örgütsüz dinamiklerin ortaya koyduğu tasfiyecilik karşıtı bir duruş olmuşsa da çeşitli vesilelerle kesintiye uğramıştır. ( BU KONUYA AYRI BİR YAZIDA DAHA DETAYLI OALRAK YER VERİLECEĞİ İÇİN BURADA AYRINTILARA GİRİLMEMİŞTİR. ) TKP-ML ise bölündükten sonra da ayrışma eğilimlerini sürekli taşımaktadır. İlk ayrışmadan itibaren kendi köklerinden hızla uzaklaşan TKP-ML hareketi ise, nihayetinde adını da bir kenara bırakarak MLKP’nin temel bileşeni haline geldi. Hakim birlik eğilimlerini yansıtan MLKP, parti hedefiyle kurulmuş parti öncesi örgütlerin birleşmesinden doğmuştur. Bu bakımdan diğer parti projelerinden olumlu yönde bir farklılığı ifade etse de, bu birlikte yer alması gereken iki parçayı birleştirememesi, bunlar üzerinde politik bir etki yaratamaması, işçi ve emekçiler bir yana potansiyel parti güçleri için mevzi olarak görülmemesi sonucunu doğurmuştur.

Yani ölü bir çocuk doğmuş ve gerek ülke sathında, gerek bölgesel planda ve gerekse uluslararası planda bir iddia ifade edememiş bu başarısızlığın bir sonucu olarak da legal alana eğilimler temelinde yarı tasfiyeci konuma doğru ilerlemiştir. THKP-C Kökenli gruplarda ise durum daha da vahimdir. Türevinin türevini üretmede hızla ilerleyen bu kanat, devrimci hereketin kuşkusuz ki önemli bir yanını ifade etmektedir. Ancak tasfiyeciliğin her özelliğinden nasibini alan bu kanat, gelinen noktada sol sekterizmin türevlerinden, Narodnizme ve oradan sağ oprtünist -reformist türevlere kadar her çeşidi üretmiştir.
Bugün yeni ve kapsamlı bir tasfiye dalgasından söz etmek; aynı tasfiyeci sürecin 12 Eylül sürecinin bir devamı olarak değerlendirilmesi anlamına gelir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 12 Eylül tasfiyeciliği esas olarak ’68 kopuşunu gerçekleştiren üç ana akımın takipçileri üzerinde etkili oldu. ’68 Kopuşu, devrimci bir çıkışı ifade etse de oportünizmden kesin ve net bir kopuşu temsil etmemiştir. Zaten bu kopuşu gerçekleştiremedikleri için, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresindeki çizgiye bağlı bir partiyi yaratmayı hedeflemedikleri için, üç ayrı örgüt kurmalarından da anlaşılacağı gibi, Komünist Enternasyonal kararlarını referans alarak oportünizmden köklü bir şekilde kopamamışlardır. Bu nedenlerden dolayı bu akımlar ve türevleri sağ ve sol oportünizm çerçevesinde şekillenmişlerdir.
Altmışların ikinci yarısı bir politik atılım dönemine sahne olmuş, ardından ’71 yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Aynı şekilde 70’lerin ikinci yarısında tekrar yükselen hareket, ’68 den gelen yorgun ve yılgın kadroların hareketi ve ihaneti olarak da dillendirilebilinir. Bunda hiç kimsenin terddütü olmamalıdır ve bu felaket sadece THKO ve TDKP nin başına gelmemiştir. 12 Eylül yenilgisiyle topyekün yüz yüze kalınması bunun en çok kanıtı ve ifadesidir. Askeri faşist diktatörlük , devrimci hareketi topyekün, örgütsel, politik ve ideolojik olarak da bir yıkımla karşı karşıya getirmeyi başarıyla hayata geçirmiştir. Alınan yenilginin etkisiyle yapılan sorgulamalar ise, tam bir liberal savrulmayla sonuçlandı. Devrimciler liberal dalgaya yanıt vermeyi değil, savunmaya geçerek kendilerini ayakta tutmayı tercih ettiler. İşçi hareketindeki kıpırdanmayla dönemin sona erdiğini düşünerek muhasebeyi bir kenara koydular. Denilebilir ki, ’80’ler devrimci hareketin mevzilerini dahi koruyamadığı, ciddi bir yenilgi aldığı, burjuvazi açısındansa korkusunu yenmenin rahatlığıyla hareket ettiği bir dönem oldu. Ancak kısa bir süre sonra burjuvazinin komünizm korkusu yerini ‘bölücülük’ korkusuna bıraktı. Buna karşılık, uluslararası planda Gorbaçov’un estirdiği liberal dalganın da etkisiyle, 12 Eylül saldırısında devrimci iradesini kaybedenlerin başlattığı legal parti tartışmaları, devrimci harekette yeni bir tasfiyeci dalgasının yolunu açtı.

