IŞİD’in Dünü-Bugünü-Yarini
El Zerkavi ve Irak’ta El Kaide’nin Kuruluşu-1
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Arap devletlerini din dışı olmak ve İslam yasalarına uymamakla suçlayan Selefiler, İslam’ın eski saf haline dönmesini ve gerekirse bu uğurda cihad yapılmasını savunuyorlardı. Sovyetler Birliği’nin 1979’da Afganistan’ı işgal etmesiyle birlikte “cihad” kelimesi artık “silahlı direniş” olarak tanımlanmaya başlamıştı.
Ürdün’den Afganistan’a giden yol
Selefi doktrinin cihad çağrısını benimseyen Zerkavi, Ürdünlü cihatçı lider Muhammed El Makdisi’nin kurucusu olduğu Bayat El İmam adındaki silahlı örgüte üye oldu. Örgüt üyeliğinden ve silah bulundurmaktan yargılanarak çarptırıldığı 15 yıl hapis cezasının beş yılını çölde bulunan Svaka Cezaevinde yattıktan sonra tahliye oldu. Kral Hüseyin’in ölümünden sonra tahta çıkan Kral Abdullah II, Müslüman Kardeşler ile ilişkilerini yumuşatmak için yaklaşık 3 bin tutuklu için genel af çıkarmıştı.
Hapishane, Zerkavi’nin gerçek okulu oldu. Bani Hasan aşiretinin bir üyesi olarak gördüğü itibarı kullanarak, hapishanede gardiyanlardan hapishane yönetimine kadar uzanan bir nüfus alanı kurdu. Bayat El İmam örgütüne mensup mahkumlara yarattığı ayrıcalıklar sayesinde herkesin kendisine biat etmesini sağladı.
Asıl lider ve örgütün kurucusu Ek Makdisi bile Zerkavi’nin etkisi altına girdi. Birlikte yaptıkları fetvalar ve dini yorumları dışarıdaki örgüt üyeleri sayesinde internet üzerinden yayılmaya başladı. Bu yayınlardan bazıları o sırada Pakistan’da olan bin Ladin’in dikkatini çekti. Bin Ladin bu iki ismi hafızasına kaydetti. İleride yolları buluşacaktı.
Usama bin Ladin ile buluşma
Hapishaneden çıktıktan sonra Zerkavi, 1999 yazında Pakistana gitmek üzere yollara düştü. Peiavar’da vize sorunu nedeniyle gözaltına alındı, sekiz gün sonra Ürdün’e geri döneceğini söyleyerek gizli yollardan Afganistan’a geçti.
Zerkavi ile Usama bin Ladin’in ilk görüşmesi Kandahar’da gerçekleşti. Görüşme, çok olumlu geçmedi. Zerkavi’nin eski yaşantısından kalan dövmeleri, küstah ve kibirli halleri Suudi lideri rahatsız etmişti. Kaldı ki Zerkavi’nin “kafir” tanımı tüm Şii’leri ve Selefi düşünceye biat etmeyen Müslümanları da kapsıyordu. Kendi annesi de Suriyeli bir Alevi olan bin Ladin, bu konuda çok hassastı.
Görüşmede bin Ladin’in yanısıra El Kaide’nin ikinci adamı Eyman el Zevahiri de hazır bulundu. Her ikisinin de görüşü Zerkavi’nin El Kaide üyeliği için uygun olmadığı yolundaydı.
Bu ilk görüşmede yaşanan olumsuz hava, el Kaide’nin güvenlik sorumlusu Saif el Adil’in araya girmesiyle yumuşadı. Adil’e göre Zerkavi’nin Lübnan, Suriye ve Ürdün’de güçlü ilişkileri vardı ve bu ilişkiler el Kaide’nin işine yarayabilirdi. Bu kişilerden birisi de bugün IŞİD’in sözcüsü olan Ebu Muhammed el Adnani idi.
Saif el Adil’in etkisiyle yumuşayan bin Ladin, 2000 yılında Zerkavi’yi Iran sınırında bulunan Afganistan’ın üçüncü büyük şehri Herat’da, bir eğitim kampı kurmak üzere görevlendirdi.
Bin Ladin sonradan geri ödenmesi kaydıyla Zerkavi’ye 200 bin ABD doları para vermişti. Zerkavi bu kampı kurdu ve ağırlıklı olarak Ürdün ve Filistin kökenli kişileri yerleştirdi. Onlara Jund al-Sham (Levant’ın askerleri)* adını verdi. Kampın üzerinde yazan ad ise “Tehvid wal-Cihad”dı (Tek tanrı ve cihad).
Bu kampta eğitim gören kimi cihatçılar, çok ses getiren eylemler yaptılar. Amman’da 2003’te ABD’li uzman Laurence Foley’in öldürülmesi, yine Amman’da ABD elçiliğine yapılan saldırı gibi.
Jund al-Sham büyümeye devam etti. Kampı her ay ziyaret eden bin Adil, bin Ladin’e olumlu raporlar veriyordu. 2000-2001 yılları boyunca bin Ladin, Zerkavi’nin Kandahar’a gelip kendisine biat edeceğine dair yemin etmesini istedi. Zerkavi bu çağrıları hep reddetti. Kendisine yakın olanların söylediklerine göre “Hazreti Muhammed’den başka kimseden emir almam” diyordu.
ABD ve NATO Afganistan’da savaşmaya başladıklarında Zerkavi’nin Herat’daki kampı kuşatıldı. Zerkavi bu kuşatma esnasında yaralandı ve Kabil’e kaçmak zorunda kaldı. Daha sonra kampta eğitim alan 300 militanı ile birlikte İran’ın Zahedan şehrine oradan da eski dostlarından Gulbeddin Hikmetyar’ın himayesi altında Tahran’a geçti.
Zerkavi’nin hedefi İran üzerinden Irak’a geçmekti. Irak’ta cihatçı bir lider olmak ve ABD güçleri ile burada savaşmak istiyordu. 12. Yüzyılda yaşayan, Musul ve Halep’i Haçlı ordularından kurtaran Nureddin Mahmut Zengi’yi kendisine örnek alıyordu.
Zerkavi eylemde
Afganistan’dan kaçtıktan sonra bir yıl boyunca Zerkavi İran ve Kuzey Irak’ta dolaştı. Güney Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarından yeni cihatçılar topladı. ABD ve Britanya’nın Irak’ı işgal etmek için bahaneler yaratmaya uğraştıkları 2002’de hem CİA hem de İngiliz istihbaratı MI6 Zerkavi’den haberdardı.
Aynı dönemde Zerkavi, Kuzey Irak’ta Süleymaniye’de kendi örgütlenmesini kurdu. Örgütünün adı Tehvid wal-Cihad (JTWJ/Tek Tanrı ve Cihad) idi.
JTWJ stratejik kimliğini belirleyecek ilk saldırısını Ağustos 2003’te Bağdat’daki Ürdün sefaretini bombalayarak gerçekleştirdi. Bu saldırıda 17 kişi öldü. Bunu izleyen günlerde, 19 Ağustos 2003’de, Irak’daki Birleşmiş Milletler (BM) binasına patlayıcı yüklü bir arabayla yapılan saldırıda, BM Özel Temsilcisi Sergio Vieira de Mello ve 21 kişi öldü ve 200 kişi de yaralandı.
Bu saldırıdan sonra Zerkavi olumlu tavırları ile Batı’nın imajını parlattığını iddia ettiği de Mello’yu bilerek hedef aldığını açıkladı. Bu saldırıdan on gün sonra, 29 Ağustos 2003’de, bu kez de Necef’de bulunan Şii’lere ait İmam Ali Camii’si yine patlayıcı yüklü bir arabayla hedef alındı ve Irak Şii’lerinin dini lideri Ayetullah Muhammed Bekir el Hakim ve 95 kişi öldü.
Mezhep çatışmasının nüvesi
Zerkavi bu saldırılarla kendi ideolojik duruşunu ortaya koymuştu. ABD ve Batılı güçler ile birlikte Sünni iktidarların baş düşmanı Şii’ler de hedefindeydi. Zerkavi, bu saldırılar sonucu ortaya çıkacak kaostan yararlanarak İslam devletine giden yolun açılacağına inanıyordu.
Kendi yazılarında sık sık Şii karşıtı söylemler kullandığı gibi İbni Taymiyya’nın “Onlar düşmandır, onlardan sakınınız; onlarla savaşınız, onlar yalan söylüyorlar” uyarısını da hatırlatıyordu.
Nitekim öldürülmeden hemen önce, 6 Haziran 2006’da yaptığı son konuşmasında şöyle sesleniyordu halka; “Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi kafirlere karşı verdikleri savaşta, onlara arka çıkan, dinsiz ve imansızları, yani rafida’yı (Şiiler için kullanılan aşağılayıcı bir terim) yok etmeden asla zafere ulaşamazlar.”
Bugün yaşadığımız ve tüm bölgeyi tehdit eden mezhep çatışmalarının nüveleri böyle atıldı.
Hikayenin ilginç yanı bu saldırılarda Zerkavi’ye Irak’ta kimlerin yardım ettiği noktasında başlıyor. CIA sonrasında “2003’te BM binasına yapılan saldırı ve diğer bombalama olaylarının arkasında Irak Baas’cılarının ve doğrudan Saddam Hüseyin’e bağlı Özel Güvenlik Birimlerinin bulunduğunu” açıklamıştı.
İntihar bombacılarının yaşadığı evler, Özel Güvenlik Birimleri’nin bulunduğu yerleşkelerin hemen yanı başındaydı. Hatta patlayıcıların yerleştirildiği arabalar ve saldırıları yapan kişilerin nakliyesi de bizzat bu güvenlik birimleri tarafından yapılmıştı.
General Berhavi ve General Patraeus
Yine CIA kaynaklarına göre bin Ladin’in cihat çağrısına uyarak Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinden Irak’a gelen cihatçılar Özel Güvenlik Biriminde görevli General Muhammed Kayral el Berhavi ile temasa geçip eğitim kamplarına yönlendiriliyordu.
Aynı Berhavi daha sonraki yıllarda, ABD 101. Hava Kuvvetleri Bölüğünün başında bulunan General David Patraeus tarafından Musul polis teşkilatının başına getirildi.
Berhavi’nin ikili oynadığını bildikleri halde onu kullanabileceğine inanan ABD daha sonra Zerkavi’nin Musul’u kendisine bir sığınak olarak kullanmasının yolunu böylece açmış oldu.
ABD’nin Irak politikası buna benzer yüzlerce örnekle dolu. ABD bilerek ve isteyerek Zerkavi gibi cihatçıların güçlenmesinin yolunu mu açtı, yoksa bölgeyi anlamadığı, doğru yorumlayamadığı için sürekli hata mı yaptı?
