HÜSEYİN İNAN’ın Ankara Sıkıyönetim Askeri Mahkemesinde 20 Temmuz 1971 Günü Yaptığı Savunma

Hüseyin İnan söz alarak “evvelâ askeri savcının tesbit ettiği ifademin okunmasını isterim.” dedi.
İfadesinin okunmasından sonra söz alan Hüseyin İNAN şunları söyledi:
“İddianamenin politik yönü ağır basan bir iddianamedir. Bu yüzden iddianamenin hazırlanışı, mahkemenin gelişimi ve verilecek karar açısından politik ortamın büyük etkisi olduğuna inanıyoruz. Keza iddianamede çeşitli politik görüşler suçlanırken aynı zamanda politik bir çizgi savunulmasıdır. İddianameyi dikkatlice incelediğimiz zaman, şunu görüyoruz: asılsız ithamlarla objektif olmayan politik bir mantıkla ve Türkiye toplumunun gelişimini tesadüflere bağlamakta, şahıslarımıza karşı art niyetle hareket edilmiş ve bu art niyetle anlatacağım politik ortamın doğal sonucu olmuştur.
inancım odur ki böyle bir davada kısmen de olsa sıhhatli bir gelişmeye yönelmek için Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve politik ortamı belirtmekte yarar vardır. Bu günkü ortam asırlar öncesinden bu yana gelen Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet dönemi topluluğunun bu günkü halidir. Konuyu dağıtmamak bakımından, sadece millî mücadele dönemimizi ve günümüze kadar olan kısmını anlatmakla yetineceğim. Her ne kadar bunları savunmamda yapmam gerekmekte ise de sorgumun yapılabilmesi ve mahkemenin yapısının belirlenmesi için düşüncemin şimdiden açıklanmasında yarar görüyorum.
İddianamenin 146/1 nci maddeden açılmış olması, iddia makamının Türkiye halk Kurtuluş Ordusu’nun ciddî bir güç olduğunu kabul etmesi demektir. Ve şu anda 20 kişinin hukuken anayasayı tağyir, tebdil ve ilgaya ve bu kanunla müesses Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni iskata cebren teşebbüstenin politik anlamı ile vatana ihanetten yargılanması konunun politik bakımdan ciddiyetinin açık bir delilidir. Onun için Cumhuriyet döneminin politik ve ekonomik yapısını anlaşılır hale getirdiğimizde Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun gizli bir örgüt olarak çıkışını anlamak ve hukukî temelini belirlemek daha kolay olacaktır.
Millî mücadele subay, aydın, işçi, köylü ittifakının omuz omuza vererek başardıkları bir mücadeledir. Bu dönemde yurdu istilâ eden düşman saflarındakiler, padişah ve onun dayanağı toprak ağaları, tüccar ve eşraflardır. Önceleri millî mücadeleye karşı karşı olan ve düşmana yeşil ışık yakan bu güçler daha sonraları halkımızın başarılarına ve ülkenin düşmandan temizleneceğine emin olduktan sonra, derhal saf değiştirmişler ve yurtsever kesilmişlerdir. Kurtuluş Savaşı dönemine baktığımız zaman yurdumuzu dört bir yandan işgal eden düşman askerlerine bunların hoş geldiniz dediğini görürüz. Yunan ordusu İzmir’i işgal ettiği zaman tek başına hayatını ortaya koyarak karşı koyan ve silâh kullanan Hasan Tahsin bu güçlerin gözünde vatan hainidir. Yurtseverlerin gözünde ise gerçek bir kahramandır. Bu da gösteriyor ki vatan hainliği şartlara ve değişik güçlerin menfaatlarına göre değişen bir kavramdır.
