Emperyalizm ve Halkın Sağlıklı Yaşam Hakkının Gaspı
Kapitalizm kişinin sağlığını olumsuz etkileyen ve onun hastalanmasına neden olan etkenleri sürekli gözlerden gizliyor. Sömürüye dayalı kar amaçlı üretim sisteminin yarattığı eşitsizlikler aynı zamanda hastalıklarında nedenlerini oluşturuyor.
İnsanlar;
• Yeterli ve dengeli beslenemiyorsa,
• Temiz ve yeterli su kaynağına ulaşamıyorsa,
• Kendilerini kışın soğuktan yazın sıcaktan koruyacak uygun barınma imkânlarından mahrumsa,
• Uzun süreli ve/veya yoğun tempoda çalışmak zorunda kalarak fiziki ve psikolojik olarak tükeniyorsa,
• İşyerlerinde fiziki, kimyasal, biyolojik ve ergonomik etkenler nedeniyle yoğun sağlık riskleri altında çalışmaya zorlanıyor ve sağlıklarını yitiriyorsa,
• İçinde yaşadığı ve bir parçasını oluşturdukları çevre (solunan hava, içilen su, üzerinde yaşanan ve ekilen toprak ) sorumsuzca kirletiliyorsa,
• Sağlıklarını bozan etkenleri bilmiyor, yanlış alışkanlıkları edinmiş ve doğru sağlık bilinçleri oluşturulmamışsa,
• İşsizlik, yoksulluk nedeniyle toplum içinde aşağılanıyor ve dışlanıyorsa,
ne ruhsal ne fiziksel sağlıklarını koruyabilir ne de sağlıklı bir yaşam sürdürebilir.
Bu sıraladığımız nedenlerden bazılarına kısaca değinmek yaşanan sorunu daha anlaşılır kılabilecektir.
Kapitalizm bir yandan ‘kendi mezar kazıcılarını’ üretirken aynı zamanda mezar kazıcılarının mezarlarını yaratmaktadır. ILO, 2000 yılında kapitalist üretim sürecinde;
• 360.000 işçinin iş kazası nedeniyle yaşamını yitirdiğini,
• 1.950.000 işçinin yaptığı işin yol açtığı hastalıklar (meslek hastalıkları) nedeniyle hayatını kaybettiğini,
• Her 5 ölümden birinin iş kazaları sonucunda, kalan 4’nün de meslek hastalığı sonucu meydana geldiğini,
• İş kazaları ve meslek hastalıkları nedeniyle 2,3 milyon işçinin öldüğünü,
• Bu meslek hastalıklarının ve iş kazalarının ülkelere olan toplumsal maliyetinin GSYİH’larının %4’ne ulaşmakta olduğunu belirtmektedir .
Bu rakamların da gerçek tabloyu tam olarak yansıtmadığı üzerinde herkeste mutabıktır.
İşçilerin yaptıkları iş nedeniyle sağlıklarını kaybetmeleri, hastalanmaları yaptıkları işlere (çalıştığı iş kolu ve çalışma koşullarına) bağlı olarak değişmektedir. Finlandiya’da çalışanların %8,3’ü (İngiltere’de ise %7,3’ü) meslek hastalıkları yakınmaları nedeniyle hekime başvurmaktadır. Kapitalizmin kendi iç dinamiği ile geliştiği ve işçi sınıfının kazanımlarının daha fazla olduğu burjuva demokrasisine sahip ülkelere ait bu oranlar, emperyalist sistemin bizim gibi ülkelere dayattığı (ihracata dayalı) ekonomik modelde daha yüksek bir oranda seyretmektedir. Emperyalist ülkeler, daha ucuz iş gücü temin etmenin yanı sıra işçi sağlığını ve çevreyi olumsuz etkileyen (maden-taş ocakları, döküm, imalat, otomotiv, kimya, seramik, çimento vb.) sektörleri diğer ülkelere transfer etmektedir. Bu ülkelerde yerleşik demokratik kazanımların olmaması nedeniyle işçilerin çalışma ortam ve koşulları kapitalist ülkelere göre çok daha fazla olumsuzluklar içermektedir.