PRESTOYKA’NIN ETKİSİ VE LEGALLEŞME SÜRECİ
Legalist tasfiyeciliğin gizli örgütün reddi, Bolşevik parti örgütlenmesinin rol ve öneminin küçümsenmesi veya yeraltı örgütünden vazgeçerek onu tasfiye ederek yerine yasallık çerçevesinde şekilsiz birlikler kurmak olduğu hatırlanırsa, üç döneme ayıracağımız legalist tasfiyeciliğin üçüncü dönemi, fiili olarak tasfiyeciliğin gündeme geldiği bir dönemdir. Sosyalistlerin birliği tartışmalarının yapıldığı, grev tabusunun ilk kez kırıldığı bir döneme rastlayan legal tasfiyeciliğin birinci dönemi (zaten önceden TBKP’ye dönüş olan) TKP’nin tasfiyesiyle sonuçlandı. Aynı döneme eşleşmeli olarakta TDKP’nin fiili tasfiyesi ile EMEP’leşme süreciyle ifadesini buldu.
’89 Bahar eylemleri ve Zonguldak yürüyüşüyle işçi hareketinin toparlanmaya başladığı ikinci dönem ise Körfez savaşıyla noktalandı. Bu dönem artık legalistlerin bayrak açtığı ve devrimci avına çıktığı, bir çok alandan fiili saldırı haberlerinin geldiği bir süreç olarak şekillendi. Yurt içi ve dışında ağır bir hesaplaşmanın yaşandığı bu süreçte dervimci dinamikler ve komünist güçler ağır yaralar aldı ve ciddi kayıplar verdi, erozyonlar yaşadı. Dayanıksız unsurlar açık karşı devrim saflarına kadar sürüklendi. İhanetin her biçiminin yaşandığı bir zaman dilimi olarak ülkemiz ve ulusarası komünist ve devrimci harektin tarihine kazılan bu dönem ağır kayıpların verildiği bir dönem oldu.
Legal particiliğin üçüncü döneminde HEP’in SHP gölgesi altında meclise girmesini gördük ama bundan daha ötesi vardı ki o da DSP ittifakı önerenlerin SHP’den milletvakili aday listelerinde dolaştığı gerçeğiyle karşılaşmaktı. ’90 başlarında hem işçi hareketinin yükselişe geçmesi hem de Kürt hareketinin yarattığı serhıldanlara rağmen önderlik boşluğundan kaynaklı olarak, hareketin sürekliliği sağlanamadı. Bu dönemde tasfiyeci ihanet, başka bir kisve altında ve farklı dinamiklerle etkisini sürdürdü. Üçüncü dönemin en önemli özelliği sadece uzak geçmişlerinde değil, yakın geçmişlerinde de tasfiyeye direnen akımları kuşatma altına almasıdır. Bundan en ağır etkilenen belli başlı hareketler ise TKP, TDKP ve Dev-Yol çevreleri ile TKP/ML çizgisinin belirli kanatları oldu. Kendini daha ’80 de fesh eden Kurtuluş çevrelerinden de legalist ihanete dört elle sarılan önemli bir kesim çıktı ve tasfiyeciliğe taze kan taşıdı. ’95 Başlarında işçi sınıfının varoşlarda biriken öfkesinin beklenmedik bir anda Gazi’de ortaya çıkması ve İstanbul’un varoşlarında da destek bulması, devrimci harekette moral üstünlük yarattı. Ne var ki ortaya çıkan başkaldırının devrimcileri hazırlıksız yakalaması ve sürecin yönlendirilememesi, geri çekilmeyi beraberinde getirdi. Devrimci hareket, ortaya çıkan dinamiği değerlendirme ve ona uygun tutum takınma yerine, liberal sol hareketin başını çektiği dalgaya teslim oldu.