Kurtuluş Savaşından sonra ağa, tüccar ve eşraf takımı padişah desteğinden yoksun kaldı. Düşmanlar yurttan yeni atıldığı için emperyalist devletlerden yardım alamadı. Ve varlığını korumak için yurtsever oldu. Ve Meclis’e kadar sızdı. Bir taraftan gizli çalışarak eski otokratik düzeni tekrar getirmeye çalışıyor, bir taraftan da Meclise ağırlığını koyarak reformları engellemeye çalışıyordu. Padişahlık kalktı fakat bunların toplum içindeki kökeni yok edilemedi. Eski güçleri zayıftı, tek başlarına iktidara gelecek güçte olmadıkları için, yine tek kurtuluş yolunu dış destekte buldular. Ve zamanın Ortadoğu’daki hakim devleti İngiltere ile gizli anlaşmaya başladılar. Birinci ve İkinci Meclisteki üyelerin yapıları ve Meclis zabıtları incelendiği zaman bu takımın faaliyetlerini görürüz. Hilafetin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına açıkça karşı koymuşlar, 1925 Şeyh Sait İsyanı ile şanslarını denemişler, 1926’da İzmir’de Atatürk’e suikast düzenlemişler, fakat başaramamışlar, 1930’larda Serbest Fırka etrafında birleşmişler, fakat sonradan faaliyetleri yasaklanmıştır. Uzun yıllar devam eden Birinci Dünya Savaşının ve Kurtuluş Savaşımızın ganimetleri ile yüklü oldukları cephede çarpışan yurtseverlerin namusuna kadar el attıkları için rahat durmamakta ve her fırsatı kullanmaktadırlar.
1930-1939 yıllarının devletçilik politikası karşısında direnerek varlıklarını korumuşlar ve ekonomik yapıda bir güç olma durumlarını devam ve muhafaza ettirmişlerdir. Bu dönemdeki ağır sanayie yönelik devlet politikasına karşı her türlü gayri meşru yollara baş vurarak kazançlarına kazanç katmışlardır. Birbirlerine destek olarak Türkiye İş Bankasında yönetimi ele geçirmeye çalışmışlardır. Bu sırada İngiltere önemini kaybetmiş ve Almanya ön plâna geçmiştir. Başlarında 1950-1960’ların Cumhurbaşkanı Celâl Bayar olduğu halde dışarıdan destek alarak iktidarı ele geçirmeye azimlidirler.
Tam bu sırada İkinci Dünya Savaşı patlak vermiştir. Türkiye savaşa girmemesine rağmen her an tehlikenin kapıyı çalacağı hesaplanarak, savaş politikası uygulanmıştır. 1939-1945 yıllarındaki savaş politikası halkı açlığa, sefalate ve kıtlığa mahkum ederken bu takım yeni ağa, tüccar, eşraf takımı palazlanma imkânı bulmuş ve yükünü tutmuştu. Halen Cumhuriyet Halk Partisi içinde olmalarına rağmen hem devletçilik politikasına meydan okumakta ve hem de ekonomik yapıyı ele geçirmeye çalışmaktadır.
1945 yılında savaş atlatıldı. Tarih sahnesine yeni bir dev çıktı, Amerika Birleşik Devletleri, o yılların sloganı haline gelen demokrasi sözü ve yeni devin yeni yüzü bu takımın hoşuna gitti. CHP içinde ve parlamentoda önemli ağırlıkları vardı, ortak istediklerini yapabilecek güçteydiler. 1945’teki şu iki olay bu gerici takımın gücünü, düşüncesini belirtmek bakımından önemlidir. O zamanın Türkiye’sinin en önemli ilerici iki sorunu olan toprak reformu ve Birleşmiş Milletlere girme ve çok partili rejime geçme konusunda farklı davranışları, toprak reformuna hayır diyerek engellemişler ve yeni parti kurmak istedikleri için Birleşmiş Milletlere girme ve çok partili rejime geçme konusunda demokrasi adına en büyük ilerici kesilmişlerdir. Görülüyor ki bu takım aynı yolla ilerici ve önemli iki meseleden birine hayır diğerine evet diyordu.