Dolayısıyla ülkemizde (tanımlanmayan ve tanımlanan) meslek hastalıkları oranının Finlandiya’nın kendisi için bulduğu %8,3 oranının çok üstünde olduğunu söyleyebiliriz. Buna rağmen Avrupa ülkeleri için geçerli olan bu rakamlar üzerinden benzer bir karşılaştırmayı ülkemizde de yaptığımızda ortaya çıkan rakamlar yaşanan iş kazalarının, meslek hastalıklarının ve bunların toplumsal maliyetinin büyük boyutlarda olduğunu ortaya koymaktadır.
2009 verilerine göre SSK’lı sayısı 9.030.202’dir. Bunun üzerinden ülkemize ilişkin bir değerlendirme yapılırsa;
• 9.030.202 SSK ’lı işçinin 749.507’nün yıl içinde meslek hastalığı nedeniyle, sağlıklarına yeniden kavuşabilmek için sağlık kuruluşlarına başvurduğu,
• 750 bin civarındaki meslek hastalığı bulunan işçilerden sadece 429’unun meslek hastası olduğunun kabul gördüğü ve resmi istatistiklerde gösterildiği,
• İş kazaları ve meslek hastalıklarının 2009 yılı GSYİH’ sine göre ülkemize maliyetinin 38,1 milyar TL’ye ulaştığı söylenebilir.
2000-2009 yılları arasında (10 yıllık bir zaman aralığında), işçilerin ve yakınlarının acıları ve mağduriyetlerinin yanı sıra iş kazaları ve meslek hastalıklarının yol açtığı maddi kayıplar, sağlıklarını yitiren işçilerin kendi ceplerinden ve sosyal güvenlik kuruluşlarınca yapılan harcamalar dahil olmak üzere toplumsal maliyeti 236.991 milyar TL’ ye ulaşmaktadır.
Kayıt dışı çalışanların, geçici tarım işçilerinin, tarım çalışanlarının, kamu çalışanlarının vb. yer almadığı bu tablo sadece buz dağının (var olan gerçekliğin) bir kısmını yansıtmaktadır.
Burjuva hukukunda iş yerlerinde gerekli önlemlerin alınmaması sonucu ortaya çıkan iş kazaları ve meslek hastalıklarının işçilere verdiği tüm zararların karşılanması yükümlülüğü işverenlere aittir. Burjuva devletinin işverenleri bu hukuksal yükümlülükten kurtaran pratik düzenlemeleri sayesinde, işçilere ödenmesi gereken her türlü tazminat ödenmeyerek her türlü gider toplumun ve iş kazası/meslek hastası işçilerin sırtına yüklemektedir. İş kazalarının ve meslek hastalıklarının mağduru yüz binlerce işçinin sağlıklarına yeniden ulaşmak için sağlık kuruluşlarına yaptıkları harcamalar onları bir kez daha mağdur ederken aynı zamanda da ilaç, tıbbi teknoloji ve sağlık hizmet sektörü içinde kazanca dönüşmektedir.
Kapitalist üretim süreci sadece çalışanların sağlıklarını bozmuyor, yarattığı çevre kirliliği ile soluduğumuz hava, içtiğimiz su ve üzerinde yaşadığımız toprağı da kirletiyor ve tüm canlıların yaşamını tehdit ediyor. Emperyalist sistemin ülkemize transfer ettiği kirli sanayinin yarattığı çevre kirliliği o bölgede yaşayan halkı hasta ediyor ve erken yaşta ölümlere yol açıyor. Bunun yakın örneği Dilovası’dır. Dilovası’nda yaşayan annelerin sütünde ve yeni doğan çocukların ilk dışkılarında insan vücudunda hiçbir şekilde olmaması gereken ve çeşitli hastalıklara yol açan bakır, alimunyum, arsenik, civa, kadmiyumun vb ağır metaller bulunmaktadır. Dilovası’nda yaşayanların üçte biri kanser hastalığı nedeniyle yaşamını kaybetmektedir.
