Askerlere Güvenmemesi Gerektiğini Mahir’e Söylemiştim.
Oktay Etiman, Mahir Çayan’ın hayatta kalan son militan arkadaşlarından. Etiman’a göre THKP-C lideri Çayan, uyarılara rağmen ordu içerisindeki cuntaya gereğinden fazla güvendi.
Oktay Etiman, 1970’lerin başında kurulan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi’nin (THKP-C) düzenlediği hemen her illegal eyleme katılmış bir isim. İsrail İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’un kaçırılıp öldürülmesini tertipleyen beş kişi içerisinde bulunuyordu. Bugün, o cinayetin perde arkasını bilen birkaç kişiden biri. İşadamı Mete Has ve Talip Aksoy’un fidye için kaçırılmasında da aktif görev aldı. İstanbul’un değişik semtlerindeki banka soygunlarına katıldı. THKP-C davasından yargılandı, önce idam cezası aldı. Cezası, 30 yıl hapse dönüştürüldü. Türkiye’nin değişik yerlerindeki hapishanelerde 14 yıl yattıktan sonra 1986’da dışarı çıktı. Hapiste, kendini hayata bağlamak, dış dünyayı daha iyi tanımak için İngilizce ve Fransızca öğrendi. Şu an, Ankara’da çevirmenlik yaparak hayatını devam ettiriyor. Etiman, aynı zamanda THKP-C’nin kurucusu Mahir Çayan’ın yakın arkadaşıydı. Çayan’ı, ordu içerisindeki cuntaya güvenmemesi gerektiği noktasında uyarıyordu. Etiman, ayrıca, Efraim Elrom’un öldürülme olayına ismi karışan Yüzbaşı İlyas Aydın’ın hâlâ yaşadığına dair iddialarla ilgili de net konuşuyor.
-1940’ların sonunda Adana’da dünyaya geldiniz. Neler var zihnimizde o dönemin Çukurova’sına dair?
Orta hâlli bir ailenin altıncı çocuğu olarak dünyaya geldim. Çukurova Orhan Kemal’in de romanlarında anlattığı gibi II. Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin süratle geliştiği, Türkiye’de traktörün ilk kez kullanılmaya başlandığı, geniş tarım arazilerine ekilen pamuğun işlenebildiği sayılı bölgelerden biridir. Toprak ağalarının hâkim olduğu Adana, aynı zamanda finans kapitalin, mali sermayenin oluştuğu ilk şehirlerden biridir. Alabildiğine yoksullukla alabildiğine zenginlik iç içedir. Bu devrimci fikirlerimin oluşmasında birinci derecede etkili oldu.
-ODTÜ’yü kazanıp şehre adım attığınız o ilk gün nasıl bir atmosfer var Ankara’da?
Sanki başka bir gezegene gelmişim gibi hissettim. Mesela okulun mimarisi çok farklıydı. Çok şaşırmıştım. Aynı zamanda bir emlak komisyoncusunda çalışmaya başlamıştım. Öğrencileri aldattığını gördüm patronun. Adamla tartışıp ayrıldım!
-Daha komünist değilsiniz tabii o zamanlar…
Hayır, ama ben lisede hayatı ve dünyayı sorgulamaya başlamıştım. Sosyal adalet fikri benim erişebileceğim noktaya gelmişti. Sosyal adaletten bahsettiğin zaman Adana’da komünist damgasını yiyordun.
-Bugün, ODTÜ gençliğine bakınca ne görüyorsunuz?
2013’ün ODTÜ’sü bizim zamanımızdaki ODTÜ’ye hayli benziyor. Ben ODTÜ’de kısa süre okuyup Ankara Siyasal’a geçtim. İki üniversitede de muhalif, sosyalist ve devrimci öğrenciler yoğunluktaydı. Son 20 yılda gençlerin apolitik olduğuna dair fikirler yaygınlaşmıştı ve ben buna hep karşı çıkmıştım. Politik olmak, apolitik olmak nedir, ben bunları farklı algılıyordum. Gezi direnişinden önce, AK Parti iktidarının kendine karşıt bir öğrenci hareketi oluşturacağına dair beyanlarım vardı, bunlar doğrulandı. Çünkü baskı ve zulüm gören insanların olduğu yerde başkaldırı olacağını biliriz.
-ODTÜ için, “Şiddet olaylarını 150-200 kişilik marjinal gruplar yönlendiriyor.” deniyor. 1960’ların sonunda da böyle miydi?