Hemen ardından Demokrat Parti’yi kurdular. Bir taraftan yurdun her yerinde ağa tüccar eşraf kontrolunda teşkilatlanırken, diğer taraftan Amerikan yardımı almak için her türlü oyunu oynadılar ve Marshall yardımını yurda soktular. Böylece dünyadaki yeni emperyalist canavar Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye’nin mandacı zihniyeti Demokrat Parti dost oldu. 1919’larda amerikan mandası diye kendisini yırtan bu takım nihayet muradına nail oluyordu. Bu hava içerisinde 1950 seçimlerine girildi. Halkın tek partili rejime olan tepkisi asılsız vaadler ve gericilik propagandası Demokrat Parti’yi iktidara getirdi ve aydınlı bir toprak ağası Adnan Menderes başbakan oldu. Bu takım için artık işin zor tarafı başarılmış gerisi kolaylaşmıştı. İddia makamının iddianamede bahsettiği gibi bu bir talihsizlik değil 25 yıllık gerici mücadelenin yeniden iktidara gelişidir. Bundan sonra Amerika’ya kapılar sonuna kadar açıldı. Yabancı sermaye teşvik kanunu çıkarıldı. Nato’ya girildi, ikili anlaşmalar yapıldı, ekonomik ve askeri alanda Amerika’ya bağlanıldı. Ve Kurtuluş Savaşı vermiş Türkiye tekrar emperyalizmin güdümünde bir ülke oldu.
Demokrasi vaadi ile (gelen) Demokrat Parti bütün muhalefet politikasını susturdu. Yeraltı ve yerüstü servetlerimizi Amerika’nın emrine verdi. Yüzyıllar öncesinin gerici düşünceleri hortlatıldı ve ilerici güçlere karşı amansız bir baskıya girişildi. Amerikan mamul maddelerinin satılması için ağır sanayii engellendi. Montaj sanayiine hız verildi. Artık Türkiye 1950’ler Türkiye’si değil, 1920’lerin Türkiye’si durumuna geldi.
Bu gidişe 1960 yılında son verildi. Demokrat Parti kapatıldı. Siyasi ortamda at koşturanlar cezalarını çektiler, fakat bunları iktidara getiren, Amerika’yı yurda sokan takıma önemli bir şey yapılmadı. Bir yıl sonra yeni Anayasa’nın kabulü ve normal siyasi ortamın kurulması, ekonomik yapıya hakim olan bu takım Adalet Partisi adıyla sahneye çıktı. Ve 1964 yılına kadar bocaladı. Aynı yıl Amerikan oyunu ile İsmet İnönü düşürüldü ve adalet partisi tekrar iktidara geldi. Toprak ağası olan eski başbakanın yerini artık bir Amerikan şirketinin temsilcisi Süleyman Demirel aldı. Politikası ve tutumu ile Demokrat Parti’den hiç bir farkı olmayan bu iktidar, 12 Mart Muhtırası’na kadar iktidarda kaldı.
27 Mayıs’ın getirdiği önemli iki mesele, 1. ülke kalkınmasına, sanayileşmeye açık ve reformları öngören 1951 anayasası, 2. bu anayasanın teminatında gelecek iktidarın keyfi tutum ve politikasının faşizm yöntemini önleyici kurum ve müesseseler getirmesidir.
Gelelim uygulamaya: Adalet Partisi, 27 Mayıs’ın ve 1961 Anayasasını kendisine düşman bildiği için anayasayı uygulamadı ve rafa kaldırdı. Devletin kurum ve müesseselerine keyfince adam atayarak yanlış uygulamalarla buraları parti büroları haline getirdi. Ve bunu da büyük oranda başardı. Temel politikası Demokrat Parti’nin aynı idi. montaj sanayi hızla ilerledi. Ağır sanayi kurulamadı. Halkın sefaletle geriliği devam etti. Anayasanın öngördüğü reformlar yapılamadı. Ve kısaca Türkiye geri kalmış bir ülke olmaktan kurtulamadı.