Bu konuda yazdığı kitaplar ve makalelerle tanınan Dan Glazebrook’un son kitabının adı “Böl ve Yok et”. Yüz yıl önce Orta Doğu’yu paylaşan emperyalist güçlerin “Böl ve Yönet” taktiğinin bugüne uyarlanması.
* Levant coğrafi bir bölge olarak Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye, Sina yarımadası ve Hatay’a kadar uzanan bölgeyi kapsıyor.
Zerkavi ve Şiddetin TırmanışıWashington kaynaklı Jamestown Vakfı’nın yaptığı bir araştırmaya göre 2003 ile 2005 arasında Irak’ta Sünni kaynaklı eylemlerin yüzde 14’ü Zerkavi ve ekibine aitti. Ancak intihar saldırıları ve VBİED [Vehicle-Born-Improvised-E
Zerkavi’nin şiddet tutkusu sınır tanımıyordu. Kaçırılan Batılı tutsakların kafalarını kesmek ve bu eylemin nasıl gerçekleştiğini YouTube üzerinden dünyaya yayınlamak da onun düşüncesiydi.
Tutsaklar tıpkı Amerika Birleşik Devletleri’nin ünlü tutukevi Guantanamo’da olduğu gibi turuncu rengi tulumlar içinde ve diz çökerek kimliklerini açıklarken keskin bir kılıç boyunlarına dayanıyor ve yüzü kapalı bir cellat tarafından kafaları uçuruluyordu.
Bu şiddet görüntülerinin yaygınlaşması Zerkavi’nin hedeflediği sonucu doğurdu. El Kaide’nin Suudi kanadının yayınladığı Voice of Jihad (Cihadın Sesi) dergisinin 2004 yılının Ağustos-Eylül aylarında çıkan sayısında Zerkavi’den şöyle söz ediliyordu: “Ey katillerin şeyhi Ebu Musa el Zerkavi, Allah’ın izniyle yürüdüğün doğru yolda devam et.”Zerkavi, artık “Katillerin Şeyhi” olarak anılıyordu.
Makdisi’nin mektubuUyguladığı şiddet nedeniyle el Kaide nezdinde itibarı artan Zerkavi kendisini yetiştiren ve Ürdün’de birlikte hapis yattığı el Makdisi tarafından ise eleştiriliyordu.
Ürdün’de hapishanede bulunan Makdisi’nin Zerkavi’ye gönderdiği bir mektupta “Mücahitlerin temiz elleri, korunması gereken halkların kanıyla kirlenmemeli” dediği ve Zerkavi’nin bu mektubu okurken ağladığı söylentilerine rağmen, ne Zerkavi’nin ne de daha sonra kurulan İŞİD’in bu sözlerden etkilendiği söylenemez.
bin Ladin’e biat
Beklenen büyük gün 2004 yılının Ekim ayında nihayet geldi. Dört yıl önce reddettiği buluşmayı gerçekleştiren Zerkavi, bin-Ladin’e biat ettiğini yayınladığı bir video ile bütün dünyaya duyurdu.
Bu buluşma, Donald Rumsfeld’in Zerkavi ile bin Ladin arasında bir bağlantı olduğuna inanmadığını söylediği basın toplantısından tam iki hafta sonra gerçekleşti. Colin Powell’in uyarılarının haklı olduğu ortaya çıkmış, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda ipler iyice gerilmişti.
Zerkavi’nin bin Ladin’e biat etmesinden sonra ortaya çıkan yeni örgütün adı “İki Nehir Arasındaki Topraklarda el Kaide” olarak değiştirildi. Daha sonra bu uzun isim, Washington tarafından kısaltıldı ve “Irak’ta el Kaide” olarak anılmaya başlandı.
Felluce
Irak’ta el Kaide’nin ilk eylemi birleşmeden bir ay sonra Felluce’de yaşandı. Kasım 2004’te başlayan ikinci Felluce çatışması ABD’nin Irak’ta giriştiği en büyük ve en kanlı savaşa sahne oldu.
Yaklaşık iki hafta süren kara çatışmalarına havadan verilen destek sonucunda Felluce’de binlerce ev tuzla buz oldu, yüz binlerce kişi şehirden kaçarak başka yerlere sığındı.
ABD’nin 2004’te, öldürülen Iraklı sayısı olarak açıkladığı 8 bin 400 kişinin, 2 bin 175’i Felluce’de yaşamını yitirdi. Zerkavi, çoğunluğu Sünni olan Felluce’de ABD’yi kanlı bir savaşa çekerek, Sünniler arasındaki ABD nefretini körüklemeyi başarmıştı.
ABD’nin başarı hanesine yazılması gereken bu çatışma, aleyhine yapılan yoğun propaganda nedeniyle, zaferden çok yenilgiye dönüştü. ABD’nin yenilgisi, bin Ladin’in daha önce kuşkuyla yaklaştığı Zerkavi’ye övgüler yağdırmasına neden oldu.
Aralık 2004 ‘te yaptığı konuşmada Zerkavi’den “soylu kardeşimiz” diye söz eden bin Ladşn onu Irak’ta El Kaide’nin Emiri ilan etti. Ancak bu tanım, gerçek durumu tam yansıtmıyordu, zira Zerkavi bir ucu Türkiye, diğer ucu Pakistan’a kadar uzanan büyük bir coğrafyada hüküm sürmeye o günlerde başlamıştı bile.
Vahşetin Yönetimi
Zarkawi’nin stratejisini açıklayan uzun bir yazı, “Vahşetin Yönetimi” adıyla 2004’te internet üzerinden dolaşıma girdi. Ebu Bekir Naci imzasıyla çıkan bu yazı, ABD’yi Irak’ta kara savaşına çekmek, Amerikan askerlerinin ölmesini sağlamak, Müslümanların bu süper güce karşı savaşabileceklerini kanıtlayarak, cihad çağrısını hayata geçirmeyi amaçlıyordu.
Bu durumda ortaya çıkacak olan vahşet ve kaos ortamında cihad tek çözüm yolu olarak kalacaktı. Yazıda ayrıca “cihad”ın tanımı da yapılıyordu.
“Cihad, kağıt üzerinde yazı ile anlatılamaz, ancak daha önce cihad yapanlar bunun sadece şiddet, acımasızlık, başkalarını korkutma ve katliamla gerçekleştiğini bilirler. Ben cihattan ve savaşmaktan söz ediyorum, İslam’dan değil. Bu iki kavramı karıştırmayın. İlk aşamada düşmanı yok etmek ve yersiz yurtsuz bırakmak gerekir.”
Vahşetin Yönetimi, daha sonra kurulacak olan IŞİD örgütlenmesinde komutanlar ve yöneticiler tarafından bir el kitabı olarak sürekli dağıtımda olacak ve okunacaktı.
Irak seçimleri
Zerkavi’nin yeni hamlesi 2005 yılının Ocak ayında yapılacak olan seçimleri Sünni güçlerin boykot etmesini sağlamaktı. Baas’çılarla işbirliği yaparak Sünnilerin özellikle Anbar vilayetinde, seçimleri boykot etmesini sağladı.
Sonuç beklediği gibi oldu ve Şii partiler açık farkla seçimleri kazandılar. Seçim çalışmaları için İran’dan yüklü miktarda maddi destek alan Dava Partisi adayı, İbrahim el Caferi Irak’ın yeni anayasasını yapacak olan ve ülkenin kaderini belirleyecek olan yeni meclisin Başbakanı oldu.
Şiilerin seçimlerdeki başarısının hemen ardından, Şii hedeflerine ve Irak Güvenlik Güçlerine yönelik şiddetli saldırılarla başladı. 28 Şubat 2005’te Şiilerin yoğun olduğu Hilla kentine yapılan bir intihar saldırısında 120 kişi yaşamını yitirdi.
Sünniler iki taraflı sıkışıyor
Cihatçı militanların sınırı geçmek için kullandıkları Suriye sınırına yakın Tel Afar kasabasına yapılan saldırılarda sivil halkın kullandığı, çocuk parkları, futbol sahaları gibi yerler hedef alınarak etnik bir temizlik yapıldı.
Biri üç, diğeri onüç yaşında zihinsel engelli iki kız çocuğun canlı bomba olarak kullanıldığı bir saldırı halkta büyük bir korku ve infial yarattı. Irak’ta Sünnilerle Şiilerin bir arada yaşaması imkansız hale gelirken, arzulanan kaos ortamı da giderek yayılıyordu.
Sünniler güçlenen ve İran’ın desteğini alan Şiilerle, Zerkavi’nin barbarlığı arasında sıkışıp kaldılar.
ABD örgüt bütçesi peşinde
ABD Dışişleri 2006 başlarında Irak’ta el Kaide’nin ve diğer bazı Sünni Selefi yapılanmalarının bütçelerini mercek altına aldı. Buldukları sonuçlar şaşırtıcıydı.
Bu örgütler yılda 70 milyon ile 200 milyon ABD doları arası kaynak yaratmayı başarıyorlardı. Zerkavi ve ekibi için para getirecek her türlü yol mübahtı; ABD askeri malzemelerini çalıp diğer savaşçı gruplara satmak, varlıklı insanları kaçırmak ve yüklü paralar karşılığında serbest bırakmak, kaçak petrol satışını örgütlemek.
2005 ile 2010 yılları arasında Körfez ülkelerinden ve kaynağı belli olmayan kişi veya kurumlardan gelen bağışların örgütün genel bütçesi içindeki payı yüzde 5 civarındaydı.
ABD’nin bu araştırmaları Irak’ta el Kaide’nin gelirlerinin, giderlerinden bir hayli fazla olduğununu ortaya çıkarmıştı. Zerkavi şiddetin getirdiği gücün yanısıra mali güce de sahip olmuştu. Bin Ladin’in bile ondan para aldığı söyleniyordu.
Zevahiri’nin uyarısı
Zerkavi’nin el Kaide içinde bu denli güçlenmesi, örgütün bin Ladin’den sonra gelen iki numaralı lideri Mısırlı Eyman el Zevahiri’yi rahatsız ediyordu.
İlk günden itibaren Zerkavi’nin Selefi ve cihatçı olmayan tüm mezhepleri karşısına almasına ve özellikle Irak’ta Şiilere karşı uyguladığı katliamlara karşı çıkan el Zevahiri 2005’te yazdığı bir mektupta Zerkavi’yi bir ağabey olarak uyarıyordu.
Şiilere karşı yapılan katliamlara son verilmesini ve üç aşamalı bir strateji uygulanmasını öneriyordu.
Birincisi ABD güçlerini ülkeden çıkarmak, ikincisi Irak’ın Sünni bölgelerinde bir emirlik kurmak, üçüncüsü bu bölgeden diğer Arap ülkelerine terörist saldırılar yapmak.