Toplumların yaşamlarını ve varlıklarını sürdürebilmelerinde besin maddeleri temel gereksinimdir. Yoksulluk,yetersiz ve dengesiz beslenme nedeniyle,ülkemizde olduğu gibi birçok ülkede de beslenme bozukluğuna bağlı çocuklarda gelişim geriliği dahil olmak üzere çeşitli sağlık sorunlarının da nedenidir. Günümüzde toplumların yaşamları için gereksinim duydukları besin maddeleri uluslararası tekelci şirketlerin kontrolü altına olup, bu besinlerin insan sağlığı açısından güvenilirlikleri önemli bir sorun oluşturmaktadır. GDO’lu ürünler; meyve ve sebzeler, et, balık, yumurta, süt ve süt ürünleri, çoğu tatlandırıcı ve tatlandırıcı barındıran şekerler, tahıllar, baklagiller ve makarnalara vb. kadar geniş bir alanı kapsamakta ve bunların toplum sağlığı üzerine olan etkileri tam olarak bilinmemektedir. GDO’lu kısır tohum, tarım kimyasalı, veterinerlik ilaçları, biyoteknoloji ürünlerin toplum sağlığına ve ekolojiye olumsuz etkileri gözlerden uzak tutulmakta, bunları üreten tekelci şirketler hükümetlerce korunup kollanmaktadır. Emperyalizmin neoliberal politikaları sonucu olağan üstü zengin ve güçlü hale gelen en büyük 10 çokuluslu şirket; tohum pazarının % 67, tarımsal kimyasal pazarının %89, veterinerlik ilaç pazarının %63 ve bioteknoloji pazarını da %66’sını kontrol etmektedirler. Bu firmaların yan kuruluşları yada ortaklıkları aracılığıyla kontrol altına aldığı pazar daha büyük boyutlara ulaşmaktadır .
KAMU SAĞLIK HİZMETLERİNİN TASFİYESİ
Emperyalizm reel sosyalist sistemlerin yıkılması ve sınıf savaşlarının ivmesinin düşmesiyle birlikte kendisini alternatifsiz ilan etmiştir. Oluşturduğu yeni politikalar doğrultusunda devletin kamu adına geniş toplum kesimlerinin çıkarlarını gözeterek verdiği hizmet alanlarından birisini oluşturan sağlık hizmetleri (serbest piyasa ve bunun yararları söylemleri altında) çokuluslu ilaç, tıbbi teknoloji, sigorta ve sağlık hizmetleri şirketlerinin ellerine terk edilmektedir.
1980’lere kadar kamu sağlık sistemlerinin ağırlıklı olduğu sağlık sisteminde tıbbi teknoloji ve ilaç firmaları devletlerin himayelerinde hızla gelişerek tekelleşmişlerdir. Bir dönem bu tekeller için pazar ve kar garantisini oluşturan kamu sağlık yapılanması artık daha fazla kar hedefleri için engel oluşturduğundan bu yapılanmaların tasfiyesi gündeme gelmiştir. Günümüzde tüm dünyada sağlık reformları adı altında, kamu sosyal güvenlik ve sağlık sistemlerinin çökertilerek ortadan kaldırılması politikaları, mali sermayenin önemli bir bileşenini oluşturan sigorta, tıbbi teknoloji ve ilaç tekellerinin bu alanda tam hâkimiyet sağlamalarına yöneliktir.
Sağlık hizmetlerinin emperyalizmin çok uluslu şirketlerinin hâkimiyetine – serbest piyasaya- terk edilmesi, onların karlılıklarının arttırılması, bir önceki dönemde bunu engelleyen tüm etkenlerin, yapıların tasfiyesi amacıyla AKP Hükümeti, SSK kurumuna ve ona bağlı hastanelere, ilaç fabrikasına el koymuştur. Birinci basamak sağlık hizmetlerinde en ücra köyden şehirlerin varoşlarına kadar geniş bir ağ oluşturan ve buralarda yaşayan insanlara ücretsiz hizmet veren sağlık ocaklarını ortadan kaldırılmıştır. Bunun yerine sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesi politikasının bir parçasını oluşturan aile hekimliği getirilmiştir. Aynı plan doğrultusunda Sağlık Bakanlığı ve üniversite hastaneleri de kamusal tüm özellikleri ortadan kaldırılarak sağlık işletmeleri haline getirilmektedir. AKP Hükümeti aracılığıyla hayata geçirilen ve sağlık sistemini çokuluslu şirketlerin ihtiyaçlarına göre düzenleyen politikalar sonucunda ülkemizin sağlık harcamaları AKP hükümetleri öncesinde 12,4 milyar $ iken 2008 yılına gelindiğinde yaklaşık 3,5 kat artarak 44,4 milyar $’a ulaşmıştır.