1970 Türkiye’si şu idi: 35 milyon nüfusunun 24 milyonu köylerde, okulsuz, yolsuz, açlığa terk edilmiş halde, halkının % 70’i hâlâ okur yazar olmayan; 500 bin işçisi Almanya’ya, Avustralya’ya göçmen olarak gitmek isteyen milyonların sırada beklediği; köyden şehire akının hızla geliştiği; şehirlerin sanayileşmediği, köylerin hâlâ ağa, tüccar, eşraf kontrolünde olduğu; yıllık kalkınma hızının nüfus artışının altında bulunduğu; seçimden seçime elli, yüz yıllık yatırımların temelinin atıldığı, ağır sanayi diye kolonya fabrikalarının açıldığı; tarikatçılığın, nurculuğun ve kuran kurslarının asırlar öncesinin geri düşüncelerini yaydığı bir Türkiye; 1955 ikili anlaşma, 101 üssü, Nato’su, Cento’su, 20 bin askeri, binlerce barış gönüllüleri ve bakanlıklardaki danışmanları ile askeri-kültürel alanda; montaj sanayii, meşrubat sanayii, tüketim sanayii, sağlık ve turistik tesisleri ile ekonomik alanda ve Morison şirketinin Türkiye temsilcisi Süleyman Demirel ile politik alanda amerika ülkemiz yönetiminde söz sahibi oldu.
Böyle bir Türkiye bize göre yarı bağımlı bir Türkiye’dir. Dünyada yüzden fazla devlet mevcuttur. Bunların hepsi birbirleriyle ekonomik, kültürel ve diplomatik ilişki içindedirler. Fakat Türkiye gibi ekonomisi Amerika’ya bu derece bağlı ve bu kadar üssün bulunduğu ülke parmakla gösterilecek kadar azdır. Ama ne yazık ki, Kurtuluş Savaşında milyonların canı ve malı pahasına kurtulan Türkiye bir avuç insanın menfaati uğruna Amerika’ya bağımlı hale getirildi. Bugün yurdumuzda her doğan (çizildi) çocuk, Amerika’ya 3500 lira borçlu doğmaktadır. Yıllardır alınan borçların faizi borçların kendisini geçmiş fakat bu borçların kat kat fazlası kâr dışarı transfer edilmiştir. Yurdumuzu Amerika’ya peşkeş çekenler, 1940’larda Almanya’ya alkış tutanlar, 1900’lerde İngilizlerle Osmanlı Devletini paylaşanlardır.
Böyle bir ortamda halkımız demokratik taleplerle ortaya çıkınca zorla bastırılıyorlardı. İki yılda kanunî gösteri ve yürüyüşlerde 20’den fazla genç ölmüş, binlercesi yaralanmıştır.
1961 Anayasasına öcü gözü ile bakıldı ve nerede ise Anayasa sözcüğünü dahi yasaklar oldular. Böyle bir ortamda iktidarı yıpratıcı çeşitli baskı unsurları doğdu. Bunlardan bir kısmı açık, bir kısmı gizli çalışıyordu. İşte Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu böyle bir ortamda mücadeleye başlamıştı. Yayınladığımız bildiride açıkça düşman olarak ilân ettiğimiz emperyalizm, işbirlikçi patronlar ve ağalar takımı bunlardır. Bunlara karşı mücadeleyi bir yurtsever olarak ve inanarak yürüttük. Zira 50 yıldır yurdumuzun geriliğine çalışanlar ve sonunda Amerikan dolarları ile oynayanlar bunlardır. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu ile ilgili açıklamama geçmeden önce bugün içinde bulunduğumuz ortamı açıklamakta yarar görüyorum.