Zevahiri’nin dikkat çektiği diğer bir nokta ise İran’ı karşılarına almamaktı, “ABD’nin hepimizi hedeflediği bu dönemde İran’la birbirimize zarar vermeden davranmalıyız” diyordu.
Samarra saldırısı
Ne var ki bu uyarıların Zerkavi üzerinde fazla bir etkisi olmadı. Şubat 2006’da Irak İçişleri Bakanlığı görevlilerinin üniformalarını giyen dört Irak el Kaide militanı, Irak Şiilerinin kutsal mekanı olan Samarra’daki el Askeri camisine patlayıcılarla saldırıda bulundular.
Şii lider Ali el Sistani Şiileri sükunete davet ederken, Irak Güvenlik Güçleri Şiilerin kutsal mekanlarını koruyamıyorsa, bu görevi Şii milislerin üstleneceğini de ilave etti.
Irak’daki tüm ABD birliklerine kırmızı alarm verildi.
Samarra saldırısı Iraklıların üç yıldır yaşadıkları bir gerçeği uluslararası toplumun da gözüne sokmuştu. Irak artık bir sivil savaşın eşiğindeydi.
Zerkavi’nin öldürülmesi
Bütün bu olayların yaşandığı dönemde CIA, her nedense, Zerkavi’nin nerede olduğunu bilmiyordu. Samarra saldırısından sonra Britanya özel hava Kuvvetleri’nin (SAS) de devreye girmesiyle Irak el Kaide’sinin alt kadrolarına baskınlar yapıldı.
Yakalanan alt kadrolar örgütün çalışma modeline ilişkin bilgileri vermekle kalmayıp, Zerkavi’nin en yakınında olan bir kişinin Abdül Rahman’ın adresini de verdiler. Bu bilgilerle donatılmış ABD istihbaratı Zerkavi ve Abdül Rahman’ın aralarındaki haberleşme yöntemlerini deşifre ettiler.
7 Haziran 2006 sabahı, ABD’ye ait insansız bir gözetleme aracı Zerkavi ve Abdül Rahman’ın buluşmasını sessizce izlemeye başladı. Aynı günün akşam saatlerinde bir F-16 uçağı, ikilinin buluştuğu eve lazer güdümlü bir bomba ile saldırdı.
Ağır yaralı Zerkavi olay yerinde can verdi.
Üç yıl içinde Irak’ı iç savaşa sürükleyen, yüzlerce insanı vahşice katleden, etnik ve mezhepsel ayrımları körükleyen ve bütün bunları Cihad ve İslam adına yapan Zerkavi, ABD Komuta merkezine 12 mil mesafedeki Hibhib kasabasında böyle öldürüldü.
Üç yıl boyunca Zerkavi’yi bulamayan ABD istihbaratı üç ay içinde onu buldu ve öldürdü.
Irak İslam Devleti (IŞİD) KuruluyorZerkavi, CIA ve SAS komandoları tarafından öldürülmeden önce, 15 Ocak 2006’da önemli bir adım daha atmıştı. Irak’ta bulunan diğer Sünni-Selefi mücahit gruplarıyla birleşerek Meclis Şura el Mücahiddin (Mücahitlerin Birleşik Örgütü) adında beş Iraklı Selefi örgütle yeni bir yapılanma kurmuş ve bir taşla iki kuş vurmuştu.
…
Hem Irak’taki cihatçı hareketleri tek bir çatı altında toplayarak güç birliği yaratmış, hem de tüm hareketin Irak’ta el Kaide’nin denetimi altına girmesini sağlayarak, uluslararası niteliğini korumuştu.
Zerkavi ve onun dini konulardaki danışmanı Şeyh Abdül Rahman’ın öldürülmesi Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) umduğu gibi Irak’ta el Kaide’nin bitmesi anlamına gelmedi. Mücahitlerin Birleşik Örgütü derhal toplanarak, yine Iraklı olmayan birisini, Mısırlı Ayyub-al Masri’yi Irak’ta El-Kaide’nin başına getirdi.El Masri, hem Zerkavi’yi hem de Eyman el Zevarihi’yi yakından tanıyan birisiydi. El Masri’nin Irak El Kaidesi’nin başına gelmesi ilginç bir biçimde hem Zerkavi’nin, hem de Eyman el Zevahiri çizgisinin devamına işaret ediyordu.Zerkavi, kendisini Şiilere karşı Sünnileri savunan bir Mesih olarak görüyordu, El Masri ise dünya çapında Batılı güçlerle savaşmak gibi daha kapsamlı stratejiler peşindeydi.İki farklı çizgiİki farklı çizginin bileşimi hem Irak’ta bir Sünni devletinin kurulmasını, hem de el Kaide’nin uluslararası eylemler yapmasının önünü açık tutuyordu.
Eyman el Zevahiri dış ülkelerden gelen cihatçıları sağlayacak, el Masri ise Irak’taki Sünnilerle olan ilişkileri yürütecekti.
Bu durumda Irak İslam Devleti diğer cihatçı gruplara karşı bir üstünlük elde ediyor ve herkesi kendisine katılmaya çağırıyordu.
Bagdadi başa geçiyor
Nitekim el Masri, Ekim 2006’da Irak’ta el Kaide’nin artık Iraklı bir hareket olduğunu ve bundan böyle Irak İslam Devleti olarak anılacağını açıkladı.
Irak İslam Devleti’nin başına ise Iraklı bir Selefi olan Ebu Ömer el Bagdadi getirildi. Daha önce sadece örgütsel bir yapılanma olan Irak el Kaide’si artık belli bir toprak parçasını yönetmeye aday askeri ve siyasal bir aktöre dönüşmüştü. Sağlık, petrol ve tarım bakanlıkları kuruldu.
Sünni Aşiretler sahneye çıkıyor
Irak İslam Devleti’nin kuruluşu Ramadi ve Anbar gibi Sünni bölgelerinde çok hoş karşılanmadı. Irak El Kaidesi devlet olmuş ama eski uygulamalarından da vazgeçmemişti.
Kadınlara tecavüz ve kadınlar üzerinde hak iddia etme, yaşlı aşiret liderlerinin fidye karşılığı kaçırılması, kaçak petrol satımı gibi faaliyetler, Sünni halkı tedirgin ediyordu.
Bu tedirginlik giderek hoşnutsuzluğa ve Irak İslam Devletine karşı direnişe evrildi.
Sahva Konseyleri
2007 başlarında Sünni aşiretlerin bir araya gelerek oluşturdukları Sahva (Uyanış) Konseyleri Irak’ın Sünni bölgelerinde, ABD güçlerinin de desteğiyle, Irak İslam Devleti’ne karşı mücadeleyi başlattılar.
Sahva Konseyi Başkanlığı’na getirilen Abdül Settar el Rişavi ABD’nin Irak’ta en güvenilir yardımcısı oldu. Karizmatik bir kişiliği olan el Rişavi, Anbar’da 17 Sünni aşiretini bir araya getirerek Anbar Acil İşler Konseyini oluşturdu.
Bu Konsey sayesinde Irak Polis Kuvvetlerine 700 yeni polis adayı alındı ve Başbakan Nuri el Maliki bu kişilerin Ürdün’de bir eğitim merkezine gönderilmelerini sağladı.
ABD-Konseyler işbirliği
Sahva Konseyleri 2007’den ABD’nin Irak’tan çıkma kararını aldığı 2009’a kadar Irak İslam Devletinin gücünü belirgin bir şekilde azalttılar. ABD ve Konseyin işbirliği sayesinde, Irak El Kaidesi’nin üst düzey 47 önderinden 34’ü ya öldürülmüş ya da yakalanmıştı.
Bu başarının sırrı, ABD’nin kurduğu Ulusal Güvenlik Ajansı’nın cihatçıların kendi aralarında yaptıkları telefon konuşmalarının tümünü dinlemesi ve CIA yetkililerine kimin ne zaman nerede olacağını bildirmesinde yatıyordu.
ABD istihbaratı bu dönemde Irak İslam Devleti ile ilgili aşırı iyimser bir tutum içine girdi. Söz konusu dönemde Irak’ta 170 bin ABD askeri görev yapıyordu.
Bu 170 bin askerin kademeli bir biçimde Irak’tan çekilmeleriyle ortaya çıkabilecek sorunları görmezden geldi ve Irak İslam Devleti’ni küçümsemek gibi bir hataya düştü. Kendisi için daha büyük bir tehdit olarak gördüğü Iran ve Şii milislerine yöneldi.
Şii Milisleri ve Irak’ta Iran
Sünni cephesinde bunlar yaşanırken İran’ın Irak üzerindeki hegemonyası da güçleniyordu. Irak-İran Savaşı döneminde Saddam Hüseyin rejiminden kaçan ve İran’a yerleşen yüz binlerce Şii ülkelerine dönmeye ve yeni kurulacak Irak için siyasette rol almaya başladılar.
Irak’ta kimin dost, kimin düşman olduğuna bir türlü karar veremeyen ABD, Şii dini lider Muktada el Sadr’ı en büyük tehlike olarak görüyordu.
Kendi milis gücü Mehdi Ordusu’nu ABD işgalinden hemen sonra kuran Muktada el-Sadr Irak’taki varlığını, Lübnan’daki Hizbullah gibi yarı sivil yarı askeri bir güç olarak sürdürmek istiyordu.
Ağustos 2004’de yaşanan Necef savaşı, aslında ABD ile İran’ın gizli servisi ve askeri gücünü temsil eden Devrimci el Kudüs güçleri arasında yaşanan bir güç mücadelesiydi. CIA, İranlıların Irak’taki gizli ajanı olduğunu düşündükleri Şeyh Ansari’nin, Mehdi Ordusu’nu yöneten asıl güç olduğuna inanıyordu.
Diğer bir Şii yapılanması olan “Irak’ta İslam Devrimi için Yüksek Komuta Konseyi” de arkasında İran istihbaratı olan yarı askeri bir örgütlenmeydi.
İranlı General Süleymani
Bu yapıların yanı sıra en az onlar kadar etkili bir kişi ise doğrudan Ayetullah Ali Hameney’e bağlı olarak Irak’ta faaliyet gösteren İranlı General Kasım Süleymani’ydi.
O yıllarda bir CIA uzmanı “Bugün Orta Doğu’da en büyük etkiye sahip tek kişi var, o da General Süleymani” diyordu.
Irak’tan sorumlu ABD’li general David Patraeus “kötü bir kişi ama usta bir casus” olarak tanımladığı Süleymani’nin bazı özel durumlarda, el altından Irak’ta el Kaide ile işbirliği yaptığını geç de olsa fark etmişti.
Tahran için ABD’nin bir an önce Irak’tan çıkması tek ve en önemli amaçtı ve bu süreci hızlandıracak her türlü eyleme destek vermeye hazırdı.