Bunlar ya dezenformasyon taktikleridir ya da bir halk hareketini itibarsızlaştırmak için kullanılan cümlelerdir. Halk hareketleri, bir grubun, bir partinin ya da bir oluşumun isteğinden dolayı gerçekleşmez. Haziran direnişi, (Gezi Parkı olaylarını kastediyor.) Türkiye Cumhuriyet tarihinin tek, Osmanlı’nın ise sayılı halk hareketlerinden biridir bana göre. Bizim 60’lı yıllarda bile toplumun geniş kitlelerini kapsayan böyle bir hareket olmamıştır. Bizim dönemimizde, işçi hareketleri, köylü hareketleri vardı fakat toplumun her kesiminden insan ilk kez Gezi direnişinde bir araya geldi. Hem emekçiler hem burjuvalar hem de işsizler vardı destekçileri arasında. Burada önemli olan, hareketin yaratıcısının ne olduğudur. Acaba dar bir grup mu yönlendirmektedir yoksa geniş kitleler harekete destek vermekte midir?
-Peki, ODTÜ özelinde de geçerli mi bu durum? Çünkü okul âdeta sol görüşlü öğrencilerin tekelindeymiş gibi bir hava estiriliyor. Hocaların eylemlere dışarıdan öğrenci getirdiklerine dair iddialar var…
Tekrar söylüyorum, hiçbir halk ya da öğrenci hareketi, kitlesel direniş insanların mecburiyetine bağlı olarak ortaya çıkmaz. Sadece baskı sonrasında ortaya çıkar. Ekim Devrimi’nde de böyledir, 48 devrimlerinde de. Yaşadığımız dünyanın maddi koşullarına bağlı olarak ortaya çıkar ayaklanmalar. Üç beş kişinin bir araya gelip diğerlerini zorlaması mümkün değildir. PKK’nın zorla insanları dağa çıkarttığını söylüyorlar. Bu komik ve saçmadır… Dağa çıkmak, piknik yapmaktan farklı bir şeydir. İnsanlar ölümü göze alarak çıkar dağa. Gezi hareketinde de böyledir. Evinden çıkan herkesin ölme ihtimali vardı Gezi olaylarında…
-Mahir Çayan’la tanışmanız THKP-C öncesine dayanıyor değil mi?
Tabii. Türkiye İşçi Partisi, Fikir Kulüpleri Federasyonu ve Dev-Genç içerisinde yıllarca barışçıl bir mücadele yürüttük birlikte. THKP-C, bu oluşumların ardından ortaya çıkan 5-6 aylık kısa bir dönemdir. Ben bulunduğum her örgütte kendimi aktif bir militan olarak algıladım, bugün de öyle hissediyorum.
-THKP-C’nin aktif militan kadrosundan sadece birkaç kişi kaldı geriye değil mi?
Evet, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kişi kaldı. Yusuf Küpeli ve Ertuğrul Kürkçü var şu an aklıma gelenlerden…
-İsveç’te yaşayan Yusuf Küpeli, daha sonra revizyonistlik ve pasifistlikle suçlanıyor…
Efraim Elrom’un öldürülmesinden sonra özellikle Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga hareketin bu şekilde devam etmeyeceğini düşünmeye başladı. Benimsenen çizginin yanlış olduğunu, kent gerillası yöntemiyle yola devam etmenin doğru olmadığını söylediler. Kentlerdeki işçi yataklarında örgütlenmenin, uzun vadeli bir çalışma yürütmenin, silahlı mücadele olacaksa da daha sonra geniş kitlelerle bu yönteme başvurmanın doğru olacağına dair fikirler geliştirmişlerdi. Biz tam anlamıyla yeraltı örgütlenmesini gerçekleştirebilmiş değildik. Mesela İstanbul’da 5-6 ev vardı. Bizler kalıyorduk ama çevremizdeki herkes biliyordu, bu evleri. Tam anlamıyla illegal evler değildi. Devlet birden üzerimize gelince tabii sistem bir anda çöktü. Bütün arkadaşlar yakalandı. Ben şans eseri yakalanmadım.
-Bugünden bakınca ‘Yusuf Küpeli haklıymış’ diyor musunuz?