Uluslararası mali sermayenin önemli bir bileşeninin oluşturan sigorta sektörü, önemli bir kar alanı olarak belirlediği sağlık hizmetleri alanında özel sağlık sigortası aracılığıyla etkinliğini hızla geliştirmektedir. Kamusal sağlık hizmetlerinin egemen olduğu (sosyal devlet politikaların hakim olduğu) dönemde 154 orta ve dar gelirli ülkenin sadece 11’inde (%7’sinde) özel sağlık sigortası sağlık harcamalarının %10’nunu karşılamıştır. Kamusal sağlık sigortası anlayışı özel sağlık sigortalarının gelişmesi önünde önemli bir engel oluşturmuştur. Günümüzde sağlık hizmetlerinin neoliberal politikalar doğrultusunda sermayeye açılmasıyla birlikte 1994 ve 2004 yılları arasında özel sağlık sigortası, hayat sigortası diğer sigorta dallarına göre daha fazla artış göstermiştir. Emperyalizme bağımlı bu ülkelerde sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi politikalarının uygulamaya girmesiyle birlikte; sağlık hizmetleri piyasasının oluşturulması, kamu sağlık hizmetlerinden hoşnutsuzlukların arttırılması ve uluslararası özel sağlık sigortalarının teşvikleri nedeniyle özel sağlık sigortalarına talep yaratılmakta ve bunun sonucunda da özel sağlık sigortası emperyalizme bağımlı ülkelerde de hızla büyümektedir.
Şu anda henüz özel sağlık sigortası ancak kamu sigortalarının bir tamamlayıcısı olarak gösterilmektedir. Kamu sağlık sigortası kapsamı içinde yer alan toplum kesimlerinin ihtiyaç duydukları tedavi hizmetlerin asgarisi karşılanırken, geride kalan harcamaların bir kısmının cepten bir kısmının da özel sağlık sigortasından karşılanacağı bir sistem oluşturulmaktadır. Bu sistemde kamu sağlık sigortasının asgarisi ve özel sağlık sigortalarının tamamlama düzeyi de ülkelere göre değişiklikler göstermektedir. Gelecekte bu ilişki özel sağlık sigortasının ağırlık kazanacağı, kamu sigortasının asgari düzeyde tutulacağı bir sisteme dönüştürülecektir.
2005 yılı verilerine göre, kamu ve özel sağlık sigortalarından yararlanamayacak durumda olan dolayısıyla ilaç, cerrahi ve diğer tıbbi hizmetler dahil uygun fiyatlı ve etkili sağlık hizmetlerine erişimi olmayan insan sayısının tahminen 1,3 milyar (dünya nüfusunun %20’si) olduğu söylenmektedir. Artan ekonomik kriz, işsizlik ve yoksullukla birlikte bu sayının günümüzde daha da artığı bir gerçektir.Kamu sağlık sigortası dışında yer alan kesimler için özel sağlık sigortası bir alternatif olarak da sunulmaktadır.
2009 yılında, ABD GSYİH’nin% 17,4’nü sağlık harcamaları oluştururken bu harcamanın yaklaşık %9,2’sini özel sağlık harcamaları (özel sigorta ve cepten ödemeler) oluşturmaktadır.
Şili, Kuzey Kore ve Meksika gibi ülkelerde de özel sağlık harcamaları kamu sağlık harcamaları ile neredeyse aynı düzeyde seyretmektedir . Diğer ülkelerde de kamu harcamaları giderek azalırken özel sağlık harcamaları ise artmaktadır. Bu eğilimin giderek artacağı ve Şili, Meksika vb ülkelerin düzeyine doğru geleceği öngörülebilir.
Ülkemizde özel sağlık sigortası gelişimi bu genel eğilime paralel bir seyir izlemektedir.