’96’nın 1 Mayısı’yla yoğunlaşan ikinci tasfiye dalgası, ideolojik politik saldırılarla devam etti ve giderek devrimci hareketi etkisi altına aldı. Legalist particiliğin üçüncü döneminde ÖDP’nin ve EMEP’in kurumsallaşmasıyla örgütsel tasfiyecilik de son merhalede resmen gerçekleşmiş oldu. Kurtuluş, Emek, Troçkistler, TKP ve bağımsızlara Dev-Yol‘un da katılmasıyla, Kuruçeşme bileşenlerinin büyük kısmının tasfiyesi gerçekleşti. Böylelikle Dev-Yol’un sancılı partileşememe krizi de son bulmuş oldu. Daha önce örgütlerini ve inançlarını terk etmiş bağımsız aydınlar da bu tasfiyede hülle rolünü başarıyla yerine getirdiler. Bu dönemin diğer bir unsuru olan ve Komünist Enternasyonal’in 21. koşulunu karşılamayan bir parti olmasına rağmen illegal varlığını koruyan TDKP, sınıfın ayrıcalıklı kesimlerinin çıkarlarını bütünsel çıkarlarının üstünde görmesi, uluslararası çıkarları yerine ulusal çıkarlarını savunması yüzünden ivmelenen bir tasfiye sürecine girdi. Açıktır ki komünist siyasetten uzaklaşanlar tasfiyeciliğe yaklaşacaklar, sonunda devrimci örgüte ihtiyaç duymayacaklar ve devrimci örgütten kurtulmaya çalışacaklardır. Bugün sokakta ve meydanda ya da mekan basarak Devrimci Komünistlere yönelik, sosyal faşist saldırılarını durdurmakta içsel sıkıntılar yaşayan ve hırsına hakim olamayan EMEP’ te görülen bu histerinin aslıda buradaki gerçekliği de budur.
Bu dönemde burjuvazi liberal harekete düzen içi kanallar açarken, devrimci hareket üzerindeki özel ve yaygın terörünü sistemleştirdi. Bu dalgaya direnenler ‘legal parti doğru mu yanlış mı?’ tartışmasına odaklanırken bu girişimlere karşı tutum almakla bu dalgayı püskürtebileceklerini sandılar. Ne var ki bu tutum devrimci dinamizmi bir ölçüde ayakta tutsa da hareketin ileri çıkmasının dinamiklerini yaratamadı. Zira direnç temeli komünist karakterde değil tam tersine küçük ve kent orta burjuvazisnin ideolojik ve kültürel etkisinde ilerleme kaydetti. Ortaya çıkan tüm sosyalist akımlar kendilerini enternasyonal bir hareketin parçası olarak görmelerine ve sosyalistleri birleştirmek için yola çıkmalarına rağmen, bolşevizmin ve Komünist Enternasyonal’in kuruluş ilkelerini referans almadıkları için bu süreçteki birlik girişimleri tasfiyeyle sonuçlanmıştır. Devrimci hareketi kötürüm bırakan neden, gelip geçici politik örgütsel yetmezlikler ve zaaflar değil, tarihsel arka planı da olan, ideolojik ve örgütsel zaaflardır. Burjuvazinin ideolojik, politik etkisinden bağımsızlaşarak iktidar perspektifiyle mücadele yürütülmemesidir. Programatik düzeyde demokrasiciliğin, politik düzlemde burjuva muhalefetin peşinden sürüklenmenin, örgütsel bakımdan sekterliğin temel nedeni, bağımsız devrimci bir çizgiye sahip olunmamasıdır.