12 Mart, Türk Silahlı Kuvvetlerinin namlularını parlamentoya ve Demirel hükümetine çevirdiği gündür. Muhtıra’dan sonra hükümet çekilmiş, parlamento yerinde kalmıştır. oysa muhtıra’da parlamento da hükümet kadar suçlanmaktadır. Muhtıra’nın diğer kısımlarında ise yeni hükümetin Atatürk devrimlerini gerçekleştirmesi, anayasal reformları yapması ve anarşiye son vermesi istenmektedir. Muhtıra’dan bu yana geçen dört aylık dönem oldukça önemlidir. Adalet Partisi iktidardan çekilmiş, fakat parlamento’da ağırlığını muhafaza etmiştir. Yeni iktidar için adalet partisi, cumhuriyet Halk Partisi’nin çoğunluğu, milli güven partisi ile diğer partilerin ittifakı ile erim iktidarı sahneye çıkmıştır. Muhtıra’da Atatürk devrimlerinden ve anayasal reformlardan bahsedilmesine rağmen böyle bir iktidarın yerine ikinci cihan savaşının hortlattığı Hacı Ömer holding ve Akbank saltanatıyla adalet partisi tahttan inmiş, yerine Koç Holding ve Yapı Kredi Bankası saltanatı erim iktidarıyla tahta geçmiştir. Aralarında menfaat çelişkisi olan bu güçler yine de birbirlerine düşman değildirler. Bu iki güç arasında önemli sayılabilecek bir fark, Erim iktidarında toprak ağalığı ve tefecilik gibi konularda Adalet Partisinden daha ilerici ve dürüst bakanların bulunmasıdır.
Adalet Partisi iktidardan düştü, fakat ekonomik yapıyı kontrol edebilmekte ve Amerika ile ilişkilerini devam ettirmektedir. bu yüzden erim hükümeti adalet partisini karşısına alacak güçte değildir. onu kendisine destek yapmak zorundadır ve böyle davranmıştır. 12 Mart muhtırası ile parlamentoya ve hükümete çevrilen namluların hedefi hâlâ sapmamıştır. Geçen dört ayda erim iktidarı namluların desteği ile ve adalet partisi ile menfaat ilişkilerine girerek varlığını devam ettirmiştir. şartlar eski ve yeni iktidarı zorunlu bir pazarlığa itmiştir. Bu pazarlık şudur: Adalet Partisi yargılanmaktan kurtulacak, buna karşı Erim iktidarını destekleyecektir. Böylece Adalet Partisi ve onun paralelindeki partiler silah gölgesinde birleşerek erim iktidarını desteklediler. Parlamentoyu teşkil eden Adalet Partililer ise maaşları arttırılacak ve seçimler bir müddet erteleneceği için tekrar seçilememek korkusunu ileri bir tarihe atarak, Erim iktidarının politikasına parmak kaldırır duruma getirildiler. Bu durumun daha ne kadar devam edeceğini kestirmek zordur. Bu işin, gizli ve bilinse dahi söylenmesi günah olan yönüdür.
Bir de işin diğer bir yönü vardır. O da şudur: 12 Mart muhtırası ile bir hükümet düşürülmüştür. Suçu açıktır. Anayasayı ihlâldir. Türkiye halkına ve dünya kamuoyuna Erim iktidarının hesap vermesi gerekir. Oysa asıl suçlu Adalet Partisi, Erim iktidarı ile ittifak halindedir.
Bunun için başka suçlu bulmak gerekir. Ve biz 20 genç asıl suçlu olarak vatana ihanetten şu anda mahkeme huzurundayız. 50 yılın bütün hesabını 20 gençten soruyorlar. Bununla da kalmayarak daha ileri gidiyorlar, üç ayda eşi görülmemiş zamların, vergilerin ve hayat pahalılığının yaratıcısı ve reformların engelleyicisi parti ve bakanların üstüne örtü çekilerek dikkatler bizim üzerimize çekilip, biz 20 genç topun ağzına sürülüyoruz.
İddianame okunduğu zaman cezanın suça değil, suçun cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm. Cezamızı biraz önce bahsettiğim pazarlık tayin edecektir. Böyle bir pazarlığın bizlere reva göreceği cezayı bağımsız yargı organlarında uygulamak zor olduğu için sıkıyönetim mahkemelerine çıkarılıyoruz. Haklı olarak belirtiyorum: iddia makamını muhatap olarak almıyorum ve mahkemeyi bağımsız yargı organı olarak kabul etmiyorum.