2001 yılı başında yaklaşık 690 bin olan özel sağlık sigortalı sayısı 2011 yılı ağustos ayı itibariyle 1.882.217 ulaşmıştır. Son 10 yılda özel sağlık sigortalısı sayısı 2,7 kat artmıştır. OECD raporlarına göre Türkiye’de özel sağlık sigortalı sayısı potansiyeli yaklaşık 4 milyon kişi olarak öngörülmektedir. Özel sağlık sigortası prim miktarı 2003 yılında 9.046.167.806 TL iken 2009 yılında 12. 537.022.080 TL’ye ulaşarak %40 oranında artmıştır . Bakılan hasta sayısında da %33 oranında bir artış gerçekleşmiştir.
TIBBİ TEKNOLOJİ – İLAÇ TEKELLERİ
Sağlık sektöründe yer alan ilaç ve tıbbi teknoloji tekelleri dünyada hızlı büyüyen ve oldukça karlı konumda olan tekelleridir. Sağlık sisteminde yer alan tüm tıbbi ürünlere ve bunları üreten şirketlere değinmek yerine en önemlilerinin dünya pazar paylarına kısa bir bakış bizlere tekelci kapitalizmin, yani emperyalizmin bu alandaki durumunu göstermektedir.
1- İlaç tekelleri: 1990 yılında dünya ilaç pazarı 200 milyar dolar iken, 2010 yılında da yaklaşık 870 milyar $ ulaşmış,20 yıl içinde 4 kattan fazla artmıştır. İlaç sanayinde tekel durumundaki ilk 10 şirketin, 2009 yılında 351 milyar $’lık cirosu 790,5 milyar $’lık dünya ilaç pazarının %44,4’dür .
‘Gelişmekte olan piyasalar’ olarak adlandırılan ülkelerin % 15- 17 ‘piyasa büyüme potansiyeline’ sahip oldukları ve 2011 yılında 170 ile 180 milyar dolarlık bir küresel ilaç pazarını oluşturacakları beklenmektedir. Ülkemizde AKP Hükümeti ile birlikte uygulamaya konulan ‘sağlık reformu ‘ politikaları (Sağlıkta Dönüşüm Programı) ile birlikte Türkiye ilaç pazarı 2003 yılında 6,2 milyar TL’den 2008 yılında 12,1 milyar TL’ye ulaşarak yaklaşık iki kat artmış, dünya ilaç pazarında da 18. sıradan 12. sıraya gelmiştir.
Bu dönemde ilaç tekelleri için 2003 yılında 6,2 milyar TL olan Türkiye ilaç pazarı 2008 yılında 12,1 milyar TL’ye ulaşarak yaklaşık 2 kat artış göstermiştir.
2. Tıbbi laboratuar firmaları: 2010 yılı verilerine göre tıbbi laboratuar pazarı 791.449 milyar $ olarak gerçekleşmiştir. Tıbbi laboratuar sanayinde tekel durumundaki ilk 20 şirket, bu 791.449 milyar $’lık pazarda 483 milyar $ ile %61’lik bir paya sahiptir. Bu pazarda yer alan 12 ABD tekeli ise 253,4 milyar $’lık bir satış ile pazarın %32’ni elinde tutmaktadır.
3. Tıbbi görüntüleme tekelleri: 1992 yılında tıbbi görüntüleme pazarı 8 milyar $ iken 2010 yılında 21 milyar $ olarak gerçekleşmiştir. GE Healthcare % 23, Philips Healthcare % 23 ve Siemens Healthcare % 22 ile pazarın %68’sine sahiptir Tıbbi görüntülemede dünya pazarının 2016 yılında 24,4 milyara ulaşacağı öngörülmektedir.
4. Sağlık Hizmet Sunumunda Tekelleşme: Kamu sağlık kuruluşlarının varlığı ilaç, tıbbi teknoloji alanında olduğu gibi bir tekelleşmeye zemin bırakmamaktadır. Özel sağlık hizmetlerinin hızla geliştirilmesi ve var olan kamu hastanelerinin de özelleştirilmesiyle bu alanda da hizmetin tekelleşmesine yol açılacağı açıktır. Günümüzde ABD’de ortaya çıkan hastane zincirlerinden Hospital Corporation of America’nın bünyesinde 164 hastane, 106 tıp merkezi bulunmakta ve 183 bin personeli, 30 milyar dolar yıllık bütçesi bulunmaktadır. Community Health Systems’in bünyesinde 130 hastane ve 153 bin personel, Apollo Hospitals’in ise 53 hastanesi bulunmaktadır. Ülkemizde özellikle AKP Hükümetinin uygulamaya koyduğu program ile birlikte sayıları, ciroları hızla artan özel sağlık kuruluşlarının ulaştığı konum ve kamu hastanelerinin özelleştirilmesiyle birlikte ABD hastane zincirlerinin hızla devreye gireceği söylenmektedir.