ABD Irak’tan Çıkıyor
Bir yazı dizisi kapsamında anlatılamayacak kadar girift ve iç içe geçmiş ilişkiler yumağı iyice çözülemez bir hal aldığında Başkanı Obama ABD güçlerinin Irak’tan çekileceğini açıkladı.
Bu kararın açıklandığı ana kadar 3 milyondan fazla Iraklı yerlerinden edilmiş, 800 bin Iraklı asker ve sivil, 4 bin 488 ABD askeri ve 150 gazeteci (kesin sayılar olmayabilir) ölmüştü. Yanı sıra yıkılmış şehirler, lağvedilmiş bir ordu, güvenli olmayan bir polis teşkilatı, işlemeyen elektrik ve su şebekeleri Irak’ın geldiği durumu anlatıyordu.
Böylece ABD’nin Irak’a demokrasi getirmek macerası başta Irak’ta El Kaide olmak üzere onlarca Sünni ve Şii milis yapılanmasının şiddet ve zorbalığı altında, sürekli bir iç savaş konumunda olan bir ülkeyi geride bırakarak sona eriyordu.
Bu korkunç tablonun yanı sıra ABD’nin Irak müdahalesi, Orta Doğu’yu büyük devletlerin birbirleriyle olan hesaplaşmalarının dolaylı olarak yapıldığı bir kapışma alanı haline getirdi.
Vekalet savaşları dönemi
21. yüzyıla damgasını vuran büyük dünya savaşları yerine, bölge halklarının sırtından vekâleten yürütülen savaşlar dönemi başladı.
Şeffaf ve demokratik parlamenter sistem yerine el altından yapılan gizli görüşmeler ve anlaşmalar, istihbarat teşkilatlarını siyaseti belirleyen asli unsurlar haline getirdi.
İşte ABD böyle bir mirası bırakarak Irak’tan geri çekildi. Kendi ekonomik durumu, Irak savaşının inanılmaz maliyeti ve Irak’tan dönen ABD askerlerinin fiziki ve ruhi bakım ve tedavileri dünyanın tek büyük gücü olmaya oynayan ABD’yi içten yıkmaya başlamıştı.
IŞİD’in önlenemez yükselişi
Bugün yaşadığımız kargaşanın ve IŞİD’in önlenemez yükselişi doğrudan ABD’nin Irak’ı işgali ve ondan sonra yürüttüğü politikaların bir sonucudur. İran, Rusya, Suudi Arabistan, Katar, Türkiye gibi ülkelerin bu vesayet savaşlarına şu veya bu şekilde dahil olmaları da yine bu siyasetin yansımalarıdır.
Dünya siyaseti, hiç olmadığı kadar ikili oyunlar, gizli görüşmeler, el altından çevrilen dolaplarla bütünleşme ve birlik yerine sürekli parçalanma, bölünme ve hatta yok olmaya kadar varan son derece nihilist bir noktaya geldi.
İŞİD bu nihilist noktadan beslendi, gelişti ve şimdi kendi nihilist varlığını İslamiyet’le özdeşleştirme çabası içerisinde yolunda ilerlemeye devam ediyor.
IŞİD Kurulduktan Sonra Hızla Kurumsallaşıyor..Washington ve Bağdat arasında 30 Haziran 2009’da imzalanan SOFA (Güçlerin Statüsü Anlaşması) savaşı sona erdiren bir anlaşma olmaktan çok Irak Başbakanı Maliki’nin hanesine yazılan bir başarı olarak görüldü.
…
30 Haziran tarihi yabancı güçlerin ülkeden atıldıkları gün olarak resmi tatil ilan edildi, kutlamalar yapıldı.
Yine bu anlaşma gereğince Amerika Birleşik Devletleri (ABD) denetimindeki hapishanelerde tutuklu bulanan tüm Iraklı mahkumlar ya serbest bırakılacak ya da Irak denetimi altındaki tutukevlerine gönderilecekti.Çeperlerde ABD korumasıAnlaşmanın imzalandığı dönemde ABD askerleri büyük ölçüde şehirlerin çeperlerine çekilmiş, Sünnileri Şiilerden, Şiileri de Sünnilerden korumak üzere görev yapmaktaydılar.ABD askerlerinin bu pasif konumu, sorumluklarının büyük bir bölümünü Irak Güvenlik Güçlerine devretmeleri, Maliki hükümetinin Sünni aşiretlerinin kurduğu “Sahva Konseylerine” yönelik baskıları, Irak İslam Devletinin yeniden güç kazanmasının yolunu açtı.
Musul ”Özel Seçim”
Irak İslam Devleti 2008 sonlarından başlayarak büyük bir sürat ile yapısal değişiklikler yaptı. Bu ara aldığı en önemli kararlardan biri de merkezini Musul’a taşımak oldu.
Musul Araplarla Kürtler arasında gerginlik yaratmak için özel olarak seçilmişti. İlk başlarda Musul’daki Irak İslam Devleti sorumlusu olan Ebu Kasvarah el Magribi Ekim 2008’de ölünce, onun yerine geçen Ebu Muhammed el Culani daha sonra Suriye’de El-Nusra’nın kurucusu olarak görevlendirilecekti.
Musul’da Irak İslam Devleti çok daha merkezi bir yapı oluşturdu. Bagdadi ve iki yardımcısı merkezde ana stratejileri oluşturup, bölgelerdeki yetkililerine ulaştırıyordu. Tepeden aşağıya doğru genişleyen çok sıkı bir disiplinle çalışan bürokratik bir mekanizma kuruldu. Bu süreç içinde Irak İslam Devleti kadroları sıkı bir ideolojik eğitimden geçirildiler.
Bölgelerdeki sorumlular mali imkan yaratmak için seferber oldular. 2010’a gelindiğinde Maliki hükümetinin uygulamalarından hoşnut olmayan Sünnileri, hükümetin ödediği 300 ABD dolardan daha fazla aylık ödeyerek kendi saflarına çekmeye başladılar .
”Duvarları Yıkmak”
ABD ve Sünni aşiretlerin işbirliği içinde olduğu 2007-2008 yıllarında lider kadrolarından 34 kişiyi kaybeden Irak İslam Devleti tutukevlerinde bulunan diğer örgüt liderlerini kurtarmak için büyük çaplı operasyonlar yapmaya başladı.
Bunlardan en büyüğü 2012’de Tikrit hapishanesine yapılan ve 100 El-Kaide üyesinin kurtarıldığı operasyondu.
Kurtarılanların çoğu idamla yargılanmış ve hüküm giymiş kişilerdi. Patlayıcı yüklü araçlarla (VBİED) stratejik noktalara saldırılar başlattılar. Özellikle Bağdat Hükümeti ile otonom Kürdistan bölgesi arasında gerginlik yaratacak noktalar hedefleniyordu. Yine aynı şekilde Maliki hükümeti ile ondan memnun olmayan Sünniler arasındaki çatışmaları körüklediler.
Temmuz 2013’te Ebu Garib hapishanesine yapılan baskında 500 Irak el Kaide elemanını kurtardılar. Bütün bu faaliyetlere verdikleri ad ise “Duvarları Yıkmak” oldu.
Halifelik
Bir yandan “duvarları yıkarken” diğer yandan da İslam devleti projesini meşrulaştırma çalışmalarına başladılar.
Ebu Ömer el Bağdadi’nin Kureyş kabilesinin soyundan geldiği ve bu nedenle İslami geleneklere göre halife adayı olduğu görüşünü yaygınlaştırdılar.*
Ebu Ömer el Bagdadi Irak’ta El Kaide’nin lideri el Masri ile birilikte 18 Nisan 2010’da öldürüldükten sonra yerine atanan Ebu Bekir el Bagdadi de Kureyş kabilesinin soyundan geliyordu ve halifeliğe adaydı.
Başkan yeni Bagdadi
Asıl adı El Badari olan Ebu Bekir el Bagdadi Irak İslam Devleti’nin iki önderi öldürüldükten sonra toplanan İslam Devleti Şura Konseyi tarafından oy birliğiyle başkan seçildi.
CIA ve Irak İstihbaratı için bu yeni el Bagdadi büyük bir bilinmezlik ve sır perdesiyle örtülüydü. Kimse onu doğru dürüst tanımıyordu.
CIA onun kim olduğunu ancak Irak ve Suriye’yi de kapsayan büyük bir toprak parçası üzerinde hükümranlığını ilan ettikten sonra araştırmaya başladı.
Bagdadi kimdi?
Samarra ‘da 1971’de doğan Ebu Bekir el Bagdadi, daha sonra Bağdat’ın Sünni ve Şiilerin bir arada yaşadığı Tobçi semtine taşındı ve İslam tarihi ve İslam teolojisi üzerine yüksek lisans ve doktora sahibi oldu.
Tobçi’de bir caminin müştemilatında mütevazı koşullarda yaşayan el Bagdadi o dönemde kendisini tanıyanlara göre sessiz, içine kapalı, gözlük takan ve devamlı Kuran okuyan bir İslam bilginiydi.
Mahalle sakinlerinin anlattıklarına göre Tobçi camisi imamının olmadığı günlerde onun yerini alan el Bagdadi namaz kıldırır ama vaaz vermezdi.
Mahallelisi anlatıyor
Ancak yine bir mahalle sakini olan Ebu Ali onun giderek daha katı ve sert bir tutum aldığını ve mahallede yapılan bir düğünde kadınların ve erkeklerin bir arada dans ettiğini gördüğü zaman müdahale edip dansı durdurduğunu anlatıyordu.
Üniversiteden kendisini tanıyanlar ise onun ilk başlarda Müslüman Kardeşler’e yakın olduğunu, Selefi doktrinini ise Müslüman Kardeşler’in önderlerinden, Afganistan’da mücahit olup savaşan ve sonradan Selefi doktrinini benimseyen Muhammed Hardan’la yakınlaştıktan sonra benimsediğini söylüyordu.
2000’de doktorasını tamamlayan el Bagdadi evledi, oğlu oldu.
ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında, işgal güçlerine karşı bir tutum almadığını ama sessiz ve derinden çalışmalarını yürüttüğünü ve kendi İslamcı yapılanmasını Jaysh Ahl el Sünni (Sünni toplumu üyelerinin ordusu) kurduğunu biliyoruz.
Bagdadi cezaevinde
2004’te Felluce’de Nessayif Numan Nessayif adında bir arkadaşını ziyarete giden el Bagdadi burada CIA’nin yaptığı bir baskın sonucunda yakalandı ve 31 Ocak 2004’de tutuklanarak Camp Buca Ceza evine konuldu.
Ne var ki CIA onu değil, Nessayif’i arıyordu. Tahliye olduğu 6 Aralık 2004’e kadar kaldığı Camp Buca’da büyük bir örgütlenme faaliyeti yürüttü.