Karanlık günler yaşadığımız erim iktidarı döneminde sözlerimizin halktan gizleneceğini biliyorum. Cezalarımızın başka organlarca da verileceğini çok iyi biliyorum. fakat hürriyetimizin alındığı bu ortamda konuşmak fırsatı bulmak dahi önemlidir.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa 20 genç idam talebi ile yargılanıyor. Anayasayı değiştirmek için gerici partilerin yarışa girdiği bu günlerde Anayasayı ortadan kaldırmakla suçlanıyoruz. Eşi görülmemiş zamların, vergilerin ve hayat pahalılığının açlığa ve sefalete terk ettiği Türkiye halkının bu durumuna sebep biz gösteriliyoruz. Erim iktidarı üç aylık politikası ile sanayiciler ve büyük tüccarlar hariç Türkiye halkını açlığın ve sefaletin eşiğine getirmiştir. bu tehlikeli uygulamayı örtbas etmek için 20 genci topun ağzına sürmek yetmiyecektir. Tarih asıl suçluları affetmiyecektir. asıl suçlular kurtulsa dahi onları koruyanlar tarih önünde er geç hesap verecektir.
Eylemlerimiz ağır cezayı gerektirmesine rağmen doğru söylemekten çekinmedik. Elli yıldır partiler ve iktidarlar dahi yaptıklarının hesabını halka vermekten korkarken, bizler gizli bir örgüt olarak yaptıklarımızın hesabını dürüstçe verdik ve yaşadığımız sürece vermeye devam edeceğiz. Anayasaya saygı yürüyüşlerinde yediğimiz sopaların izlerini hâlâ vücudumuzda taşırken, Anayasa’yı ortadan kaldırmakla itham ediliyoruz. Bu mahkemenin sonucu (çizildi) adlî bir skandal olabilir. Fakat mahkemenin sonucu ne olursa olsun, dediklerimiz gerçekleşecektir.
Bugün seçim yapılsa, Adalet Partisi yine iktidara gelecektir. Zira Erim iktidarı üç aylık uygulaması ile halka Adalet Partisini dahi aratmıştır. Türkiye yine kalkınamayacak ve bu durum devam edecektir. Ta ki vatanı Amerika’ya satanlar ve gericilerin sonu gelene kadar.
Bu kavga biz olmasak da devam edecektir. Yurtsever analar var oldukça devam edecektir. Kısaca anaların rahmine el atılamıyacağına göre mutlaka devam edecek ve başarılacaktır.
Erim iktidarının elinde tek ciddi meselesi toprak reformudur. Toprak reformunun meclisten çıkması zordur. Çıksa dahi beyaz bir reform olacaktır. Fakat reformun arkasından konacak tarım vergisi ile karşılığı halktan fitil fitil alınacaktır.
Başbakan ilk günlerde bizlerin devleti yıkmayı amaç edindiğimizi, aksi halde Türkiye’nin kalkınmasını isteseler, yanımıza gelir, reformları yapmamıza yardım ederler demişti ve iddianame’de de aynı söz geçmektedir. Türkiye’de ileri hangi atılım olmuşsa, sonuna kadar destekleyenler, devrimciler, her geri harekete de amansız karşı koyanlar yine devrimciler olmuştur. Ama ne var ki toprak reformu yapacak bir iktidar, o reformun stratejisi için toprak ağalarının partilerinden yardım beklerken buna sadece güleriz. Onun için tekrar ediyoruz: bu reform beyaz bir reform olacaktır; sadece yapılmış olmak için yapılacaktır. Bütün bunlara rağmen erim iktidarının toprak reformunu yapmaya azmetmesi dahi takdirle karşılanır.