Ben şu an bu konuya nasıl yaklaşmam gerektiğini kestiremiyorum. Bugünden bakınca o şekilde davranmayabilirdik. Bu soruyu, 1971 yılında yani örgütün eylem yapan militanlarının çoğunluğu yakalandıktan sonra nasıl davranmalıydınız, şeklinde anlıyorum. THKP-C, devlet karşısında ağır darbeler aldıktan sonra bence biraz durup düşünmeli ve düzenli bir şekilde geri çekilmeliydi, güçlerini koruyup geleceği tasarlamalıydı.
-Sizce silahlı mücadeleye erken mi başlamıştınız?
Tabii ki. Sadece biz değil, mesela Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’na (THKO) mensup arkadaşlar için de bu geçerli. Erken patlamış, devlete karşı küçük çaplı silahlı bir harekettir. Bunun nedenleri de var. Devlet 1960’ların ikinci yarısında bize özel harp teknikleri uyguladı. Soğuk Savaş taktikleri 1960 sonlarında bazı ülkelerde terk edilmeye başlanmasına rağmen bizde uygulanmaya devam edildi. Sovyetler Birliği’ne çok yakın olmamızın da etkisi var tabii. Kapitalist devletler bunlardan vazgeçmişlerdi. Devlet bizde bir enerji gördü. İşçi Partisi’nde, Fikir Kulüpleri’nde, Dev-Genç’te bir enerji birikimi vardı.
-Devlet aynı zamanda bu enerjiyi de kullandı değil mi, darbelere zemin hazırlamak için?
Tarihin karanlık sayfalarında neler var ben onu bilemem. Ancak reel bir durum var: 1960’ların ikinci yarısından sonra ordu içerisinde cuntaların var olduğu. Bunun teorisini zaten Doğan Avcıoğlu yapmıştır. Bugünden baktığımda Millî Demokratik Devrim (MDD), kapitalizmin daha az gelişmiş olduğu Suriye, Irak, Mısır ve Libya gibi ülkelerde uygulanabilirdi belki. Türkiye gerçekleriyle uyuşmuyordu MDD. Ben o zaman da ordudan ilerici bir hareketin çıkacağı kanaatinde değildim. Bunu kendi arkadaşlarımla da konuştum. Mahir’le de konuştum. Onu uyardım. Devrimci gençlik içerisinde cuntaya hizmet eden insanların olduğu, öğrenci kimliğiyle bunu yaptıkları kanaatindeydim ama bunlar kimlerdir, hangi anlarda müdahalelerde bulunmuşlardır bunun bilgisi bende yok.
-Mahir Çayan, cunta ile bağlantıları, Yüzbaşı Orhan Savaşçı (Mahir’in eşi Gülten Çayan’ın ağabeyi) üzerinden mi kuruyordu?
Mahir, bana, ‘Ordu içerisinde Marksist arkadaşlarımız var. Seni tanıştırmak istiyorum’ demişti. Ben de bundan hoşlanmamıştım. Tanışmak istemedim. Ancak Mahir’in ya da başka bir arkadaşın cunta ile bağlantılı olduğuna dair bir bilgim yok.
-Neden tanışmak istemediniz?
Askerlerle kurulacak ilişkinin bizi deşifre edebileceği kanaatindeydim. Bu nedenle öneriyi kabul etmedim ve bu ilişkinin bize zarar verebileceğini ifade ettim.
-Mahir ne dedi sizin bu uyarınıza karşı?
Mahir cevap vermez. Vermedi de. Esnektir. Ordu içinde kendisine sempatisi olan Marksist askerler olduğu kanaatindeydi.
-Mahir Çayan’la Yüzbaşı İlyas Aydın ve Orhan Savaşçı arasında bir önder-militan ilişkisi var mıydı?
Ben Orhan Savaşçı ile Mahir’i yan yana hiç görmedim. Sadece İstanbul’da eylem yaptığımız günlerde bir iki kez İlyas Aydın ve Mahir ile birlikte olduk. Ama ben Mahir’in Orhan Savaşçı ile bir ast-üst ilişkisi içerisine girdiği kanaatinde değilim. Tahminim, Mahir, yazdıklarını benimseyen askerler olduğunu düşünüyordu.
-İlyas Aydın’la arası nasıldı peki Mahir’in?