Hapishane yönetimi bir İslam bilgini olarak Bagdadi’nin mahkumlar arasında değişik koğuşlarda dolaşmasına izin veriyor, mahkumlar üzerinde olumlu etkileri olacağına inanıyordu.
El Bagdadi bu fırsatı saflarına yeni cihatçılar katmak için kullandı ve kısa sürede hapishanede büyük bir etki alanı yarattı. Bir yılın sonunda, ABD yetkililerince Irak kurumlarına zarar verecek biri olmadığı için Camp Buca’dan tahliye olduğunda Bagdadi artık tam anlamıyla katı ve tavizsiz bir Selefi cihatçı olmuştu.
Irak İslam devleti Baas’çıları saflara katıyor
Bagdadi cesaret ve atılganlık konusunda belki bir Zerkavi değildi ama örgütleme, genişleme, mali kaynak yaratma gibi konularda çok başarılı bir önder ve gerçek bir strateji uzmanıydı.
Irak İslam Devleti’ni Suriye içinde örgütleyerek nüfus alanını genişletmek istiyordu, bunun için de askeri stratejileri iyi bilen komutanlara ihtiyacı vardı.
Üniversite yıllarından tanıdığı Baas’çı çevrelerle ilişkiye geçti. Bu kişiler sayesinde Rakka’da bulunan ve Kuzey Doğu Suriye ile yakın ilişkileri olan İzzet el Duri ile irtibat kurdu. Irak İslam Devleti İŞİD olmaya (Irak Şam İslam Devleti) artık hazırdı.(MUT/BA)
*Arap dünyası Osmanlı’nın hilafeti almasına hiçbir zaman sıcak bakmadı. Hilafet, Hazreti Muhammed’in soyundan gelen ve Kuran’ın dili olan Arapçaya hakim Arap’larda olmalıydı. Bu konuya ilerideki yazılarda yine değineceğiz.
IŞİD Suriye’deBirçok Arap ülkesinde olduğu gibi Suriye’de de insanlar Arap ayaklanmasının etkisiyle özgürlük için sokaklara döküldüler. Yıllardır çeşitli vesilelerle gittiğim ve yakından tanıdığım bu güzel ülkede bana eşlik eden şoförüm Adnan, 2007 yılında yaptığım son ziyaretlerimden birinde Halep’deki evinde oturmuş konuşurken bana şöyle demişti: “ Günün birinde… bu ülke patlarsa, inan ki hiç bir yere benzemez, çok kötü olur çok.”Yanına sokulan küçük oğlunun başını şefkatle okşarken gözlerindeki endişeyi görmüş ve çok etkilenmiştim.Suriye’yi yazarken hep Adnan’ı düşündüm. Acaba ne olmuştu? Neredeydi? En önemlisi yaşıyor muydu? Türkiye’ye gelseydi beni arar bulurdu, telefonumu biliyordu.Halep’in yıkıntıları arasında dolaşan çocukları gördüğümde korkarak baktım fotoğraflara. İstanbul’da yağmurlu ve soğuk bir akşam Beyoğlu’nda yürürken bir apartmanın merdivenlerine sığınmış iki Suriyeli çocuk bana baktılar geçerken. Ömrüm boyunca her zaman insanların gözünün içine bakmakla övünen ben, utançla gözlerimi kaçırdım.
Tek bir şey: Özgürlük
Tunus’ta başlayan Mısır’da Tahrir Meydanı’nda devam eden Arap halklarının başkaldırısı bütün dünya da hem şaşkınlık, hem de müthiş bir heyecan yarattı. Özellikle de gençler arasında.
Arap ülkelerinde üniversite okumuş, iletişim çağının sunduğu tüm olanaklardan yararlanan, facebook ve twitter kullanan kalabalık bir genç erkekler ve kadınlar topluluğu Arap dünyasının içinde bulunduğu yolsuzluklar ve yozlaşmış hükumetlere karşı büyük bir sivil itaatsizlik hareketi başlattılar.
Aslında tek bir şey istiyorlardı “Özgürlük”.
Özgürlüğün ise demokrasi ve temel insan hakları, gerçek bir hukuk devleti, kısacası adalet ve eşitlik olmadan var olamayacağının bilinci içindeydiler.
Tunus ve Mısır’da sokakları dolduran yüz binler hiçbir şekilde silaha ve şiddete baş vurmadan bir hak arayışı içinde olduklarını ilan etmelerine rağmen, bir süre sonra karşılarında polis ve askeri, yani devlet güçlerini buldular.
Suriye
Arap gençlerinin bu başkaldırısı yıllardır Esat ailesinin baskıcı ve otoriter rejimi altında yaşayan Suriye halkını da etkisi altına almaya başladı.
Babası Hafız Esat’ın ölümünden sonra Suriye’de iktidara gelen Beşir el Esat, babasının demir yumrukla yönettiği ülkesinde bazı reform hareketlerine girişti. Ancak Baas iktidarları döneminde kurulan ve Hafız Esat döneminde daha da güçlendirilen Suriye gizli istihbaratı, muhaberat, ülkenin tek ve rakipsiz sahibiydi.
Tahminlere göre 50 bin ile 100 bin tam kadrolu çalışanı, yüz binlerce part-time istihdam edilenleri ile birlikte yaklaşık 800 bin kişiye ulaşan bu dev yapı, Suriye ordusu ile birlikte devletin ta kendisiydi.
Suriye ‘de 2011 yılında yapılan hesaplara göre her 240 kişiye bir muhaberat elemanı düşüyordu.
Bu dev yapının yıllık bütçesi tahmini olarak yılda 3 milyar doları buluyordu. Suriye’nin tüm askeri harcamalarının üçte biri.
On çocuktan ”Nizam Devrilsin”
Suriye’nin Arap Baharı, garip bir biçimde, Ürdün sınırına yakın küçük bir şehir olan Deraa’da başladı. En fazla 100 bin kişilik bir nüfusu olan Deraa, çok yoksul, son yıllarda bölgede yaşanan kuraklık nedeniyle işsizliğin çok yüksek olduğu, İslamcı hareketlerin güçlü ve devlet baskısının çok yoğun olduğu bir şehirdi.
Kısaca söylersek Suriye’nin en temel sorunlarının bir arada olduğu bir küçük Suriye.
Mart 2011’de, Deraa’da bir okulda okuyan ve yaşları dokuz ile on beş arasındaki on çocuk, Mısır’daki başkaldırı hareketinden öğrendikleri bir sloganı,“Nizam Devrilsin”i okullarının duvarına yazdılar.
İlginç olan hükümet yerine “nizam” sözcüğünün seçilmiş olmasıydı. Karşılarına aldıkları hükümet değil, sistemdi.
Deraa gibi küçük bir şehirde etkin olan üç güç vardır: Vali, muhaberat başkanı ve Baas temsilcisi.
Çocuklar serbest bırakılmayınca
Muhabarat’a bağlı güvenlik birimleri çocukları yakalayıp sorgularının yapılması için Şam’a gönderdiler. Ailelerin iki hafta boyunca çocuklarının serbest bırakılması için verdikleri mücadele sonuç vermediği gibi çocuklara Şam’da işkence yapıldığı haberleri gelmeye başladı.
Başta çocukların aileleri olmak üzere toplanan bir kalabalık Deraa’daki Ömer Cami önünde yürüyüşe geçtiler, çocukların serbest bırakılmasını ve baskılara son verilmesini isteyenlerin sayısı binleri geçince, güvenlik güçleri kalabalığa ateş açtı ve dört kişi yaşamını yitirdi.
Suriye’nin bu küçük şehrinde yaşananlar günümüze kadar gelen ve Bosna’dan beri yaşanan en kanlı iç savaşlardan birinin fitilini ateşlemişti. Bu kez de halk korku duvarını yıkmış, yıllarca süren uyuşukluk yerini büyük bir öfkeye bırakmıştı.
Adnan’ın endişelerini aşan vahşet
Bundan sonra yaşananlar şoför Adnan’ın endişelerini kat be kat geçen bir vahşet ve katliama dönüşürken, 9 milyon insan ülkeyi terk etmiş, 200 bini geçen ölü sayısı ve binlerce kayıp insanla, yıkılmış yakılmış kentler, talan edilmiş bir tarihsel doku, varil bombaları ile hurdahaş olmuş cesetler ile Suriye büyük devletlerin hesaplaşmasının odak noktasına oturmuştu.
Suriye’de ateşlenen Esat karşıtı gösteriler, 2011’in ikinci yarısından sonra, devletin uyguladığı şiddet sonucu silahlı mücadeleye dönüştü.
Sokakta mücadele edenler, kendi aralarında bölünürken, Suriye’nin yurt dışında yaşayan muhalefet liderleri, özellikle de Müslüman Kardeşler, siyaset sahnesinde yer almaya çalıştılar.
Suriye’nin Müslüman Kardeşler örgütü, ülke nüfusunun yüzde 70’ini oluşturan Sünnilerin temsilcisi konumundaydı. Müslüman Kardeşler’in ana çizgisi silahlı mücadele yanlısı olmayan ılımlı İslamcılardan oluşuyordu.
Özgür Suriye Ordusu adını alan silahlı gruplar, Batı’dan yardım beklentisi içinde direnmeye çalışırken, İslamcı cihatçılar devreye girdiler ve Suriye’de seküler veya ılımlı İslamcı bir muhalefet oluşmasına engel olmak için harekete geçtiler.
El Culani Suriye’de
Son Amerika Birleşik Devletleri (ABD) askerleri Irak’tan ayrılmadan önce, Ebu Bekir el Bagdadi, Suriye’ye sekiz adamını yolladı. Ağustos 2011 yılı Ramazanı’nda, bu sekiz kişi, Suriye’nin Kuzeydoğusunda yer alan Haseke bölgesine giriş yaptılar.
Bunların arasında Irak İslam Devleti saflarında mücadele eden, aslen Şamlı bir mücahit, Ebu Muhammed el Culani de vardı. Bu kez bir zamanlar kendisinin Irak’a geçmesini kolaylaştıran bir rejime karşı mücadele etmek için aynı sınırı geçiyordu.
El Culani, rivayete göre, Haseke’de, daha önce kendisinin de kaldığı Sednaya Hapishanesinden tanıdığı kişilerle irtibat kurdu.
El Culani’nin örgütlediği hücre, 2011’de Şam’da güvenlik güçlerini ve orduyu hedef alan biri dizi bombalı saldırı gerçekleştirdi, ancak El Nusra’nın resmen kurulduğunu ilan ettiği 23 Ocak 2012 tarihine kadar bunları sahiplenmedi.
