Mahir: Kiminin Mirası, Kiminin Rüyası
”Sınıf mücadelesi Marksist felsefe ve bilimde son sözü söyleyen halkadır. ” [Althusser]
“…Ancak, artık sınıfların ve sınıf çelişmelerinin bulunmadığı bir düzendedir ki sosyal evrimler, artık siyasi devrimler olmaktan çıkacaklardır. O zamana kadar toplumun her yerinden değiştirilip, düzeltilmesinin arifesinde sosyal bilimin son sözü şu olacaktır: Ya mücadele ya ölüm, ya kanlı savaş ya da yok olma.” [K. Marx]
“Kurtuluşa Kadar Savaş!” [Mahir Çayan]
HDP’nin kuruluşu üzerine olumlu, olumsuz pek çok söz söylenebilir, bunlar konuşuluyor ve konuşulacak da. Fakat bununla birlikte ve belki de bundan evvel, Kürt ulusal kurtuluş hareketi önderliği Öcalan’ın alışılageldik “grandiyöze” edâsıyla sarf ettiği “ben Mahir Çayan’ın mirasını HDP’ye emanet ediyorum” sözü tartışılmalı. Buradan anladığımız şey şu; yani Öcalan bugüne dek bu mirası tek başına kendi benliğinde ve siyaset etme tarzında yahut bir bütün olarak hareketinde taşımış, şimdi de onu pek çok paydası olan daha geniş bir oluşuma sürdürmesi temennisi ya da umuduyla sunuyor.
Reformizm ve devrimcilik arasında keskin bir çizgi bulunur, Mahirlerin ise burada “kesintisiz” ve uzlaşmaz bir devrimci mücadele çizgisinde konumlandığı açık. Hâl böyleyken, üstelik de gündem memlekette hâlâ isyanken devletle uzlaşabilme kanallarının açıklığından ve reformcu/kazanımcı bir siyasetin işleyebilirliğinden ümitvâr olan bir “yeni” yapının kendisine süslü bir tepside Mahir mirası ısmarlaması gerçekten abes. Hele hele Çayan’ın mirası sürdürücüsünün omuzlarında ve kalbinde dururken ve yürümekteyken, onun devamcıları, fikri ve pratik yoldaşları var güçleriyle eylemekteyken bu aynı zamanda bir siyasal yapıya ya da geleneğe hakaret diye de algılanabilir.
Burada bunu “hakaret” saymamız, PKK’yi, Öcalan’ı ya da HDP’yi küçümsememizden kaynaklanmıyor, zira bu haddimize de değil, ancak var olan bir siyasi geleneği yok sayıp, birden bire, bir de tarihsel çizgindeki en alakâsız durağında “bu mirası ben taşıdım, şimdi de emanet ediyorum” dersen eğer buna “hakaret” dışında koyabileceğimiz yeni bir ad bulmakta zorlanırız. Keza bu sözü eden, bunca yıldır bir kavga etme ve söz söyleme geleneğini bedeller ödeye ödeye bugünlere taşıyanları yok saymıştır, burada da en hafif tabir “üzücü” olabilmektedir.
Bir sembolün, bir hareketin anısını hakkıyla yaşatabimenin ön koşulu onu bugününde geçmişin anlam bağlamından koparmadan taşıyabilmekten geçer. Mahir Çayan’ın kesinlikle nostaljik bir savaşçı figürü olmadığı, uğruna can verdiği ve yine onun yolunda nice canların düşmeye devam ettiği savaşının koşullarının ortadan kalkmadığı aşikâr. Yani en net ve doğrudan ifadeyle söylecek olursak eğer, “Mahirler” demek, hatırladığımız zaman yüreğimizin burkulacağı güzel çocuklar demek değil, “Kızıldere” demektir. Kızıldere’nin ifade ettiği ideogram dünyası ise “öncü savaşı”nın simgeleriyle resmedilebilir (bu Mahir adından yazılmış thompson’dur), bunun ruhani karşılayanı ise feda ruhudur, kavga için tereddütsüzlük, sağa sola yalpalamadan, mırın kırın etmeden somut varlığına gelecekte başkalarının başka bir var olma biçimi için kıyabilmektir.
Türkiye’de yukarıda bahsettiğimiz atmosferde “cüret, direniş, savaş” üçlemesiyle soluk alıp veren bir siyasal beden kanlı canlı durmaktadır. HDP ise Kürt hareketi ve çoğunluğu epeydir ona yedeklenen kimi sol hareketlerle birlikte düzenin içinde “daha sağlıklı nefes alabilme”, daha geniş hareket alanı bulabilme, “demokratik kazanımlar çerçevesinde örgütlennme” temelinde ve karşılıklı çıkar hesaplamalarıyla bir araya gelmiş reformcu bir oluşumun adıdır yalnız. Bu konumda olan bir siyasi hareketin ise “Mahir’in mirası bizde!” söylemini taşıyabilecek kulpu bulabilmesi için “birkaç kırlangıç ömrü” değil, bir “turritopsis nutricula” ömrü gerekir herhâlde, ki epey uzun bir yol oluyor bu.
Sınıf perspektifinden neredeyse tamamen azade olup da sınıfın yerine etnik, dini/mezhepsel, cinsel ya da daha farklı duyarlılıkları/insani özellikleri ve devrim yerine de faşizmi daha sakinleştirme görevini ve daha çok belediye kazanma hedefini ikame eden bir yapı nasıl oluyor da “Mahir’in mirasın”nı devralıp, “halkların umudu” olabiliyor şaşırtıcı. Buradan bazı arkadaşlar ne şekilde bir “yaklaşan fırtına” imgelemini tutup yakalayıp propaganda metinlerine nakşedebilmiş bu da ilginç.
Bir şeyin neliğini doğru dürüst koymak dururken, kendi gerçekliğini ele güne karşı sarih bir biçimde çizebilmek gerekirken yani, o şeye olmadık ünvanlar, sıfatlar yakıştırmak, bunu heyecan ve hamasetle üstelemek neden?
HDP, demokrat güçlerin reformcu kesiminin ihtiyaç duyduğu konjonktürel ve işlevsel bir araçtı ve inşaa edildi. İyi, güzel de oldu onlar açısından, bu insanlar bizim düşmanlarımız olmadıklarına göre bunu sol hareket açısından da bir kazanım olarak görebilirdik şüphesiz, düzenin içinde düzene karşı yumuşak bir baskı aracı olabilecek güçlere gereksinim duyulur zira. Ancak söz konusu hareketin vurgu, söylem, yönelim ve bileşenleri ortadayken, kendilerini “sistemi kahrından öldürecek” özneler olarak sunmaları ve ne yazık ki bu işi devrimci hareketi yoka yazarak yapabilmeleri söz konusu hareketin gelecekte varabileceği konaklar açısından da düşündürücü.
Mahir’in mirası eksiği, gediği, hatası, yanlışı, doğrusuyla, tartışılabilir yönleri ve de silinmez azametiyle bugün yerli yerinde, bir harekette, bir var oluşta kendisini yeniden ve yeniden üretiyor, çarpışıyor, geriliyor ve ilerliyor. Bu böyleyken; başka bir biçimde siyaset etmede çoktan karar kılmış olanlara ise, kendilerine daha uygun referanslar ve motivasyon için poplaştırılabilecek yerinde ögeler bulabilmek, algılarda oturtulmakta büyük güçlükler çektirip gören gözü irrite edecek “kurucu selefler efsanesi”ndense , kendi mücadele çizgilerine uygun bambaşka öykülere varislik iddiası tutturabilmek düşüyor.
İsmail Güney Yılmaz