Orhan üzerinden bağlantı kuruyorlar İlyas’la sanırım. MİT, İlyas’a ajanlık teklif etmiş. Mahir ise İlyas’a, ‘Teklifi kabul et, istihbaratı bize getir. Onlara da yanlış istihbarat götür.’ diyor. Mahir bana bunu anlatınca, İlyas’la olan bütün ilişkilerin kesilmesini, evlerin boşaltılmasını istedim. Bir keresinde İlyas şöyle demişti, ‘Siz bu mücadele yönteminizle ulaşmak istediğiniz amaca ulaşamazsınız.’ Bunu açıkça söyledi. İlyas için ‘ajan provokatör’ denir. Ben bu sözünden ötürü bu iddialara katılmıyorum. Kışkırtıcı ajan, ‘Doğru yapıyorsunuz, bastırın, yürüyün!’ der. Böyle bir tutum içinde değildi İlyas.
-Sizin gösterdiğiniz bu hassasiyeti Mahir Çayan neden göstermiyor?
Mahir, bizim grubun gücünü olduğundan fazla düşündü sanırım. Mesela Bolşevikler kadar iyi bir yeraltı çalışmasına sahip değildik biz. Mahir, devrimin teorisini yapıyordu ve buna konsantre olmuştu. Bu da bir öznellik yaratmış olabilir. Yoksa aksini düşünmek bile istemem.
-Mahir’le İlyas, karşılıklı birbirlerini kullanmış olabilirler mi?
Onu bilemem. O açıdan bakınca hareketin siyasi çizgisini gözden geçirmek gerek. Ben Mahir’in İlyas tarafından kullanılmış olma ihtimalini düşünmek bile istemem.
-Siz, İsrail Başkonsolosu Elrom’u kaçırıp öldüren ekibin içerisindeki son kişilerdensiniz. Çok sayıda rivayet var, Elrom’u kimin öldürdüğüne dair. Sizce kim öldürdü?
Bence Mahir öldürdü. Biz o gün Nişantaşı’ndaki Hamarat Apartmanı’ndaki daireden dışarı çıkmıştık. Arkamızda iz bırakmamak için evin kontratını alacaktık Hüseyin Cevahir ile. Saat 13.00’te o gece sokağa çıkma yasağı uygulanacağı ve İstanbul’da genel arama yapılacağı açıklanmıştı. Hüseyin Cevahir’e ‘Öldürülmesin, ev bulunursa çatışırız demiştim’. Mahir’e de ilet bu önerimi demiştim. Fakat olay başka türlü gelişti…
-Yüzbaşı İlyas Aydın’ın üzerineydi değil mi kontrat?
Geçmiş gün, tam olarak hatırlamıyorum. Ya İlyas’tı ya da başka biri?
-Başka bir röportajda İlyas Aydın demişsiniz…
Olabilir. O kayıtlardan bulunabilir. Ama şurası kesin. Ev, gerçek bir kişi üzerineydi. O yüzden kontratı gidip almak istedik.
-O an evde mi İlyas Aydın?
Biz çıkana kadar yoktu. Ondan sonra da geldi mi bilmiyorum. Mahir, mahkemede insanî olarak kabul etmek istememiş olabilir cinayeti. İlyas’ın ordu mensubu olmasını da dikkate almış olabilir.
-Kim kararlaştırmıştı Efraim Elrom ismini. Bir istişare sonucu mu karar verdiniz bu isme?
Bana sadece kaçırılacağı söylendi. Düzenli işleyen, belirli aralıklarla toplanan bir merkez komite var mıydı bilmiyorum.
-Neden Efraim diye sordunuz mu hiç Mahir’e?
Hayır. Geleneksel olarak Filistin davasının yanındaydık zaten. Devrimci arkadaşlar oraya gidip eğitim alıyordu. En makulü İsrail’e zarar verecek bir eylem düzenlemekti. Çünkü Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki karakoluydu. Bu yüzden sorgulamaya gerek duymadım. Devlet çok katı olmasaydı, Başbakan Nihat Erim’in radyoda okuduğu bildiri biraz daha esnek olsaydı, arkadaşlarımızın asılmayacağına dair bir devlet sözü ya da belki bir iması olsaydı, öldürülmezdi Elrom.
-Devletin böyle bir pazarlığa girmeyeceğini öngöremediniz mi?
Biz THKO ile birlikte hareket ettik hep. Son ana kadar iç içeydik. Elrom, Denizlerin kurtulması için bir olanaktı. Belki de devlet bir yumuşama gösterecekti. Erim hükümeti daha yumuşak davransaydı durum değişik olabilirdi. Başbakan Yardımcısı Sadi Koçaş çok sert bir açıklama yapmıştı.