Petrol, boraks gibi madenlerin devletleştirilmesi çok önemli ve ilerici bir harekettir. Ama ne var ki bu da başarılamıyacaktır. Zira sadece boraks yatağı 900 milyar lira değerinde olup, ağır sanayiinin temel maddesi ve dünyada ender bulunan bir madendir. Amerika’nın Türkiye’deki şah damarı krom yine aynı durumdadır. Amerika bunlar için iktidar değiştirir. Nitekim bunun örnekleri dünyada çoktur ve Türkiye’de de olmuştur. Onun için bu iktidar da Amerika ile ortaklığa devam edecektir. Sadece boraksın devletleştirilmesi (çizildi) ile elde edilecek kazanç, çıkan zamların ve vergilerin sağladığı toplamın kat kat üstündedir.
Nihat Erim, başbakan olduğu günden bu yana gerçekleri gizlemiştir. Sıkıyönetimin geliş sebebi olarak bizleri göstermiştir. Oysa sıkıyönetimin gerçek sebebi Anayasa’yı değiştirmek ve Adalet Partisi karşısında iktidarda kalabilmek içindir. Çünkü başbakan, Mart ayında mevcut kanunların asayişi sağlamak için yeterli olduğunu belirttiği zaman samimiydi. Bizim suçlu sandalyesinde olmamız Erim iktidarını ayakta tutmaya yetmeyecektir. Bugünün Türkiyesi yarının karanlığını ve Erim faşizmini müjdeliyor. Nihat Erim, yeni bir Salazar olma sevdasındadır. Nitekim Cumhuriyet Halk Partisi içindeki ilerici güçler bu günleri ve yarınları çok önceden haber vermişlerdir. Söyledikleri gün gibi ortadadır.
Düşünce olarak emperyalizme ve ortaklarına karşı eylem olarak Amerika’ya kâr transfer eden bir bankayı soymak ve Amerikalıyı kaçırmayı 146/1. maddeye sokmak adlî bir skandaldır. Savcının iddianamesi mahkemece tasdik edlirse, bu mahkeme tarihi bir trajedi olacaktır. Fakat ne yazık ki yakalandığımız günden bu yana gelişen olaylar, iddia makamının böyle bir ithamla karşımıza çıkmasına imkân vermiştir. Aylar önce Meclis’te vatan haini olduğumuz ilân edilmiştir. Hâkim kararı olmadan değişik şahıslarca keyfince hücre cezasına çarptırıldık. Yetkili ağızlar tarafından dünyaya suçlu ilân edildik. Anayasayı ihlâl edenler kurtuldu ve bizler anayasayı ortadan kaldırmaktan çok önceleri suçlu, şu anda ise sanık sandalyesine oturduk. Anayasanın değiştirildiği bu ortamda anayasayı ortadan kaldırmaktan mahkeme önüne çıkarılmaya mecbur bırakıldık. İddia makamını işgal eden kişi böyle bir fırsatı kaçırmadı ve meşhur olma sevdasından gelen kitap yazma özlemi ve göze girme ihtirası ile bu şekilde davrandı.
Son olarak şunu belirteyim: Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun düşünce ve eylemlerinin 146/1. madde ile ilgisi yoktur. Fakat mahkeme bu düzeyde gelişecek ve iddia makamı söylediğinde direnecektir. Hukuk kurallarından, bilimden ve dürüstlükten uzak bu iddianamenin ışığında gelişen mahkemenin sonucu kan davası ile düğümlenebilir.
1961 Anayasası için hayatlarını ortaya koyan 27 Mayıs İhtilâlinin öncüleri vatan haini ilân edilmek üzeredir. İhtilâlin başı Cemal Gürsel, Amerikan hapları ve iğneleri ile çoktan öldürülmüştür. Hepsinin yerini Erim faşizmi almıştır. Fakat bizler yarınlara ümitle bakıyoruz, çünkü tarih çok büyük saltanatları yerle bir etmiştir. Buna inancım tamdır. Son sözüm: yaşasın 1961 Anayasası! (dedi.)
(Sanığın 24.3.1971 tarihli c. savcılığınca tesbit edilen ifadesi okundu. Mevcut ifadelere karşı sanıktan soruldu.)