TEKELLER ARASI REKABET
Dünya sağlık sisteminin ekonomik boyutu ve bu alandaki karlılık devasa boyutlara ulaşmaktadır. Tüm ülkelerde uygulamaya sokulan bu politikalar sayesinde dünya sağlık piyasasına hakim olan tekelci şirketler yukarıda ortaya konulmaya çalışılan pazar hâkimiyetlerini daha da artırıp genişletecekleri aynı zamanda da karlılıklarını maksimize edecekleri bir sürece doğru yönelmek isteyeceklerdir. Kamu sağlık yapılanmasının ve etkinliğinin ortadan kalktığı bir ortamda tıbbi endüstri-ilaç tekelleri sağlık sistemini halkın ihtiyaçları doğrultusunda değil, kendi çıkarları, karlılıkları doğrultusunda şekillendireceklerdir.
Halkın temel sağlık sorunlarının tedavisi için gerekli olan tıbbi teknoloji ve ilaç teknolojisi üzerinde çalışmalar yürütmek yerine daha fazla karlılık getiren tedavi alanlarına yöneleceklerdir.
Sağlık sektörünün farklı alanlarındaki tekeller arasındaki mücadele kızışmakta ve hızlanarak devam etmektedir. Tekeller arasındaki pazar hâkimiyeti mücadelesi sigorta, tıbbi teknoloji-ilaç ve sağlık hizmet zincirleri arasındaki çatışmalar da giderek artmaktadır. Son 10 yıllık dönemde toplam 1.345 birleşme ve satın alma gerçekleşmiştir. Bu birleşmelerin toplam değeri 690 milyar doları aşmıştır. Bu dönemdeki en büyük birleşme 74 milyar dolarla 2000 yılında gerçekleşen Glaxo Welcome ile Smith Kline Beecham arasındaki birleşmedir. Yine İlaç sektöründe son on yıldaki 25 büyük satın alma ve birleşme incelendiğinde ilk 5 yıllık süreçte senede 1 veya 2 olan dev birleşme sayısının son beş yılda, senede 3-4 dev satın alma veya birleşmeye ulaştığı görülmektedir .
Biyoteknoloji alanında gerçekleşen birleşme ve satın almalar da dikkat çekici boyutlardadır.
2000-2009 arası 10 yıllık dönemde gerçekleşen birleşme ve satın alma işlemi 1.171 olup, toplam bedeli de 295 milyar dolardır. Biyoteknoloji, ilaç alanında yaşanan bu hareketlilikler diğer sektörlerde de gerçekleşmektedir.
Tüm bu tekeller arası çıkar çatışmaları ve uzlaşmaların sağlık hizmetlerine ihtiyacı olan insanların sırtından yürütüleceği ise açıktır.Kısacası sigorta, tıbbi teknoloji-ilaç ve sağlık hizmet zincirleri daha da merkezileşip iç içe girişlerle birlikte yoğunlaşmaktadır. Sağlık sektöründe daha fazla hâkimiyet anlamına gelecek bu gidişat, kaçınılmaz olarak milyarlarca insanın sağlık talepleri ile çatışacaktır.Farklı ülkelerde yaşayan ve farklı sağlık sorunları olan toplumların hastalandıklarında yeniden sağlıklarına kavuşma istekleri ve talepleri tıbbi tekellerin çıkarları ile karşı karşıya gelecektir. Dolayısıyla halkların sağlık talepleri ve çıkarları ile bu tekellerin çıkarları arasındaki çatışmanın daha da keskinleşeceği bir sürece girilmektedir. Sağlıklarını kaybeden acı ve ızdırap içindeki insanların sağlıklarına yeniden kavuşmak için yürüttükleri mücadeleleri, emperyalist politikalar ve bu politikaların güdümündeki yerli güç odakları-oligarşi- ile hükümetler arasındaki işbirliğini ortaya seren antiemperyalist bir politik hat ile ilişkilendirmek gerekiyor. Dünyanın her bir köşesinde ve ülkemizde yaşayan herkesin ihtiyaç anında kolaylıkla ulaşabileceği, nitelikli ve ücretsiz sağlık hizmeti talebi aynı zamanda antiemperyalist bir taleptir.