-Dev-Yolcu Oğuzhan Müftüoğlu, Genelkurmay’ın önünden geçerken yolda tesadüfen Yüzbaşı İlyas Aydın’ı görüyor. Arkadaşlarına, ‘Koray Doğan (Bir başka devrimci) onu Genelkurmay’dan çıkarken görmüş’ diye haber yolluyor ve aynı gün Koray Doğan polisler tarafından öldürülüyor…
Bu bir rastlantı da olabilir. Spekülasyon yapmak istemem ama İlyas Aydın’ın ajan olduğunu düşünmüyorum. Hâlâ kafamda soru işaretidir. Filistin’de öldürülmesi de kafamda soru işaretidir mesela.
-Öldürüldüğünü nereden biliyorsunuz, çünkü aksi yönde de rivayetler var…
Hayır, kesinlikle öldürüldü. Diğerleri dezenformasyon. İlyas Aydın için ‘Pilot Necati’ diyenler bile var. Bu mümkün değil. Mahir, hapisteyken İlyas için ‘ajandır’ diyor. İlyas, bundan sonra Filistin’e kaçıyor. Ben Niğde’de hapiste yatarken Dev-Gençli bir arkadaşım geldi ziyaretime. 1978 ya da 79’du. İlyas Aydın’ı birkaç kişilik bir grubun sorguladığını ve öldürdüğünü söyledi. Birkaç kişilik bir grup sorgulamış, ajan olduğu kanaatine varmışlar. ‘Bu kanaate nereden vardınız?’ diye sordum. ‘Kiminle ilişki kuruyordun, diye sorunca, MİT Başkanı Fuat Doğu ile yanıtını verdi’ diye aktardı bana… İlyas bu şekilde, ajan olduğu gerekçesiyle öldürülmüş.
-Yüzbaşı Orhan Savaşçı, samimi bir dostuna, “1970’in başında biz istesek Çankaya’yı bile bombalayabilirdik.” diyor. Madem o kadar güçlülerdi neden 9 Mart cuntası hedefine ulaşamadı?
Orhan böyle bir şey söylemiş mi bilemem. 9 Martçılar olarak bilinen grup sonradan öğrenildiği gibi bazı çok üst düzey generallerin taraf değiştirmelerinden dolayı başarılı olamamış herhâlde… Zaten 12 Mart Muhtırası ile birlikte gerici-faşist bir iktidar kurulmuştur.
-1975 yılında hapiste ölen Dev-Gençli Harun Karadeniz anılarını yazdığı bir kitabında, solun, asker ve cuntayla ilişkisine atıf yaparak, ‘Biz kullanıldık.’ diyor. Sizin de böyle bir özeleştiriniz var mı?
Devrimci gençlik içerisinde cuntanın elamanlarının bulunması doğaldır. Gençlik hareketiyle ilişki kurarlar. Çünkü darbeler için elverişli zemini uygun kılacak bir topluluktur devrimci gençlik hareketi. Bizim hareketimiz için cunta düğmeye basıp, ‘Hadi harekete geçin’ demiş midir bunu bilemem. ‘Devrimci hareket Türkiye’de darbelere zemin oluşturulmak için kullanıldı demek tamamen insafsızlık olur. Biz Millî Demokratik Devrim teorisini zaten inkâr etmemiştik THKP-C olarak. Yalnız benim kişisel bir güvensizliğim vardı askere karşı. Ne zaman yeri gelse söylerdim bunu. Çünkü ucunun başka bir yerlere, devletin karanlık noktalarına ulaşacağını hissediyordum. Bu endişelerimi zaman zaman Mahir’le paylaştım. Ordudan olsa olsa faşist bir darbenin geleceğini söyledim.
-Siz gerekli silah ve el bombalarını nerden buluyordunuz?
Ben hiçbir subaydan silah ya da bomba almadım. Kendi paramızla kaçakçılardan temin ediyorduk, mesela Unkapanı’ndan da silah almıştık. Ancak bizim elimize geçmiş tabanca sayısı 20-30’u bile bulmaz.
-El bombaları?
THKP-C dava dosyasından alıntıların yer aldığı bir kitapta bazı asker arkadaşların kullanılmış el bombalarından birkaç tane imal ettikleri yazıyor, geçenlerde okudum. Ama ben görmedim.
-Mahir Çayan, 1970’lerin başında, “Türkiye’de 10 yıl sonra mitinglerde insanlar taranacak.” diyor. 1 Mayıs 1977’nin haberini veriyordu âdeta. Bunu sadece teorisyenlik yönünün iyi olmasıyla açıklayabilir miyiz?