El Culani, El Kaide ve Irak İslam Devleti ile olan ilişkilerini de her zaman gizledi. O kadar ki aynı hücrede çalıştığı kişiler bile söz konusu saldırıların nasıl yapıldığını bilmiyordu.
Der Spiegel muhabirinden
Suriye üzerine bir çok yazı yazan Der Spiegel dergisinin muhabiri Christoph Reuter, şöyle yazıyordu:
“İlk El Nusra grupları Halep’te Temmuz 2012’de ortaya çıktı. Onlarla konuşurken, ‘Demek siz El Nusra’lısınız’ diye sorduğumuzda ‘Evet’ diyorlardı, ‘peki Şam’daki güvenlik binasını nasıl havaya uçurdunuz’ dediğimizde ise ‘Hiç bilmiyoruz, biz sadece bu ismi çok sevdik, çok müthiş bir isim ve bu sayede Körfez ülkelerinden para alıyoruz’ diye yanıtlıyorlardı.”
El Culani yaklaşık altı ay Suriye’de gizli hücrelerden oluşan bir ağ kurmakla uğraştı. Anlaşılan o ki bu uğraşında bir hayli de başarılı oldu. El Nusra, Esat güçlerine karşı savaşan en başarılı örgütlerden biri olmasının yanı sıra, değişik azınlıklarla olan ilişkilerinde gösterdiği ılımlı tavırlar sayesinde, İslamcı olmayan cemaat veya azınlıkların bile saygısını ve güvenini kazandı.
Bazı durumlarda Hıristiyanların kiliselerini bile koruma altına alarak Suriye’nin çok dinli, çok etnik gruplu toplumunun bir parçası olduklarını kanıtlamaya çalıştı.
Zevahiri El Kaide lideri
Mayıs 2011’de, Usama bin Ladin ABD Özel birimleri tarafından Pakistan’da gizlendiği bir evde öldürüldü. Eyman el Zevahiri El Kaide’nin liderliğini üstlendi.
Daha önce Zarkevi ile de fikir ayrılıkları olan Zevahiri Şii, Ezidi, Hindu, Hıristiyan, Budist ve diğer dini grupları veya mezhepleri, onlar Sünnilere saldırmadıkça, hedef almaya kesinlikle karşı çıkıyordu.
Zevahiri gerçek İslami eğitim almamış insanlara anlayışla yaklaşmayı ve onları “Tevhid” (tek Tanrı) kavramı etrafında birleşmeye çağırmayı öneriyordu. El Kaide’nin Irak’ta hayata geçiremediği bu anlayışı El Nusra kanalıyla Suriye’de gerçekleştirmeyi amaçlıyordu.
Daha sonra El Cezire televizyonuna verdiği bir röportajda el Culani “Bizim amacımız Suriye halkını onlara zulmeden bir rejimden kurtarmaktı” diyecekti.
Zevahiri, 11 Şubat 2012’de yayınladığı bir bildiride Müslümanlara seslendi: “Türkiye, Irak, Ürdün ve Lübnan’daki haysiyetli ve onurlu her kişiyi Suriyeli kardeşlerinin yanında yer almaya çağırıyorum”.
Zevahiri’nin bu çağrısı etkili olmuş olmalı ki ABD Dış İşleri yayınladığı bir raporda Suriye ye gelen yabancı cihatçılarda bir artış olduğunu yazıyordu. 11 Aralık 2012’de ABD El Nusra’yı resmen El Kaide’nin Suriye kolu olarak tanımladı. Bu tanıma göre El Nusra, Irak El Kaidesi’nin taktiklerini uygulayarak Suriye’nin huzurunu bozmak isteyen terörist bir örgüttü.
Rakka El Nusra’nın elinde
El Nusra’nın Suriye’deki kuruluşunun üzerinden bir yıl geçtiğinde El Nusra ve değişik cihatçı gruplardan oluşan Ahrar el Şam 8 Nisan 2013’te Suriye’nin Kuzeyinde bulunan Rakka şehrini Suriye askeri birliklerinin elinden aldılar.
Bir tesadüf eseri olarak bu tarih ABD’nin on yıl önce Irak’ı işgal ettiği tarihe çok yakın düşüyordu.
ABD askerleri nasıl Bağdat’ta Saddam Hüseyin’in heykelini yıkıp yerine ABD bayrağını astılar ise, El Nusra da Esat’ın bronz heykelini yıkarak üzerinde Arapça yazılarla “Allahtan başka Tanrı yoktur, Muhammed de onun sözcüsüdür” yazılı kara bayrağı diktiler.
Bagdadi IŞİD’i ilan ediyor
Aynı gün el Bagdadi bir açıklama yaparak Irak İslam Devleti olarak Suriye halkının yardım çağrılarına yanıt verdiklerini, birçok savaşçılarını bu ülkeye yollayarak ve onlara her ay mali ve askeri destekte bulunarak Suriye’deki güçlerini pekiştirdiklerini ve bu tarihten sonra El Nusra ve Irak İslam Devletinin birleşerek tek bir ad altında “Irak Şam İslam Devleti” (İŞİD) olarak var olacağını açıkladı.
El Culani bu açıklamaya iki gün sonra bir yanıt vererek el Bagdadi’ye saygıda kusur etmeyeceğini, yapılan yardımlara teşekkür ettiğini, ancak daha önce haberi bile olmadığı bu “birleşme”ye karşı olduğunu ve kendisinin ve El Nusra’nın “Cihad’ın Şeyhi” Eymen el Zevahiri’ye biat etmeye devam edeceğini açıkladı.
Zevahiri açıklaması
İzleyen günlerde IŞİD adı altında yayınlanan videolarda el Bagdadi’nin el Culani’ye karşı bir zafer elde ettiği söylenmeye başladı. İki oğlu arasındaki kavgaya müdahil eden baba olarak el Zevahiri Mayıs sonunda El Cezire’de yayınlanan bir programda her ikisinin de hatalı davrandıklarını ve IŞİD’in lağvedilerek, El Nusra’nın Suriye’de, Irak İslam Devletinin ise Irak’ta eylemlerini sürdüreceklerini açıkladı.
Tecrübeli bir cihatçı olan Zevahiri bu konuşmasının sorunları çözmeyeceğini biliyordu. Nitekim, el Bagdadi Zevahiri’nin Irak ve Suriye’yi iki bağımsız devlet olarak tanımlamaya devam etmesini, emperyalist güçlerin Birinci Dünya Savaşı sonrasında yaptıkları Skyes-Picot* anlaşmasına onay verdiği anlamına geldiğini söylüyordu.
Bu iki örgüt ve liderleri arasındaki ayrışma cihatçı hareketi de böldü. El Nusra’nın yanında savaşan yabancı cihatçıların büyük bir kesimi IŞİD’e geçti. Bu da El Nusra’yı daha Suriyeli, daha yerli bir yapılanma yaparken IŞİD’i ise bütün dünyadan cihatçı devşiren bir devlete dönüştürdü.
* Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere ile Fransa arasında 16 Mayıs 1916’da yapılan Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Doğu’daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli anlaşma.
IŞİD tam bir Joker. ABD, Rusya, Iran, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan… birbirlerine karşı ve bölgedeki gelişmelere göre IŞİD kartını kullanıyorlar.
Bu kanlı oyun ne zaman ve nasıl bitecek?Ramazan ayı boyunca tüm bölgelerde saldırılar planladığını kendi sitelerinde duyuran IŞİD en başta Kobane olmak üzere Tunus, Kuveyt, Fransa ve Somali’deki saldırılarında 287 …kişiyi öldürdü.Musul’un ele geçirilmesiMusul’un IŞİD güçlerinin eline geçirilmesinden üç hafta sonra, 29 haziran 2014 tarihinde Musul’da, kendi halifeliğini ilan eden Bagdadi, o günden bu yana IŞİD’in tartışılmaz lideri.9 Haziran 2014 tarihinde başlayan Musul kuşatması, IŞİD güçlerinin tümü şehre girmeye bile vakit bulamadan, on saat gibi kısa bir süre içinde gerçekleşmiş ve hepimizin bildiği gibi Türkiye Konsolosluğu’na yapılan saldırıda 49 Türkiyeli görevli rehin alınmıştı.
İki gün önce IŞİD “Hilafetin Kurulduğu Şanlı Anlar” adıyla yayınladığı 29 dakikalık bir video ile Musul’un fethinin nasıl gerçekleştiğini şimdiye kadar paylaşılmamış görüntülerle anlatıyordu.
Bu video da Musul halkının IŞİD’i nasıl sevinç içinde karşıladığı, hapishanelerdeki mahkumlara nasıl yemek ikram edildiği, ve en önemlisi, Irak askerlerinin bütün silahlarını bırakarak nasıl Musul’dan kaçtıkları an be an gösteriliyordu.
Filmin sonunda ABD’nin yıllarca milyar dolarlık bütçelerle eğitip donattığı Irak ordusunun, nasıl arkasına bile bakmadan milyar dolarlık silahları bırakıp kaçtıklarını seyrederken gülmekle ağlamak arasında bir yerde kalıyorsunuz.
”Safavi ordusunun askerleri”
Musul’ın IŞİD’in eline bu kadar kolay geçmesi, sadece ABD ve Irak değil, Şii’ler ve İran tarafından da hiç hoş karşılanmadı. Şii milisler Bağdat’ı korumak için derhal harekete geçtiler.
Bundan böyle Irak’da IŞİD’in karşısında savaşacak olanların Iran destekli Şii milisleri olacağı apaçık ortadaydı. Zaten videonun bir yerinde Şii milislerden “Safavi ordusunun askerleri” diye söz ediliyordu.
Kuşkusuz ki Musul’u ele geçirmek IŞİD’e hem mali, hem askeri açıdan büyük kazançlar sağladı. Gücü her bakımdan üçe, hatta dörde katlandı. Irak’ın 2 milyon nüfuslu ikinci büyük şehrini artık onlar yönetiyordu.
IŞİD’li Tarz-ı hayat
Kadınların siyah çarşaf ve ellerine eldiven giymeleri, hatta gözlerini bile bir siyah tül ile kapatmaları ve ancak yanlarında aileden bir erkek olduğunda sokağa çıkmalarına izin veriliyor.
Erkekler sakal bırakacak, kamuda sigara içmeyecek, futbol oynamayacaktı. Hırsızlığın cezası el kesmek, zinanın cezası taşlanarak öldürülmekti.
Musul’da yaşayan azınlıklar ve Hıristiyanlar mallarını mülklerini bırakıp kaçtılar ve o malların hepsine IŞİD el koydu.
Lat aslanı
Son iki güne geri dönelim. 1 Temmuz’da, IŞİD 21 Mayıs’te ele geçirdiği Palmira Antik kentinin girişinde bulunan 3 metre uzunluğunda ve 15 ton ağırlığındaki Lat Aslanını nasıl parçaladıklarını gösteren fotoğrafları yayınladı.