EMPERYALİZM VE HALKIN SAĞLIĞI
Günümüzde emperyalist sistemi(çokuluslu tıbbı teknoloji ve ilaç sanayi) abartılı tıbbi teknolojik gelişmeleri öne çıkartarak tek başına tedavi hizmet organizasyonları ve tıbbi teknolojinin yaygın kullanımı ile toplumun sağlık düzeyinin gelişebileceği düşüncesini yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Sağlığa daha fazla para yatırılması, daha fazla tıbbi teknoloji, daha fazla ilaç tüketimi ile insanların yaşamlarının kurtarılacağı düşüncesini pompalamaktadırlar.
Kapitalizm toplumun ve bireyin sağlıklı yaşam sürdürmesini hastalık durumuna indirgeyerek hastalıktan kurtulmayı sağlığın yeniden satın alınmasına, yani bir ticari mala dönüştürüyor. Sağlığın üretilmesi ve tüketilmesi kültürünü geliştirip çokuluslu şirketlerin karlarını arttıracak bir hizmet yapılanması ile sağlık sektörünü yeniden düzenliyor.
Aynı zamanda, sosyal politikaların (toplumda eğitim seviyesinin yükselmesi, herkesin sağlık sisteminden yararlanabilmesi, insanların yaşlılık dönemlerinde yaşamlarını sürdürebilecek düzenli gelirleri olması ve ihtiyaç durumunda sosyal yardım olanaklarından yararlanabilmesi vb. nin) toplum sağlığındaki önemi gizlenmektedir. Yapılan tüm bilimsel çalışmalar bize politik müdahalelerin; gelir dağılımının eşitlenmesinin, refah düzeyinin arttırılmasının yani sosyal politikaların toplum sağlığının geliştirilmesinde, ölüm ve hastalık oranlarının düşürülmesinde medikal hizmetlerden daha önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Sosyal devletin temelini oluşturan sosyal güvenlik hizmetleri insanların sağlık sisteminden yararlanabilmelerini ve yaşlılık dönemlerinde yaşamlarını sürdürebilecek düzenli gelirleri olmasını, ihtiyaç durumunda sosyal yardım olanaklarından yararlanabilmelerini sağlamıştır. Ayrıca kişilerin gelir düzeyinin yanısıra toplumda eğitim seviyesinin yükselmesi bebek ölüm oranlarını, anne ölüm oranlarını azaltmış, aşılama oranlarını yükseltmiş ve toplumun sağlık seviyesini geliştirmiştir. Böylelikle insan ömrü de daha önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak ölçüde artmıştır.
Dolayısıyla toplum sağlığını geliştiren ve insan ömrünü uzatan en etkin politika gelir dağılımını yeniden düzenleyen ve tam istihdamı sağlayan, toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik ekonomik ve sosyal politikalardır.
Tıbbın tek başına insanları hastalıklardan kurtardığı, yeniden yaşama döndürdüğü ve insan ömrünü uzattığı savı, kapitalizmin tüketim kültürüne ait bir pazarlama anlayışıdır.
Sağlıkta bir zihniyet ve kültür değişimi hedeflenmeden, çözümü ağırlıkla sağlık hizmetlerinin sunumuna sıkıştıran ve emperyalizmin çokuluslu şirketlerinin ülke içindeki ortaklarına ve onlarla işbirliği içindeki hükümetlere karşı çıkmadan, halk ile emperyalist tekeller arasındaki çelişkinin halkın lehine çözümü sağlanmadan halkın sağlığının korunması ve sağlıklı bir topluma ulaşılması da olanaksızdır.
Dünyanın her bir köşesinde ve ülkemizde yaşayan herkesin ihtiyaç anında kolaylıkla ulaşabileceği, nitelikli ve ücretsiz sağlık hizmeti talebi aynı zamanda antiemperyalist bir taleptir.