Bugün önderlik boşluğunu daha da görünür kılan neden, mevcut örgütlerin çok yönlü bunalım ve tıkanıklık içinde olmasıdır. Buna politik ufuksuzluğu, örgütsel kısırlığı ve amatör çalışma tarzını da eklersek mevcut durum daha iyi anlaşılmış olur. Düşman karşısında açıkta durmayı, komünistliği meşrulaştırmak adına soysuzlaştırmaktan çekinmeyen tutumun girdabında zavallılaşanlar yenilginin tadını esarette çıkarmaktan vaz geçememektedirler. Karşı devrimin oyunları ve liberalleşme soytarılığı sınıf mücadelsinin yeniden keskinleşmeye başlayacağı güne kadardır. Elindeki toplama listeleri şimdiden ülkenin tüm stadyumlarını doldurmaya yeter de artar konumdadır. Sınıfın önderliğinde gelişecek genel bir kitle harektinin bugün için zaten yetersiz ve kısır olan önderliğinin topyekün karşı devrime esir edilmesinin her türlü koşulu mevcuttur. Devrime, devrimciliğe ve devrimci örgütlere duyulan güven aşınması, safların hızla terkedilmesi, örgütler arasında farkların silikleşmesi, marksist literatür yerine liberal kavramların kullanılması, açıkça bu yapıların başlıca konusu olmayı tamamlamanın yanısıra, bir de kendini ve kadrolarını karşı devrime arsızca ifşa etme ve onunla cebelleşmeye dahi tenezzül etmeden doğrudan düzen içi ittifakı önermeye yeltenecek kadar soysuzlaşmanın kol gezdiği bir siyasi ”Sol” arenedan bahsediyoruz. Neredeyse tüm yapılar tasfiyeciliği konu edinseler de bu yapıların bunun nedenleri ve nasıl mücadele edileceği konusunda bir bilinç açıklığıyla hareket etmemeleri tam da bundandır. Bu bilinç ise yürütülen bir tasfiyeci çabanın ta kendisidir aslında.
KOMÜNİSTLERİN BİRLİĞİ ÜZERİNE BİR KEZ DAHA
Komünistlerin Birliği Oluşumu, sınıf mücadelesinin geri çekildiği ve tasfiyeciliğin farklı boyutlarda damgasını vurduğu böylesi bir ortamda siyaset sahnesine çıktı. 10 yıla yaklaşan bir siyasi geçmişe sahip olan platformun çizgisini ve varlığını koruyarak gelişmesini sağlayan şey, temel referanslarının konjonktüre bağlı olmayan ve sınıf mücadelesinin gelgitlerinden bağımsız referanslar olmasındandır. Bunun yanısıra sınırlı ölçekte de olsa öncelikli ödevlerinden kopmadan ilerlemede ısrar etmesi, kuyrukçuluğa düşmeden gelişmelere uyum sağlayabilecek esneklikte taktik tutum benimseme yeteneğindendir. Ancak kendi içinde silkinmelerin ve hantal güçlerden, bürokrat dinazorlardan ve ”hukuk müşavirlerinden” kurtulmadıkça bir ilerleme kaydetmesinin de olanaklı olmayacağı bir gerçektir.
Bu sorunun en ağır ve hala bir çok Devrimci Komünistin kafasında soru işareti ve hatta daha da vahimi geleneğin aşılmaması konusunda ayak direnerek, kendi dışımızdaki komünist dinamikleri, güç odaklarını görememek ve bunlara birlik konusunda samimiyetle yaklaşamamak gibi temel bir sıkıntı aşılamamaktadır. Bu iç bunalımın bir tek aşılma koşulu kalmıştır ki o da, bu tartışmanın komünist güçler kamuoyunda açık tartışmayla sürdürülmesi yoluna gitmek ve bu konuda samimi olanlarla olmayanları bribirinden pratik içerisinde ayıklama gibi bir katalizatörü çalıştırmaktır. Aksi takdirde bu sorun çözülemez bir sarmala dönüşerek, ’68 yenilgisinin ardından yaşanan döneme geri dönülecektir.