Al-Lat olarak bilinen İslamiyet öncesi bir Tanrıçaya adanmış bu aslan, dünyanın sayılı aslan heykelleri arasındaydı.
Sina Eyaleti’ne saldırılar
Dün sabah Sina Yarımadasının Kuzeyine yapılan bir saldırıda 70 Mısırlı asker ve sivil öldürüldü. Saldırıyı “Sina Eyaleti” adında IŞİD bağlantılı bir örgüt üstlendi.
Verilen bilgilere göre yaklaşık 300 kişilik bir kuvvetin ağır silahlar ve hava saldırılarına karşı koyabilen uçaksavarlarla yaptıkları bu saldırı Sina yarımadasında yapılan ilk saldırı da değildi.
“Sina Eyaleti” son altı ay içerisinde üçü bombalı araçlarla olmak üzere, 15 güvenlik birimine saldırı yapmış ve ölümlere neden olmuştu.
Hamas
Sina Yarımadasındaki saldırıdan hemen sonra Mısır’ın Gazze’ye açılan Refah kapısında şiddetli patlamalar gerçekleşmiş, Hamas Gazze’de güvenlik önlemleri almaya başlamıştı.
IŞİD, son günlerde Hamas’ın Gazze’de bulunan Selefi örgütlerine karşı yaptığı baskınları sert bir dille eleştirmiş ve Hamas’ı Gazze’deki iktidarına son vermekle tehdit etmişti.
Hamas’a gönderilen mesajda “Cihad, toprak ilhak etmek değildir, Allahın yasalarını uygulamak için verilen savaştır. Yarmuk* Filistin mülteci kampında yaptıklarımızı Gazze’de yaparız” deniliyordu.
General Barno
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Afganistan’da görev yapmış emekli generallerinden David Barno, bu son gelişmelerden sonra IŞİD için şu yorumu yapıyordu:
”IŞİD, hareket halinde ve sürekli gelişen bir yapılanma. Güçleri azalmıyor, tam tersine sürekli artıyor. Sayıları çoğaldığı gibi, çok daha gelişmiş silahlara, bu silahları kullanabilen kadrolara sahipler. Bütün bunun yanısıra, belki de en önemlisi, cesurlar, ölümden korkmuyorlar.”
ABD’nin IŞİD’le ilgili uzun vadeli ve tutarlı bir siyaseti olmadığı ve yakın tarihte de olamayacağı apaçık ortada. ABD ordusu, Amerikan halkının Orta-Doğu’da yeni bir savaşa sıcak bakmadığını bu nedenle ABD askerlerinin yeniden Suriye’deki bir kara savaşına katılamayacakları konusunda son derece kararlı bir tutum içinde. IŞİD’e karşı kara savaşını ancak bölge ülkeleri yapabilir, biz ancak havadan destek veririz diyorlar.
İlk yenilgi
Şu ana kadar ABD’nin başını çektiği koalisyon IŞİD’e karşı 4500 hava saldırısı gerçekleştirmiş durumda. Kobane kuşatmasında YPG savaşçıları ve Kobane halkının inanılmaz direnişi, Barzani güçlerinin de desteğiyle birleşince, IŞİD bölgedeki ilk yenilgisini yaşamıştı.
Son Kobani katliamı, hem bu yenilginin intikamı, hem de bir göz dağıydı; ”ABD bombardımanları bile beni buralardan söküp atamaz, oyunun kurallarını ben koyarım” diyordu.
Tam bir joker
IŞİD tam bir Joker. ABD, Rusya, İran, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan (liste daha da uzayabilir) birbirlerine karşı ve bölgedeki gelişmelere göre IŞİD kartını kullanıyorlar.
IŞİD, bu durumdan yararlanarak bütün güçleri birbirlerine karşı kışkırtıyor, bir yandan yenilirken, diğer bir noktadan fırlıyor, bir bölgeyi kayıp ederken, bambaşka bir toprak parçasını ilhak ediyor ve bunu yaparken de ortaya çıkan kapışmayı seyrediyor. Sonra yeni bir hamleye girişiyor ve bu böyle devam edip gidiyor.
Bu kanlı oyun ne zaman ve nasıl bitecek? Ya da daha uzun bir süre, tüm bölge devletleri Irak ve Suriye’nin akıbetine uğrayana dek devam mı edecek?
Kuşkusuz bu sorunların yanıtını vermek çok zor, hatta imkansız.
Ancak unutmamamız gereken bir temel gerçek var.
Savaş, düşüncenin, sözün ve yazının en büyük düşmanıdır. İstikrar, barışın bir yan ürünüdür.
Savaşırken istikrar kuramazsınız, yaşama dair bir söz söyleyemezsiniz.
Onun için ölümü kutsayanların karşısında barışın ve yaşamın yanında durmalıyız.
IŞİD’in İdeolojik ve Teolojik TemelleriKanadalı gazeteci Graeme Wood’un The Atlantic dergisinde Mart 2015 tarihinde yayınlanan “IŞİD Geçekten Ne İstiyor” Graeme Wood’un bugün IŞİD’in çok bilinen önderlerinden olmayan ama ideolojik ve teolojik temelleri üzerinde söz söyleyen IŞİD üyeleriyle yaptığı doğrudan görüşmelere ve bu konudaki tartışmalara dayanıyor.
…
IŞİD ne değildir?Graeme Wood yazısına çok çarpıcı bir cümle ile başlıyor:“IŞİD, bugün medya ve basında tanıtıldığı gibi psikopatların bir araya gelip kurdukları bir örgüt değildir. Üzerinde çok çalışılmış ve düşünülmüş bir dizi dini inanca dayalı, bugün içinde yaşadığımız dünyanın sonunu belirleyecek olan ‘Apocalypse’, yani ‘kıyamet’in Kuran’da yer alan tanımları üzerine kurulu, geleceğe yönelik bir öngörüye dayanan bir siyasi yapıdır.”IŞİD ya da kendi tanımlarıyla “İslam Devleti” ilke olarak barışa karşıdır, soykırım yapmayı caiz kabul eder ve kendi tanımları ve dini inançları gereğince her türlü değişime karşı durmak zorundadır.
Yine kendi görüşlerine göre artık çok yaklaştığımız “kıyamet” gününün ise baş aktörlerinden biri olmaya adaydır. Bu nedenle kıyamet günü senaryosu bu örgütün stratejisi içinde gerçekliğe karşı kurulmuş alternatif bir dünyanın varlığına işaret eder.
Selefi cihat anlayışı
Bugün IŞİD’in varlığı ile birlikte artık tek bir Selefi cihat anlayışı yoktur. Afganistan’ın 1998 yılında işgali ile başlayan Selefi cihatçı hareket bu yazı dizisinde de anlattığımız gibi bir çok evrelerden geçmiş ve kendi içinde yaşanan tartışmalar ve bölünmelerle bugüne gelmiştir.
El Kaide’nin ve IŞİD’in ideolojik temelini oluşturan Bin Ladin ve Zerkavi’nin hocası Filistin kökenli Ebu Muammed el Makdisi, Zerkavi ve IŞİD’le sonradan yollarını ayırmış ve IŞİD’in eylemlerine karşı çıkmıştır.
Türkiye’de olduğu gibi İslam ülkelerinin bir çoğunda IŞİD’in vahşi katliamları, korkunç videoları, şeriat adına uyguladığı yöntemler büyük tepkilere neden olmuş ve IŞİD ”İslam dışı bir terör örgütü” olarak tanımlanmıştır.
”İslam dışı” mı?
Graeme Wood makalesinde IŞİD üzerine çalışan ve konunun uzmanı olan Princeton Üniversitesi’nden akademisyen Bernard Haykal ile tam da bu konuyu tartışıyor.
IŞİD gerçekten İslam dışı mıdır? Lübnan asıllı, seküler bakış açısına sahip Haykal IŞİD’in İslam dışı olduğu yorumuna karşı çıkıyor.
IŞİD ona göre Kuran’a bağlı, dini bir yapıdır. “İslam barış dinidir” gibi tanımlamaların da gerçeği yansıtmadığını, IŞİD’in savunduğu Muhammed Peygamber döneminin savaşlar ve çatışmalarla geçtiğini ve IŞİD’in de bu dönemin savaş kurallarını ve kodlarını savunduğunu söylüyor.
”Uygulamalar”/
Bu kurallar ise bugünkü modern Müslümanların kabul etmek istemedikleri bazı uygulamaları içeriyor.
Kölelik, çarmıha germe, kafa kesme gibi uygulamalar, yedinci yüzyılda kabul gören ve düşmanı cezalandırmak için kullanılan yöntemlerdi.
IŞİD yüzyıllardır unutulmuş bu uygulamaları tekrar gün ışığına çıkarmış, Kuran’da bu konuya ilişkin söylenenleri uygulamayı kendilerine verilmiş bir görev olarak kabul ederek, yaptığı tüm vahşetin aslında İslam’ın gerçek değerlerini savunmak olarak yorumlamıştır.
Hilafet için toprak gerek
18. Yüzyılda Arap yarımadasında ortaya çıkan Vahabi akımı benzer görüşlere yer verse de arada ciddi bir fark vardı. Vahabi akımı “kafirler” ve düşmanlarla çevrili olmadığı için zaten Müslümanların yaşadığı toprakları ele geçirmek için savaşıyordu.
IŞİD ise tıpkı Müslümanlığın ilk dönemleri gibi, düşmanlarla çevrili bir ortamda İslamı korumak ve yaymak üzere kutsal toprakların yeniden fethi gibi bir gündemle ortaya çıktı.
Müslümanların birliği için hilafetin yeniden kurulması gerekiyordu, hilafetin kurulabilmesi için üzerinde hükümranlık kurulacak topraklara ihtiyaç vardı. Bu gündem tüm Orta Doğu’nun yeniden şekillenmesi demekti.
Mubahtı
Müslümanlığın ilk dönemlerinde düşmanlarla savaşırken, kafa kesme, çarmıha germe, kadınları köleleştirme gibi uygulamalar mubah, hatta gerekli görülüyordu.
“Sizin Roma’nızı fethedip haçlarınızı parçalayıp, kadınlarınızı köleleştireceğiz. Eğer bizler o günleri göremezsek, çocuklarımız ve torunlarımız, sizin çocuklarınızı esir pazarında köle olarak satacaklar.”
Bu sözler, IŞİD sözcüsü Ebu Muhammed el Adnani’ye ait.
Daha sonra Sancar bölgesinde Ezidi halkına yapılan saldırı ve kadınların kaçırılarak esir olarak IŞİD savaşçılarına sunulmaları ve bunun Kuran ve şeriata uygun olduğu bu gündemin hayata geçirilmesinden başka bir şey değildi.