Mahir, teorik olarak çok donanımlıydı. Daha 70’lerin başında kitlelere yönelik toplu katliamların olacağını benimle paylaşmıştı. Bu bir siyasi öngörüydü bence… Başka bir şekilde açıklanamaz zaten. Mahir’in öngörüsü idi ve doğru çıktı.
-Türk soluna en büyük darbeyi vuran ne oldu?
Bu ülkenin devrimcilerine en büyük darbeyi 12 Mart ve 12 Eylül döneminde devletin vurduğu çok açık…
-Sol içi çatışmalarda, 1975 ile 80 arasında 100’den fazla militan ölüyor. Bunu nereye koyuyorsunuz?
Tabii ki vahim bir durum. Araya giren ajanlar tarafından da kışkırtılmış olabilir. Fraksiyonların birbirine zarar vermemesi icap ederdi.
-1 Mayıs 1977’yi de böyle mi okuyorsunuz?
Ben cezaevindeydim o dönemde. Katliamın Özel Harp Dairesi tarafından düzenlendiğini düşünüyorum…
-Ama öncesinde, Taksim Meydanı’na çıkan sol fraksiyonlar, açıktan birbirlerini tehdit ediyor, “Sosyalist faşistler, Maocu bozkurtlar” sözleri havalarda uçuşuyor…
Devletin, güçlenen devrimci harekete karşı bir reaksiyonuydu bence. 1977 katliamından önce ve sonra da devletin katliamları olmadı mı? 12 Mart öncesinde bunları gözlerimizle gördük. Son on yılların faili meçhul cinayetleri de bu kanaati doğruluyor.
-İşlenen her cinayeti Özel Harp Dairesi’nin üzerine yıkmak biraz kolaycılığa kaçmak olmuyor mu?
Hayır, bütün devletlerde var bu yapılar. Gayrinizami harp yöntemleri bu ülkelerde uygulandı. Bu bir çıkarlar meselesidir. Devlet bir sınıfın, zümrenin çıkarını savunurken biz de başka bir grubun, sınıfın çıkarlarını savunuyoruz. Kontrgerillanın üzerine atmayı kolaycılık olarak görmüyorum. Hâlâ çocuklar işkence görüyor hapishanelerde. Toprağın altı cesetlerle dolu. Bunu kim inkâr edebilir?
-Türkiye’de devrim olur diye hâlâ bir umut var mı içinizde?
Bütün dünya için düşünüyorum bunu. Baskı ve zulüm var oldukça, her türlü ayırımcılık oldukça, eşitsizlik oldukça, sömürü oldukça insan bu ülkede de ayağa kalkacak ve köklü bir değişimi gerçekleştirecektir.
-Bugün hâlâ silahlı mücadeleyi savunuyor musunuz?
Mücadelenin silahlı mı ya da barışçıl mı olacağına insanlar ve örgütler karar vermez. Biz devrimciler elbette şiddetten yana değiliz ama ezilenlerin hangi yöntemle kendilerini savunacaklarına tarihsel koşullar karar veriyor. Devrimcilerin önüne anın misyonunu tarih koyar. Tarih bize barışçıl bir yolun kalmadığı anlarda şiddete başvurulduğunu söylüyor. Silahı, egemenlerin devleti kendisi dayatır, mecbur bırakır. Ancak mücadelenin tek biçimi şiddet değildir ve geçmişte de öyle olmamıştır zaten.
-Gezi Parkı süreciyle iyice dışa vuran gerilimi, kutuplaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kemalist partilerin itibarını yitirmesiyle iktidara geldi AK Parti. Dinsel motifleri de insanlara sempatik gelmiş olabilir. Birkaç yıl özgürlükçü görünmeye çalıştı. İnsanların günlük hayatlarına bile müdahale etmek hatasına düştü. Gezi olayları, AK Parti’nin uygulamalarına karşı bir halk refleksi, tepkisidir. Olumludur, haklıdır ve meşrudur. Ben de başından bu yana destekledim. Kimilerine yenilmez gibi görünmüş olan iktidarın surlarında gedikler açmıştır. Rüşvet ve yolsuzluk Türkiye tarihinde görülmediği kadar sistematikleştirilmiştir. Bunun sorumlusu sadece AK Parti değildir. Bu iktidarla iç içe olan, bir nevi ortak yaşam alanında beslenen başka güçler ve çevreler de bundan sorumludur. Özgür geleceğe götürecek yol Gezi direnişinden geçiyor.