Tasfiyeciliğe karşı bir mevzi olarak düşünülmesi gerekenKomünistlerin Birliği Oluşumu, bu 10 yıl içinde diğer sol akımların hepsinden ayrı bir kulvarda yol aldı. Bir tarafta ‘teorik yeniden üretim yapalım’ diyerek siyasetten tamamen uzak duran yaklaşımlar, diğer yanda ‘varoşlarda sınıf çalışması yapılmaz’ diyerek geçmişi popülizmle mahkum edenler boy gösterirken sınıftan uzaklaşıldı. Komünistlerin Birliği Oluşumu en büyük sıkıntısını sığlık, eklektizm ve marksist klasikten kopuşla birlikte sorunu örgütsel/ teknik bir birleşme sorunu olarak algılamanın yanısıra, gündelik mücadelenin dar ve karanlık labirentlerinde el yordamıyla yolunu ararken kaybolan bir kırtasiyecilikle her sorunun üstesinden gelebileceğini sanmak gibi bir saflığa da düşmüş durumda. Bu kesimlerin etkisine kapılmadan, içinden geçmekte olduğumuz döneme uygun politikalar geliştirerek, işçi sınıfının düzenle bağları en zayıf, en ezilen kesimleri arasında savunmayı ve komünist cepheyi örgütlemeye çalışmak ve kendimiz dışındaki tüm komünist güçlerle ciddi bir ittifak çabasını zorlamaktan başka samimi hiç bir çaba olmayacaktır.
Komünistlerin Birliği Oluşumu, oportünizmin her çeşidine karşı sınavdan geçmiş referanslara sahip olması, tasfiyecilik dalgasına kapılmasını önleyen bir güvence yaratacaktır. Elbette sadece siyasal faaliyetin sürekliliğinin sağlanması ve sınanmış referanslara bağlı kalması, bir hareketi geri çekilme döneminde ileri çıkarabilecek bir rol oynamaya yetmez. Bolşevik devrimci bir partinin olmadığı koşullarda, bu partiyi yaratmak üzere öne çıkıp sorumluluk alan öznelerin buluştuğu oluşumlar, ortaya koyduğu partileşme stratejisini yaşama geçirmekle sorumludur. Diğer bir deyişle partileşme kapalı kapılar ardında yürütülecek bir süreçle değil, parti kongresini toplayacak güçlerin dışa dönük bir politik mücadelesi sonunda gerçekleşecektir.
Bolşevikler 1903’ten önce ekonomistlerden, sonrasında menşeviklerden, daha sonra sol tasfiyecilerden yollarını ayırarak ilerlediler. 1914’de ise, savaş patlak verdiğinde, kendi burjuvazisinden yana tutum alan sosyal pasifistlerle aralarına kalın bir çizgi çektiler. Gecikmeli de olsa, 1919’da Komünist Enternasyonal’i kurdular ve İkinci Enternasyonal geleneğiyle hesaplaştılar.
Komünistlerin Birliği Oluşumu da oportünizmden pratik olarak yollarını ayırmış Devrimci komünistler ve diğer komünist dinamiklerin toplamı tarafından sağlanacaktır. Oportünizm, teorik bir sorun olmadığı gibi ideolojik mücadeleyle de alt edilemez. Oportünizm siyasi bir akımdır ve ancak siyasal mücadelenin bir aracı olan Devrimci Komünist Partiyle alt edilebilir. İşçilerin birliğinden önce Komünistlerin Birliğini savunan komünistler yüzünü Komünistlerin Birliği Oluşumuna dönerek Komünist Enternasyonal’in yozlaşmasıyla kopan Bolşevik bağa tekrar bağlanıp, Komünist Enternasyonal geleneğine bağlı bolşevik partiyi yaratmayı varlık nedeni saymalıdır.