Hilafetin yeniden kurulması
IŞİD’e göre Hilafetin yeniden kurulması tüm Müslümanların ortak amacı ve görevi olmalıdır. Bu görev bin yıldır yerine getirilmemiştir. Osmanlı hilafeti, hem Şeriat’ı olması gerektiği gibi uygulamadığı, hem de halifeleri Muhammed Peygamber soyundan gelmediği için meşru değildir.
Bir Müslümanın bir halifeye biat etmeden ölmesi, onun gerçek bir Müslüman gibi yaşamadığını gösterir. Bu noktada ilginç bir not var, bunları söyleyen kişi daha sonra Osmanlı hilafetinin ortadan kaldırıldığı 1924 yılı ile yeniden kurulduğu 2014 yılı arasında ölenlerin inançsız kişiler olarak öldüklerini söylüyor.
İslam’da Kıyamet
Geleceği bilebilen bir tek Tanrı’dır. Tanrı, fanilere gelecekle ilgili bazı ip uçları vermiştir. IŞİD, bu ipuçlarını okumak ve anlamlandırmak konusunda diğer cihatçı hareketlerden ayrılmaktadır.
El Kaide dünyevi sorunlarla ilgilenen bir örgüt olarak Arap yarımadasından bütün Müslüman olmayan herkesin atılması, İsrail devletinin ortadan kaldırılması, Arap dünyasındaki dikta rejimlerinin yıkılması gibi sorunlara eğiliyordu.
Bin Ladin’in Kıyamet’ten söz etmesine çok ender rastlanır.
Ladin ve Zevahiri
Brookings Enstitüsünde çalışan ve IŞİD üzerine çalışmalar yapan Will McCants, bin Ladin ve Eyman el Zevahiri’nin elit Sünni ailelerden geldiklerini ve bu tür spekülatif ve gerçeğe dayalı olmayan bilgileri kitlelerle yayılan, aslı olmayan hikayeler olduğunu ve ciddiye alınmaması gerektiğini söylediklerini anlatıyor.
IŞİD’in de ilhak ettikleri topraklarda ve şehirlerde yaşayan halklara hizmet götürmek, para toplamak gibi dünyevi uğraşları vardı, ama onlar için bir de “Son Gün “ vardı.
Irak’taki ABD işgalinin son yıllarında Irak İslam Devleti dünyanın sonunun çok yaklaştığını gösteren işaretler görmeye başladıklarını ve İslam güçlerini zafere götürecek olan Mehdi’nin (kurtarıcının) geleceğini söylemeye başladılar.
Bu söylentiler Bin Ladin’in kulağına gittiğinde, çok sert bir bildiriyle bu tür hikayelerin yayılmasına bir son verilmesini istedi.
Dabiq dergisi
Ancak Kıyamet senaryoları sona ermedi, hatta gelişti ve yaygınlaştı. Bu senaryo gereğince on iki meşru halife olacaktı ve Bagdadi bunların sekizincisi olarak gelmişti. İslam’ın cihatçı orduları, “Roma” orduları ile Suriye’de Halep’in hemen güneyinde bulunan Dabiq kasabası yakınlarında bir düzlükte karşılaşacak ve zafer cihat ordularının olacaktı.
IŞİD propaganda makinesi bu konuyu sürekli gündemde tutmaya ve geliştirmeye başladı. 2013 yılında İngilizce olarak yayınladıkları derginin adı da Dabiq oldu.
Zerkavi öldürülmeden önce yaptığı bir konuşmada, “Kıvılcım burada Irak’ta ateş aldı ve onun ısısı giderek yükselecek ve haçlı orduları, Dabiq ateşinde yanıp kül olacaktır” diyordu.
Hollwood filmi gibi
IŞİD’in kendilerine ait TV yayınlarında Ortaçağ’da geçen Hollywood filmlerinden alınan görsellerde atlar üzerinde kılıçlarla gelen savaşçılar gösteriliyor ve gelecek zaferin beklentisi yaratılıyordu.
Cihatçı İslam orduları, Dabiq zaferinden sonra halifeliği genişletmek için ve Roma’nın başkenti İstanbul’u fethederek yağmalanmasını sağlayacak sonra birden işler tersine dönecek ve Deccal (anti-Mesih) Horasan üzerinden büyük ordularla gelip cihatçılara saldıracaktı.
Bu savaşta yenilen cihat orduları 5000 kişi kalacak ve Kudüs’e sığınacaklar ve orada İsa Peygamber Mesih gökten inerek Deccal’ı öldürerek Müslümanları kurtaracak ve kendisi de Müslümanlığı kabul ederek İslamiyet’in tek din olarak yaşamasını sağlayacaktır.
Gerçekten bir süper prodüksiyon Hollywood filmini anlatan bu hikayeyi gecenin geç bir saatinde okuduğumda bir hayli şaşırdım. Roma olarak tanımlanan düşman aslında Bizans, yani doğu Roma idi ve İstanbul da onun başkenti Konstantiniye olarak geçiyordu.
İstanbul’da Konstantiniye dergisi
Osmanlı imparatorluğu ise Bizans’ın devamı, Türkiye Cumhuriyeti ise sözde hilafeti kaldıran “düşman”dı. Kısacası biz de kafası uçurulacaklar ya da köle pazarında satılacak olanlar kategorisine giriyorduk.
Demek sıra bize de gelecekti. Yattım ve huzur içinde uyudum.
Ertesi sabah kalktığımda her sabah dinlediğim TV programlarının birinde şöyle bir haber geçiyordu: IŞİD, İstanbul’da Konstantiniye adında bir dergi yayınlamaya başladı. Demek hazırlıklar başlamış, kıyamete doğru yol alıyorduk.
Bir yeni kitap
Bu tuhaf tesadüften sonra bu konuyu araştırmaya başladım ve karşıma çok yeni basılmış bir kitap çıktı. Genç bir Fransız asıllı akademisyenin, Jean Pierre Filiu’nun “Apocalypse in İslam” adlı kitabını Amazon üzerinden bulup aldım ve okudum.
Bu konuyu merak eden herkese tavsiye ediyorum. Kitap, benim gibi bu konuyla ilk kez karşılaşanların bile kolaylıkla anlayabileceği bir dilde Sünni ve Şii teolojide kıyametin nasıl tanımlandığını, İbni Arabi’den başlayıp İbni Haldun’a dek uzanan bir süreçten günümüze kadar getiriyor.
Sonuç olarak IŞİD’in kıyamet hikayesi, bazı ufak yer değişiklikleri dışında (mesela Mesih, yani İsa Peygamber, Şam’daki büyük caminin beyaz minaresinden yükselen beyaz bir dumandan iniyor) Kuran’da ve İslam teolojisinde aynen yer alıyordu.
İslam bugün nerede?
Demek IŞİD Kuran’da yazılanları yorumlayan, dolayısıyla İslam dışı olmayan bir yapıydı.
Öyle ise İslam bugün nerede duruyordu?
Bu bilgiler ışığında aklıma ilk gelen soru şu oldu: benim üstünkörü bir araştırma ile ulaştığım bütün bu sorular, herhalde İslam tarihi ve teolojisi üzerine çalışan ilahiyatçılar tarafından da biliniyordu.
Biz bu konuda niçin onlar tarafından yazılmış yazılar ve yorumlara ulaşamıyorduk. Onlar yazıyor da biz mi bilmiyorduk?
Arap dünyasında bu konuda çok geniş bir birikim olduğunu biliyordum, ama Arapça bilmeyen Türkiyeli okurlar bu bilgilere nasıl ulaşacaktı?
Batı’yı gerçekten eleştirmek istiyorsak, ilk önce kendi evimizi, yani kendi bilgi ve birikimlerimizi sistemli ve düzenli bir biçimde ortaya koymak zorunda değil miyiz? IŞİD’e karşı mücadele edilecekse ilk önce onun ne olduğunu bilmek gerekli değil mi?
Hedeftekiler
IŞİD’in ideolojik ve teolojik yaklaşımında Şiiler kadar Selefi düşünce dışında kalan Müslümanlar da hedefte. Özellikle de Türkler. Horasan dan gelen ve cihat ordularını yenen güçlerden söz ederken kast edilenler Türkler mi?
Türklerin yanısıra IŞİD’in hedefinde olan Kürtler de benzer bir konumda. Kürt siyasi hareketi, Suriye’de savaşan YPG, Kuzey Irak’taki Barzani güçleri, hepsi “düşman” konumundalar.
YPG ve Barzani şu anda bölgede IŞİD’le kara savaşına giren tek silahlı güç konumundalar. ABD’nin hava güçleri destek veriyor ama İŞİD’le savaşırken ölenler Kobanili gençler oluyor.
Suriye de Rakka ve Palmira, Irak’ta Musul nasıl ele geçirildi ise en başta Halep olmak üzere, başka kentler de tehdit altında değil mi? İstanbul’un orta yerinde Konstantiniye dergisini çıkaranlar, aramızda yaşamıyorlar mı..!
Kaynakça
Charles R.Lister, The Islamic State , A Brief Introduction, Brooking Institution Press, Washington, D.C. 2015
Michael Weiss & Hassan Hassan, ISIS Inside The Army of Terror, Regan Arts. New York, 2015
Jean Pierre Filiu, Apocalypse in Islam, University of California Press, 2011
Joas Wagemakers, A Quietist Jihadi, The Ideology and Influence of Abu Muhammed al-Maksidi, Cambridge University Press, 2012
Les Cahiers de L’Orient, Revue d’etudes et de reflexion sur le monde arabe et musulman, Automne, 2014, No 116
Dan Glazebrook, Divide and Ruin, The West’s Imperial Strategy In an Age of Crisis, Liberation Media, San Francisco, 2013
Jadalliya, Files on ISIS and Syria, 2014-2015
David.W. Lesch, Syria, The Fall of the House of Assad, New updated edition, Yale University Press. 2013
Patrick Seale, Asad: The Struggle for the Middle East, University of California Press. Berkeley,1988
Ajami Fouad, The Syrian Rebellion, Hoover Institution Press, Stanford University Press, 2012
Georges Corm, Pour Une Lecture Profane Des Conflits, Sur le “retour des religieux” dans les
conflits contemporaine du Moyen Orient, La Decouvert / Poche, Paris. 2012, 2015
Anthony Shadid, “Legacy of the Prophet, Despots, Democrates and the New Politics of Islam”, Westview, 2002
Jessica Stern & J.M. Berger, ISIS: The State of Terror, ECCO, 2014
Charles River Editions, The Islamic State of Iraq and Syria: The History of ISIS. 2014
Patrick Cockburn, The Jihadis Return, ISIS and the new Sunni Uprising, Or Books, 2014