İfadelerde Rıfkı ismi geçmektedir. Bu aslında Alpaslan Özdoğan’dır. O zaman ismini yani gerçek ismini söylememiştim. Zira henüz sağdı ve yakalanmamıştı.
Nihat Çokyüce’nin arabasını alma olayında da Sinan Cemgil değil, Alpaslan Özdoğan yanımda idi. Nihat Çokyüce’nin ifadesindeki teşhis kısımları da dikkate alınırsa, hadiseler yanımdaki şahsın Alpaslan Özdoğan olduğunu meydana çıkarır.
İfadelerimin birinde sosyalizm ihtilâli, ayrıca halk ihtilâlinden sonra kademe kademe proletarya diktatoryası ve komünizme geçiş şeklinde beyanlar doğru değildir, bunları kabul etmiyorum. yanlış zapta geçmiş.
Ayrıca Muammer Aksoy’la pazarlık konusunda konuşmaya gittiğimde, gittiğim saat zapta yanlış geçmiş, 07.30 sıralarında gitmiştim. İfadelerimin diğer kısımları doğrudur. (dedi.)
(As. Savcının talebi üzerine soruldu.)
Hadiselerin başladığında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Sinan Cemgil’in isimleri Emniyetçe biliniyordu. Alpaslan Özdoğan beraber olduğu halde henüz deşifre edilmemişti. Bu bakımdan onu gizledim ve bidayette Sinan Cemgil’in ismini verdim. Nasılsa Sinan Cemgil biliniyordu. Bu maksatla Sinan Cemgil’i söylemiştim. (dedi.) (çizildi)
(As. Savcı sanığın beyanına diyeceğim yoktur. Şahsımız ile ilgili beyanlarını reddediyorum dedi. Sanığın ifadesine karşı diğer sanıklardan soruldu. Mustafa Yalçıner, ben, Hüseyin İnan’dan 40 bin lira almadım. Filistin’e gidip silah getirmem maksadıyla 40 bin lira aldığım ifade edildi, bu doğru değildir, bu husus tekrar sorulsun (dedi).
(Hüseyin İnan’dan soruldu) (Hüseyin İnan,)
Banka soyulduktan sonra devamlı olarak para bende kalıyordu. Ben, Sinan Cemgil’in isteği üzerine Alpaslan Özdoğan vasıtasıyla 40 bin lirayı Mustafa Yalçıner’e gönderdim. Ben, Mustafa Yalçıner’in Filistin’e gideceğini biliyordum. Fazla malûmatım yoktur.
Ayrıca düzeltmek istediğim bir husus, dört Amerikalının kaçırılmasında arabayı Yusuf Aslan getirmiştir. Arabanın getirilmesinde Mete Ertekin yoktur. (dedi)
(Sanıklardan Kor Koçalak’ın talebi üzerine Hüseyin İnan’dan soruldu.)
Sevim Onursal’ın evinde icra takibine gelen vazifeliler içeriye girdiklerinde Kor Koçalak tek başına idi, bilâhare dışarı çıktı. Arkasından ben, Yusuf ve Sevim Onursal evinden çıktı. Biz hep beraber evi terk ettiğimizde adamlar daha bağlanmamıştı. (dedi)
(Sanık Mete Ertekin vekili Niyazi Ağırnaslı’nın talebi üzerine soruldu, Hüseyin İnan cevaben,)
Dört Amerikalının kaçırılmasında Mete Ertekin’i ben çağırdım. Evvelâ Amerikalıları kaçırdıktan sonra bir kısmımız vasıta ile bir kısmımız da yaya olarak dönmeyi düşünüyorduk. Sonradan fikir değiştirdik, Yusuf başka bir araba buldu. O zaman bir arabayı Yusuf sürecek, başka arabayı da sürecek bir adam lâzımdı. Bu maksatla ben (çizildi) Mete Ertekin’i götürdüm. Yolun kesilmesinde kendisi yoktu. Sadece boş arabayı, Amerikalıların arabasını getirdi. Amerikalıları kaçırdığımızı hadise yerinde öğrendi. (dedi).